Selim GÜNDÜZALP |
|
SAATÇİ DÜKKÂNI |
Yıllara meydan okuyan iki katlı evin altında bir dükkân. Babadan oğula devreden eski saatçi dükkânı. Müşterileri gibi konukları da eski. Ara soğutmayan dostlar, sayılı, sade insanlar… Genç adam telaşla girdi bu dükkâna. Ne aradığını anlatmak için epey zorlandı. Saatçi ustası sordu: “Ne arıyorsunuz? Yardımcı olayım.” “Hiç ses çıkarmayan saat arıyorum.” “Hiç ses çıkarmayan saat pek yoktur; her saatin az da olsa bir sesi vardır.” “Hem çalışsın, hem de hiç ses çıkarmasın, canım.” “Niye?” diye sordu usta. “Eskiden gong’lu ya da guguklu saatler vardı evimizde, her saat başı çalan, öten. Her saat başı onları dinlemekten bıktım, usandım.” “Olsun… Sana zamanı, vakti bildiriyor işte.” “Hayır hayır. Ben vakti sesle, gürültüyle bilmek istemiyorum. Vakti, saate bakmak istediğim zaman görmek istiyorum.” “Ha, öyle mi? Şu küçük saatlerden vereyim.” “Yok, yok, onlardan daha önce aldım. Bunlar da ses çıkarıyor.” “Dikkat kesilirsen, her şeyin sesini duyarsın.” “Yani?” “Hatta kalbinin sesini bile…” “Hadi canım… Bunca senedir kalbimin sesini bir defa olsun duymadım ki…” “Sessiz saatler gibidir kalpler. Dikkat edersen onun da sesini duyarsın.” Konuşma bir anda felsefî bir boyuta doğru kaydı, gitti… Bu saatçide iş vardı. Dükkânın girişindeki vitrin adeta bir pano gibiydi. Üzerindeki yazılar ve şiirler gencin dikkatini çekti. Okumuyor, ezberliyordu sanki bunlardan bazılarını: Nedir zaman, nedir? Bir su mu, bir kuş mu? Nedir zaman, nedir? İniş mi, yokuş mu? — Necip Fazıl Kısakürek ......... Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum... — Necip Fazıl Kısakürek *** Genç, aradığını bulmuş gibi sorularını art arda sıralamaya başladı: “Sizin saatten başka yaptığınız işler de var mı?” “Olmaz mı? Önce kırık kalpleri, sonra saatleri tamir ediyoruz burada.” “Anlayamadım?” “Efendim, biz sadece tamir etmeyiz. Tamir en son işimizdir. Buraya gelen saat sahiplerinin kırılan kalplerini onarırız evvelâ, onları teselli eder, dostluk elini uzatırız. Sonra saatlerini açar, bakar; yapılacak bir şey varsa, tamir eder, veririz.” “Allah Allah… Dışardan bakıldığında hiç de öyle değil.” “Evet, dışardan bakınca her şey öyle görünür. Bu dükkân yıllardır böyle çalışır.” “Nasıl?” “Sessiz çalışır. Sen nasıl sessiz çalışan bir saat arıyorsan, burası da böyledir işte!” O sırada dükkândaki saatlerin ‘gong’ları gündüz 12’yi vuruyordu. Aman Allah’ım… Biri susuyor, öbürü başlıyor. “Eeee? Bunca ses arasında sessizliği nasıl sağlıyorsunuz burada?” “Evet, bazı dostlarımızın şikâyetleri oluyor” dedi. “Bu sesler bize zamanın geçtiğini acı acı haber veriyor. Saniyelerin bile hayatımızda ne kadar önemli olduğunu bu tik-taklar bize bildiriyor. Kalbimiz de, hayat saatimizin sessiz çalışan bir tarafıdır aslında. Kulak verebilirsek tabii...” “Allah Allah… Kalbimin sesini dinlemeye çalışacağım bundan sonra. Bakalım, becerebilecek miyim…” “Kolay. Tam yoğunlaşırsan ve dışarıdaki