Dizi Yazı |
|
BEDİÜZZAMAN “BEN BU ORDUYA KARŞI KILIÇ ÇEKMEM” DEMİŞTİ |
İktidarlar seçimle gelir, seçimle gider
Ocak ayında ortaya çıkan ‘Balyoz Darbe Plânı’yla ilgili olarak İlker Başbuğ'un yaptığı açıklamalar basında yine çeşitli tartışmalara sebep olmuştu. Başbuğ'un, “Darbeden bahsetmek hicap vericidir” dediğini ve “İktidarlar seçimle gelir, seçimle gider” diyerek demokrasi ve hukuka olan bağlılığını kuvvetli cümlelerle ifade ettiğini belirten Taha Akyol, Başbuğ'un bu öfkeli ifadeleriyle, “sadece o yayınları yapan medyaya değil, tatbikat plânına bu herzeleri yazanlara da” mesaj verdiğini düşünüyordu. (Milliyet-25.01.2010) Ergenekon Soruşturması ve askerin siyasete müdahalesi hakkındaki tavrı ve fikirleri gayet iyi bilinen Cengiz Çandar da, Askeri Savcılığın ‘Balyoz’ iddialarıyla ilgili olarak soruşturma başlatması haberi üzerine; “Ben, kendi payıma Orgeneral İlker Başbuğ’un darbe girişimleri ve cuntacı faaliyetlerle hiçbir ilgisi bulunmadığına inanan ve hatta bilebilen birisi olarak Genelkurmay Başkanı’nın bu adımı atmasından pek sevindim… Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı sıfatını taşımasını bir güvence olarak kabul ediyorum.” diye yazacaktır. Ancak Çandar, soruşturmanın neticesiyle ilgili -haklı olarak- ihtiyatlı olunmasından da yanadır. (Radikal-30.01.2010)
Demirel misin? Ne sabrı? İhsan Dağı'nın değerlendirmesi ise Çandar’ınkinden oldukça farklıydı: “İktidarının yedinci yılında memlekette hâlâ yeni cuntaların ve komploların örgütlenebiliyor olması, eski cuntacıların korunabiliyor olması AK Parti hükümeti için bir zuldür... Hükümet sözcüsü ve başbakan yardımcısı, hâlâ 'sabırla beklemek'ten söz ediyor. Neyi bekleyeceksiniz sabırla? Üç saat içinde cemselerle toplanmanızı mı? Liberal, demokrat aydınların kafasına birer birer sıkılmasını mı?... Ne sabrı?... Şimdi çıkıp, 'aman gerginlik olmasın'la varılacak nokta 28 Şubat'ın Süleyman Demirel'inin durduğu yerdir.” Adeta öfkesini dindiremeyen İhsan Dağı, makalesinde hiç beklenmedik bir şekilde Hilmi Özkök'ü de hedef alıyordu: “Bu temizlik sürecinde sorumluluktan kaçamayacak bir kişi daha var; dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök. İzzet-i ikbal ile çekilemezsiniz köşenize. Yönettiğiniz orduda neler döndüğünü millete anlatmak zorundasınız... Mesele, bu yeni Türkiye tarihinde AK Parti ve Hilmi Özkök 'korkaklar' olarak mı anılacak, yeni Türkiye'nin mimarları olarak mı?” (Zaman-22.01.2010) Hilmi Özkök ilk defa bu şekilde tenkid ediliyordu. Daha önce Merkez Medyadaki, o da ancak mâlûm bazı kalemler tarafından tenkid edilebilen Özkök, bu defa muhafazakâr bir gazetede yazan bir kalem tarafından hedef alınıyordu. Halbuki Hilmi Özkök; gerek vazife başında olduğu dönemle ilgili olsun ve gerekse Ergenekon Soruşturması süresince aldığı tavırla ilgili olsun, muhalif-muvafık bütün kesimlerin ittifakıyla “korkak olarak anılma” ihtimalini çoktan aşmıştı. Tarihe geçecek olan demokrat tavrı, daha şimdiden AB raporlarında dahi resmi olarak yerini almıştı.