seslere değil de, içindeki sese dikkat kesilirsen, kalbinin sesini duyabilirsin.” “Bakalım, becerebilecek miyim… Kalbin sesi, çarpıntısı nasıl bir şey? Merak ediyorum.” “Saatin tik-taklarına benzer. Hatta ikisi arasında müthiş uyum söz konusu.” Epey meraklandı genç: “Allah Allah… Kalbimi fark ettim. Kalbimin çalışmasını öğrendim. Kalbimin çarpıntısının saat sesiyle uyumlu olduğunu da öğrendim. Bakalım, bu gidişle daha neler öğreneceğim bu dükkânda?” Usta, çalışma masasından başını kaldırıp genç müşterisini şöyle bir süzdükten sonra: “Sana istediğin saati vereceğim.” dedi. “Ama bu saat, sesini hiç duymayacağım kadar sessiz bir saat olacak.” “Allah Allah… Nasıl bir saatmiş bu?” “Rahmetli annemden kalma bir saat.” “Sizin için çok değerli olmalı?” “Evet, epey değerli. Bir müddet sende misafir kalsın. İstanbul’dan yeni saat siparişlerini alana kadar senin işini görür bu saat.” Usta özel bir yerden saati çıkarıp gence uzattı. “Hay Allah! Kadın kol saatine benziyor bu.” “Evet, kadınlar da takıyor ama erkekler de şimdi seve seve kullanıyor bunları.” Baktı, saati beğendi. Kare ebadında bir saatti, tam da istediği gibi...” “Tamam tamam.” dedi, “Bir müddet bende misafir olabilir. Güveniyor musunuz?” “Elbette” dedi. “Bu saati herkese vermem. Size güvendim, itimat telkin ettiniz. Bir müddet sizde kalabilir.” Bir hafta sonra genç, saati getirdi. Vermiş olduğu siparişi almak üzereyken: “Bu saat çok enteresan.” dedi. “Geceleyin kolumdaki saatin sesini, sessizlik içerisinde ancak duyabiliyorum. Saatin de bir sesi varmış, fark ediyorum. Sonra saati yerine asıp kalbimin sesini dinlemeye çalışıyorum. Her ikisinin de sesi varmış. Hayret! İnanın, ikisinin de sesini duyabiliyorum. Hem saatin, hem de kalbimin.” “Bravo! Sizde epey ilerleme var. Daha önce demiştim, bu saat kalp ile birlikte atar. Saatin sesi, kalbin sesine ayarlıdır. Her kalbin çarpıntısı, kendi saatinin ya da kendi ecelinin ayak sesidir.” “Usta, zaman nasıl bir şey?” diye sordu. “Zaman mı? O çok ince bir konu. Saatle uğraşıyoruz diye zamanı da bilecek değiliz.” dedi. “O kadar da uzun boylu değil. Bu fizikçilerin işi. Biz zamanın yaşanan boyutundan çok, yaşanması gereken boyutuyla ilgileniyoruz.” “Nasıl?” “Efendim” dedi, “Zaman, farklı vakitlerde ve boyutlarda, farklı akar. Rüyada yaşanan zamanla sevinçli ya da kederli bir insanın yaşadıklarınla geçen zaman aynı mıdır?” “Elbette değil.” “Sevdiğiniz bir beldede, mesela Kâbe’de, Medine’de… Ne bileyim… Ya da evlâdınızın cemiyetinde zamanın akışı aynı mıdır? Öylesine geçer gider ki zaman, sizi de alır, götürür. Zaman ayrı, siz ayrı akmazsınız orada. Birlikte akar gidersiniz.” “Haaa…” dedi genç, “Bu saatin bir özelliği, dıştaki zamanla içteki zaman arasında koordineler sağlaması, herhalde. Öyle değil mi?” “Evet, bir bakıma öyle diyebiliriz.” “Zamanın da bir hakikati var mı?” “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi Levh-i Mahv, İspat’taki