Başbuğ ne diyor? Balyoz tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde, Taha Akyol, Orgeneral Başbuğ’un Hürriyet’ten Enis Berberoğlu’na yaptığı; “TSK büyük bir kurumdur, hata yapanlar olabilir; önemli olan, hatayı en aza indirmektir… Ben hiçbir zaman TSK’nın sürekli gündemde olması hep haksız nedenlere dayanıyor diyecek de değilim.” şeklindeki açıklamasını, ülke ve ordu yararına bir değişimin ifadesi olarak okuyordu. (Milliyet-06.02.2010) Türkiye’nin sert bir değişim süreci yaşadığını ve askerî vesayet rejimlerinden çıkışın askerler için çok zor olduğunu ifade eden Ali Bayramoğlu da, Başbuğ’un son açıklamalarını ve içinde bulunduğu durumu; “Değişime intibak etme gayretlerinin ve zorlukların” bir ifadesi olarak görüyordu. (Y. Şafak-12.02.2010) Taraf’ta Rasim Ozan Kütahyalı ise Başbuğ’un son açıklamalarından memnun olmamıştı; “Devlet adamı değilsin, devlet memurusun İlker Paşa” demeye devam ediyordu. Başbuğ’un, “Üçüncü dünya ordularının, muz cumhuriyetlerinin paşası gibi” davrandığını yazıyordu. (13.02.2010) Kütahyalı’nınkine benzer makale ve haberlerin silâhlı kuvvetler içinde -bizzat da demokrasi taraftarı askerler üzerinde- meydana getirdiği aksi tesir ve rahatsızlıklar, diğer bir Taraf yazarı olan Lale Kemal tarafından aynı gazetede dile getirildi. Lale Kemal makalesinde, ordu içindeki “çağdaş düşünen ve değerler adına hareket eden subaylar”ın varlığından bahsediyor ve bunlardan biri olan yeni emekli olmuş bir albay ile olan görüşmelerini naklediyordu. Emekli albay, TSK içinde Taraf gazetesinin yayınlarına destek veren subayların bulunduğunu ifade ediyor ve aynı zamanda bir rahatsızlıklarını da belirtiyordu. Bu subaylar Taraf’ın bazı neşriyatının ‘sinir uçlarına dokunduğunu’ ve ‘TSK’nın karizmasını çizdiğini’ düşünüyorlardı. Ve bu tür yayınlardan rahatsızlardı. (24.02.2010)
Komuta kademesinin işi zor Balyoz Darbe Planı’yla ilgili soruşturmada, emekli kuvvet komutanlarıyla birlikte muvazzaf generallerin de nezarete alındığı günlerde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı ile birlikte bir toplantı gerçekleştirdi. Yapılan bu üçlü zirveden sonra, Hüseyin Gülerce o güne kadarki üslûbundan tamamen farklı bir makale kaleme aldı. “Sağduyuya, basirete, teenni ile hareket etmeye, sekinete ve ortak akla ihtiyacımız var” diyordu Gülerce. Komuta kademesinin, “insan olarak, psikolojik olarak, konum olarak çok zorda” olduğunu, “içerden ve dışarıdan ağır bir tazyik altında” kaldıklarını yazıyor ve “TSK komuta kademesinin işinin gerçekten zor” olduğunu belirtiyordu. Gülerce yazısında Taraf’ın neşriyatına da temas ediyordu. Taraf Gazetesi’nin yaptığı işin “tarihi bir vazife” olduğunu teslim etmekle beraber -adeta araya bir mesafe koymak istercesine- onlara bir de tavsiyede bulunuyordu: “Cuntacıların üzerine gidilirken, ordunun bütününün rencide edilmemesi hassasiyeti de göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye'nin demokratikleşmesini isteyen herkesin niyeti, bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir.” (Zaman-26.02.2010)
TSK, Ergenekon ve PKK Son günlerdeki PKK saldırıları ve buna bağlı olarak şehit sayılarındaki artış üzerine bazı yayın organlarında, saldırıların doğrudan PKK tarafından değil, demokratik açılımı hedef alan ve ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen, devlet ve PKK içindeki karanlık güçler tarafından yapılmış olabileceği şeklinde yorumlar yapılmaya başlamıştı. Bu tür yorumların artması üzerine Genel Kurmay Başkanı çok ağır bir açıklama yaptı. Başbuğ, basının bir bölümünü ‘Mütareke Basını’ olarak hatta, ‘daha hain ve önyargılı’ olmakla suçlamıştı. Fikret Bila köşesinde Genel Kurmay Başkanı’nın çok tepki toplayan bu açıklamasını; “Bir süredir PKK’nın yaptığı kanlı eylemleri TSK yapmış gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Artık PKK ile mücadelenin yerini neredeyse ‘TSK ile mücadele’ almış durumda. PKK masum, legal bir örgüt, TSK ise bir ‘terör örgütü’ olarak gösterilmeye çalışılıyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un isyanının nedeni bu” şeklinde izah etmeye çalıştı. (Milliyet-03.05.2010)
Ne İsa’ya, ne Musa’ya Sabahattin Önkibar Yeniçağ Gazetesindeki köşesinde, “İlker Başbuğ, Hilmi Özkök’ün Uzun Boylusu!” başlıklı bir makale kaleme alarak Genel Kurmay Başkanı’nı ağır bir dille tenkid etti. Bazı açıklamaların, “BDP’liler tarafından değil de Genelkurmay Başkanı’ndan gelmesi”ni “elem verici” buluyordu. Önkibar’a göre, Başbuğ’un Genel Kurmay Başkanlığı Hilmi Özkök’ün dönemini çağrıştırıyordu. Ortada tam bir teslimiyet vardı. (24.06.2010) Bu makaleden birkaç gün sonra Başbuğ, Önkibar’ı Genelkurmay Karargâhında ağırlayacak ve uzun bir süre sohbet edeceklerdi. Başbuğ geçtiğimiz günlerde de Star TV’de Uğur Dündar’ın, “Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılan 50 subayın PKK terör örgütünde yönetim kadrosunu ele geçirdiği, açılım süreci başladıktan sonra kaos için eylemlere hız verdikleri yönündeki iddia sizde nasıl bir etki yaratıyor? Bazı eylemlerden sonra sanki o bölgede sorumlu bulunan TSK komutanlarının duyarsız kaldıkları veya özellikle eylemin gerçekleşmesi için görevlerini savsakladıkları, bir anlamda PKK ile organik bağlantı içinde oldukları imaları sıkça dile getiriliyor. Bunlar TSK’da nasıl etki yapıyor?” şeklindeki sorusuna da şu cevabı verdi: “Öyle şeyleri düşünenlerin ben Türk kanı taşıdığını düşünmüyorum. Türk askerine böyle yakıştırmalar, böyle değerlendirmeler yapmak... Konuşmak bile istemiyorum. Böyle bir şey söz konusu olamaz” Genelkurmay Başkanı’nın emekliliğine kısa bir süre kala takındığı tavır ve yaptığı son açıklamalar kafa karışıklıklarına sebep olmuştu. Daha önce Başbuğ hakkındaki şahsî kanaatini “Tıpkı Özkök gibi demokrasiye bağlılık konusunda samimidir” şeklinde açıklayan Şamil Tayyar dahi, Başbuğ’un bu son tavır ve açıklamalardan rahatsız olacaktır. Tayyar düşüncelerini şöyle açıklayacaktır: "Türkiye, çağdaş demokrasiyle yönetilen gerçek bir hukuk devleti olsa, Başbuğ bugün emekliydi, yarın en basitinden adil yargılamayı etkileme ve ayrımcılık suçlamasıyla yargı önüne çıkarılırdı” (Star-07.07.2010) Başbuğ’un, “Türkiye'nin en çalkantılı dönemlerinden birinde” görev yaptığını ve, “başında bulunduğu kurumu demokratik sınırlar içerisine çekme görevini büyük çapta yerine getirdiğini” söyleyen Fehmi Koru, bu son açıklamalar üzerine yine de kendini, “İşte bunu yapmayacaktın Paşam” demekten alıkoyamıyordu. (Y. Şafak-08.07.2010) Genelkurmay Başkanı’nın daha birkaç gün önce kendisine ağır hakaretlerle dolu bir yazı kaleme alan Önkibar’ı Karargâh’ta ağırlamasına taaccüb eden Hüseyin Gülerce, Başbuğ’un son açıklamalarını da normal karşılamıyor ve soruyordu: “Başbuğ’a Kimler Baskı Yapıyor?” Son dönemlerde ciddî bir üslûp değişikliğine giden Gülerce yazısında; “Tansiyonu düşürecek, kutuplaşmayı frenleyecek bir aklıselime ihtiyaç var. Herkes, gerilimi tırmandırmaya bir son vermeli. Herkes savaş baltalarını toprağa gömmeli” diyerek, “Her kurum, her çevre yanlış adamlarını geri çeksin. Dürüst, ilkeli ve vicdan sahipleri öne çıksın” tavsiyesinde bulunuyordu. (Zaman-08.07.2010)
Bediüzzaman’ın tavrı Said Nursî’nin, Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserinde 31 Mart Vak’ası’nı tahlil ederken; “Cahil mutaasıp, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olan” kimselerin, İttihat ve Terakki tahakkümüne karşı çıkalım derken nasıl, “o bataklık zeminde tohum ekmeye” başladıklarını ifade etmesi, ciddî olarak mütalâa edilmesi gereken bir tesbittir. Bediüzzaman’ın; İttihat ve Terakki'nin devlet idaresine tamamen hâkim olup tam mânâsıyla müstebid bir rejimi tesis ettiği yıllarda, 1913 tarihinde cereyan eden “Şeyh Selim” hâdisesindeki tavrı da çok önemlidir: “Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van’da iken, bâzı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: 'Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.' Ben de dedim: 'O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur; ordu onun ile mes’ul olmaz… Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirâk etmem.' O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücûda geldi.” (Şuâlar- Sh: 315) Bediüzzaman, “Bitlis Hâdisesi”nin Cumhuriyet devrindeki bir benzeri olan ‘Şeyh Said’ hâdisesinde de aynı tavrını muhafaza etmiştir. Bununla birlikte, menfi icraatlara karşı olan muhalefetini de hiçbir şekilde taviz vermeden ve takıyyeye tenezzül etmeden müsbet bir tarzda devam ettirmiştir. Hayata geçirilen menfi icraatların mesuliyetini icranın başında bulunan şahıslarla mahdut tutmuş ve bu suretle de, “ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye” ettiğini ifade etmiştir. (Şualar- Sh:330) Buradaki hassas nokta; yapılan haksızlık, zulüm ve tahakküme karşı çıkıp, demokrat ve hürriyetçi tavrı her şart altında tavizsiz bir tarzda ortaya koyarken, aynı zamanda “Müsbet Hareket” çizgisinden bütün tahriklere rağmen kat’iyyen inhiraf etmemektedir. İçinden geçmekte olduğumuz sıkıntılı süreçte, hâdiselerin tazyiki altında istikameti kaybetmemek için dikkate alınmasında fayda mülâhaza ettiğimiz, Bediüzzaman’a ait son bir tesbit ile bu bahsi de hitama erdirelim. Şark aşiretleri içerisinde yaptığı seyahatte, bir kısım Jön Türkler’in masonluğunu ve dine verdikleri zararları serrişte edenlere karşı verdiği; “Hüsnüzan ediniz. Suizan hem size, hem onlara zarar verir” şeklindeki cevap ve devamındaki izahlar mânidârdır. Bediüzzaman’a göre; “Bazılarının altında büyük fenalıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ altında kendisinin ıslâhına çalışır. Lâkin, vatka ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü eder.” Kandil Dağı’ndan gelenlerin büyük nümâyişlerle Habur’da karşılandığı ve İmralı’nın muhatap alınmasının dillendirildiği bir zeminde, Güneydoğu’da teröre karşı on binlerce askerin dağlarda ağır şartlarda vazife yaptığı ve bir kısmının da şehid olduğu gerçeği göz ardı edilerek, bütün silâhlı kuvvetleri hedef alır bir üslûpla yapılacak mizansız ve muhâkemesiz tenkidlerin sebep olacağı tahribat hafife alınamaz. Bu kadar zor şartlar içerisinde, değişim istikametinde gönüllü ya da gönülsüz gayret sarfedenlerin ümit ve şevklerinin kırılması ve kurum içerisinde zor durumda kalması ihtimali de muhakkak dikkate alınmalıdır.
ORHAN DİNDAR
YARIN: CEMAAT VE SİYASET |
24.07.2010 |