kitâbet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir.” (Sözler, 505) “Bi dakka, bi dakka usta, bu dediklerinden pek bir şey anlamadım.” “Zaman çok ince bir konu, evlât. Zamanı anlamak için zamanın dışına çıkmak lâzım. Eh, zamanı Yaratan da buna izin vermediğine göre, zamanın içinde zamanı yaşamaya mahkûmuz işte…” “Peki, zamanı anlamak için ne yapmamız lâzım?” Usta tebessüm etti: “Bediüzzaman’ın Sözler’ini okumak lâzım.” Usta, gence “Ene ve Zerre Risâlesi” isimli küçük kitapçığı uzattı. “Bizim gibi geç kalma. Bir an önce okumaya başla” dedi. Genç: “Usta, bir hakikati öğrenmek için uzun yılların geçmesi gerekmiyor, değil mi?” “Evet, işte fırsat elinde. Zamanı durduramayız. Saatler durur, zaman durmaz. Zaman akar gider… Akan giden zamanı saatle anlamaya çalışırız. Saat olmasa da ne gam? Kalbimizle anlamaya çalışırız. Kalbimiz bir ömür boyu işler durur. Kalbimizin sesini dinlesek, kalbimizin zaman dilimindeki hakkını versek, herhalde verdiğimizden çok daha fazlasını alacağız hayattan. Evet, pili bitiyor saatin, yerine yenilerini takıyoruz. Bir saatin pili, ortalama bir sene sürüyor. Kalbimiz ona kıyasla ne kadar uzun yıllar çalışıyor, değil mi? Ve pilini de değiştirmeden üstelik. Kalbimizin son sesi, son nefesi oluyor. Ya da ne bileyim, son nefesi, son sesi... Sen gençsin, ne demek istediğimi anlarsın.” “Usta, zaman farklı boyutlarda farklı akıyor demiştin ya, aklım takıldı oraya. Gerçekten öyle olmuştu. Bu sene girmiş olduğum üniversite sınavında benim için zaman çok farklı aktı. Bana ayrılan süreyi son dakikaya kadar kullanmaya çalıştım, hem de gayet iktisatlı bir şekilde. Sanki bütün bir ömrüm o birkaç saatin içinde gizliydi.” “Öyledir. Bak, sana bir öykü anlatayım: “Bir bilge, yanındaki genç çırağı ile beraber seyahate çıkar. Epey zaman sonra bir ağacın altında mola verirler. Bilge, gençten bir yerden su bulup getirmesini ister. Genç, suyu getirmek üzere bir çeşme arar durur. Derken bir çeşme bulur. Çeşme başında bir güzel kız görür, ona âşık olur. Kız da onu köyüne davet eder, anne ve babasıyla tanıştırır. Evlenirler, çoluk çocuk sahibi olurlar. “Aradan yirmi sene geçer. Bir gün çırağın aklına gelir: “‘Yahu, ustam benden su istemişti. Bir ağacın altında bekliyordu.’ “Bir koşu, gidip bakar. Bilge bıraktığı yerdedir. “Çırak: “‘Usta, özür dilerim, geciktim’ der. “Bilge de der ki: “‘Evlâdım, nerede kaldın? Az daha telaş etmeye başlayacaktım.’ “İşte, zaman böyledir evlât. Biri için yirmi sene, bir diğeri için belki de yirmi saniye bile değildir.” “Tamam usta. Bu dükkâna niye geldiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Merak etme, ben o kadar uzun kalmam. Günün birinde yine kapını çalarım.” “Kitabı okumayı da ihmâl etme.” “Söz, usta.” Genç, emanet olan saati iade etti, Usta da, rahmetli anneciğine ait saati tekrar özel yerine koydu. Onu verecek yeni müşteriyi bulana kadar bekleyecekti. 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |