Selim GÜNDÜZALP |
|
SAATÇİ DÜKKÂNI |
Yıllara meydan okuyan iki katlı evin altında bir dükkân. Babadan oğula devreden eski saatçi dükkânı. Müşterileri gibi konukları da eski. Ara soğutmayan dostlar, sayılı, sade insanlar… Genç adam telaşla girdi bu dükkâna. Ne aradığını anlatmak için epey zorlandı. Saatçi ustası sordu: “Ne arıyorsunuz? Yardımcı olayım.” “Hiç ses çıkarmayan saat arıyorum.” “Hiç ses çıkarmayan saat pek yoktur; her saatin az da olsa bir sesi vardır.” “Hem çalışsın, hem de hiç ses çıkarmasın, canım.” “Niye?” diye sordu usta. “Eskiden gong’lu ya da guguklu saatler vardı evimizde, her saat başı çalan, öten. Her saat başı onları dinlemekten bıktım, usandım.” “Olsun… Sana zamanı, vakti bildiriyor işte.” “Hayır hayır. Ben vakti sesle, gürültüyle bilmek istemiyorum. Vakti, saate bakmak istediğim zaman görmek istiyorum.” “Ha, öyle mi? Şu küçük saatlerden vereyim.” “Yok, yok, onlardan daha önce aldım. Bunlar da ses çıkarıyor.” “Dikkat kesilirsen, her şeyin sesini duyarsın.” “Yani?” “Hatta kalbinin sesini bile…” “Hadi canım… Bunca senedir kalbimin sesini bir defa olsun duymadım ki…” “Sessiz saatler gibidir kalpler. Dikkat edersen onun da sesini duyarsın.” Konuşma bir anda felsefî bir boyuta doğru kaydı, gitti… Bu saatçide iş vardı. Dükkânın girişindeki vitrin adeta bir pano gibiydi. Üzerindeki yazılar ve şiirler gencin dikkatini çekti. Okumuyor, ezberliyordu sanki bunlardan bazılarını: Nedir zaman, nedir? Bir su mu, bir kuş mu? Nedir zaman, nedir? İniş mi, yokuş mu? — Necip Fazıl Kısakürek ......... Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum... — Necip Fazıl Kısakürek *** Genç, aradığını bulmuş gibi sorularını art arda sıralamaya başladı: “Sizin saatten başka yaptığınız işler de var mı?” “Olmaz mı? Önce kırık kalpleri, sonra saatleri tamir ediyoruz burada.” “Anlayamadım?” “Efendim, biz sadece tamir etmeyiz. Tamir en son işimizdir. Buraya gelen saat sahiplerinin kırılan kalplerini onarırız evvelâ, onları teselli eder, dostluk elini uzatırız. Sonra saatlerini açar, bakar; yapılacak bir şey varsa, tamir eder, veririz.” “Allah Allah… Dışardan bakıldığında hiç de öyle değil.” “Evet, dışardan bakınca her şey öyle görünür. Bu dükkân yıllardır böyle çalışır.” “Nasıl?” “Sessiz çalışır. Sen nasıl sessiz çalışan bir saat arıyorsan, burası da böyledir işte!” O sırada dükkândaki saatlerin ‘gong’ları gündüz 12’yi vuruyordu. Aman Allah’ım… Biri susuyor, öbürü başlıyor. “Eeee? Bunca ses arasında sessizliği nasıl sağlıyorsunuz burada?” “Evet, bazı dostlarımızın şikâyetleri oluyor” dedi. “Bu sesler bize zamanın geçtiğini acı acı haber veriyor. Saniyelerin bile hayatımızda ne kadar önemli olduğunu bu tik-taklar bize bildiriyor. Kalbimiz de, hayat saatimizin sessiz çalışan bir tarafıdır aslında. Kulak verebilirsek tabii...” “Allah Allah… Kalbimin sesini dinlemeye çalışacağım bundan sonra. Bakalım, becerebilecek miyim…” “Kolay. Tam yoğunlaşırsan ve dışarıdaki seslere değil de, içindeki sese dikkat kesilirsen, kalbinin sesini duyabilirsin.” “Bakalım, becerebilecek miyim… Kalbin sesi, çarpıntısı nasıl bir şey? Merak ediyorum.” “Saatin tik-taklarına benzer. Hatta ikisi arasında müthiş uyum söz konusu.” Epey meraklandı genç: “Allah Allah… Kalbimi fark ettim. Kalbimin çalışmasını öğrendim. Kalbimin çarpıntısının saat sesiyle uyumlu olduğunu da öğrendim. Bakalım, bu gidişle daha neler öğreneceğim bu dükkânda?” Usta, çalışma masasından başını kaldırıp genç müşterisini şöyle bir süzdükten sonra: “Sana istediğin saati vereceğim.” dedi. “Ama bu saat, sesini hiç duymayacağım kadar sessiz bir saat olacak.” “Allah Allah… Nasıl bir saatmiş bu?” “Rahmetli annemden kalma bir saat.” “Sizin için çok değerli olmalı?” “Evet, epey değerli. Bir müddet sende misafir kalsın. İstanbul’dan yeni saat siparişlerini alana kadar senin işini görür bu saat.” Usta özel bir yerden saati çıkarıp gence uzattı. “Hay Allah! Kadın kol saatine benziyor bu.” “Evet, kadınlar da takıyor ama erkekler de şimdi seve seve kullanıyor bunları.” Baktı, saati beğendi. Kare ebadında bir saatti, tam da istediği gibi...” “Tamam tamam.” dedi, “Bir müddet bende misafir olabilir. Güveniyor musunuz?” “Elbette” dedi. “Bu saati herkese vermem. Size güvendim, itimat telkin ettiniz. Bir müddet sizde kalabilir.” Bir hafta sonra genç, saati getirdi. Vermiş olduğu siparişi almak üzereyken: “Bu saat çok enteresan.” dedi. “Geceleyin kolumdaki saatin sesini, sessizlik içerisinde ancak duyabiliyorum. Saatin de bir sesi varmış, fark ediyorum. Sonra saati yerine asıp kalbimin sesini dinlemeye çalışıyorum. Her ikisinin de sesi varmış. Hayret! İnanın, ikisinin de sesini duyabiliyorum. Hem saatin, hem de kalbimin.” “Bravo! Sizde epey ilerleme var. Daha önce demiştim, bu saat kalp ile birlikte atar. Saatin sesi, kalbin sesine ayarlıdır. Her kalbin çarpıntısı, kendi saatinin ya da kendi ecelinin ayak sesidir.” “Usta, zaman nasıl bir şey?” diye sordu. “Zaman mı? O çok ince bir konu. Saatle uğraşıyoruz diye zamanı da bilecek değiliz.” dedi. “O kadar da uzun boylu değil. Bu fizikçilerin işi. Biz zamanın yaşanan boyutundan çok, yaşanması gereken boyutuyla ilgileniyoruz.” “Nasıl?” “Efendim” dedi, “Zaman, farklı vakitlerde ve boyutlarda, farklı akar. Rüyada yaşanan zamanla sevinçli ya da kederli bir insanın yaşadıklarınla geçen zaman aynı mıdır?” “Elbette değil.” “Sevdiğiniz bir beldede, mesela Kâbe’de, Medine’de… Ne bileyim… Ya da evlâdınızın cemiyetinde zamanın akışı aynı mıdır? Öylesine geçer gider ki zaman, sizi de alır, götürür. Zaman ayrı, siz ayrı akmazsınız orada. Birlikte akar gidersiniz.” “Haaa…” dedi genç, “Bu saatin bir özelliği, dıştaki zamanla içteki zaman arasında koordineler sağlaması, herhalde. Öyle değil mi?” “Evet, bir bakıma öyle diyebiliriz.” “Zamanın da bir hakikati var mı?” “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi Levh-i Mahv, İspat’taki kitâbet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir.” (Sözler, 505) “Bi dakka, bi dakka usta, bu dediklerinden pek bir şey anlamadım.” “Zaman çok ince bir konu, evlât. Zamanı anlamak için zamanın dışına çıkmak lâzım. Eh, zamanı Yaratan da buna izin vermediğine göre, zamanın içinde zamanı yaşamaya mahkûmuz işte…” “Peki, zamanı anlamak için ne yapmamız lâzım?” Usta tebessüm etti: “Bediüzzaman’ın Sözler’ini okumak lâzım.” Usta, gence “Ene ve Zerre Risâlesi” isimli küçük kitapçığı uzattı. “Bizim gibi geç kalma. Bir an önce okumaya başla” dedi. Genç: “Usta, bir hakikati öğrenmek için uzun yılların geçmesi gerekmiyor, değil mi?” “Evet, işte fırsat elinde. Zamanı durduramayız. Saatler durur, zaman durmaz. Zaman akar gider… Akan giden zamanı saatle anlamaya çalışırız. Saat olmasa da ne gam? Kalbimizle anlamaya çalışırız. Kalbimiz bir ömür boyu işler durur. Kalbimizin sesini dinlesek, kalbimizin zaman dilimindeki hakkını versek, herhalde verdiğimizden çok daha fazlasını alacağız hayattan. Evet, pili bitiyor saatin, yerine yenilerini takıyoruz. Bir saatin pili, ortalama bir sene sürüyor. Kalbimiz ona kıyasla ne kadar uzun yıllar çalışıyor, değil mi? Ve pilini de değiştirmeden üstelik. Kalbimizin son sesi, son nefesi oluyor. Ya da ne bileyim, son nefesi, son sesi... Sen gençsin, ne demek istediğimi anlarsın.” “Usta, zaman farklı boyutlarda farklı akıyor demiştin ya, aklım takıldı oraya. Gerçekten öyle olmuştu. Bu sene girmiş olduğum üniversite sınavında benim için zaman çok farklı aktı. Bana ayrılan süreyi son dakikaya kadar kullanmaya çalıştım, hem de gayet iktisatlı bir şekilde. Sanki bütün bir ömrüm o birkaç saatin içinde gizliydi.” “Öyledir. Bak, sana bir öykü anlatayım: “Bir bilge, yanındaki genç çırağı ile beraber seyahate çıkar. Epey zaman sonra bir ağacın altında mola verirler. Bilge, gençten bir yerden su bulup getirmesini ister. Genç, suyu getirmek üzere bir çeşme arar durur. Derken bir çeşme bulur. Çeşme başında bir güzel kız görür, ona âşık olur. Kız da onu köyüne davet eder, anne ve babasıyla tanıştırır. Evlenirler, çoluk çocuk sahibi olurlar. “Aradan yirmi sene geçer. Bir gün çırağın aklına gelir: “‘Yahu, ustam benden su istemişti. Bir ağacın altında bekliyordu.’ “Bir koşu, gidip bakar. Bilge bıraktığı yerdedir. “Çırak: “‘Usta, özür dilerim, geciktim’ der. “Bilge de der ki: “‘Evlâdım, nerede kaldın? Az daha telaş etmeye başlayacaktım.’ “İşte, zaman böyledir evlât. Biri için yirmi sene, bir diğeri için belki de yirmi saniye bile değildir.” “Tamam usta. Bu dükkâna niye geldiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Merak etme, ben o kadar uzun kalmam. Günün birinde yine kapını çalarım.” “Kitabı okumayı da ihmâl etme.” “Söz, usta.” Genç, emanet olan saati iade etti, Usta da, rahmetli anneciğine ait saati tekrar özel yerine koydu. Onu verecek yeni müşteriyi bulana kadar bekleyecekti. 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet C. GÖKÇE |
|
Berat ve Ramazan’a doğru... |
2010 yılına başladığımızda henüz Muharrem ayı devam ediyor ve hazin etkisi sürüyordu. Çünkü 2009’un sonlarına doğru Kerbelâ şehitlerini anmıştık. O gün geleneksel aşûre aşımızla onların ruhunu şâd etmeye; onlara lâyık olmaya gayret etmiştik. Evet, Hz. Hüseyin’i (ra) unutmak mümkün müydü? O gün derin bir muhasebede bulunmuştuk. Hikmetini ve kaderî yönünü Risâle-i Nur eserlerinden anlamaya çalıştığımız o zulüm dolu muharebeyi hatırlarken Hz. Hüseyin’i (ra) şehit edenlerin hangi yüzle dedesinden medet umacaklarını-–istemeden de olsa—düşünmeye başlamıştık. Onlara olan bağlılığımızı bir kez daha güncelleme imkânı bulmuştuk. 16 Ocak’ta Safer ayına “merhaba” dedik. Güzel bir başlangıç oldu, Dayanışmamızı gözden geçirerek eksiklerimizi tamamlama fırsatı bulduk. Unuttuğumuz fakir, miskin, kimsesiz ve muhtaçları hatırlamaya; onlarla kaynaşmaya çalıştık. Onları üzmeden ve rencide etmeden yardım elimizi onlara ulaştırmaya gayret ettik. Henüz yeni başlayan taptaze bir hicri yıl, güzel bir adımdı bizim için. Envanterimizi gözden geçirdik. Stoklarımızı kontrol ettik. Neler yapabileceğimizi bir daha düşünerek insanlığa yararlı hizmetlerin planlamasını yaptık. Kulluk bilincimizi güncelleştirerek yepyeni bir dizayn ve formatla işe sarıldık. 25 Şubat’ta bizi onurlandıran Mevlid-i Nebevi ile bir parça teselli bulduk. Onun doğumuyla birlikte dünyanın elde ettiği huzuru ve kimsesizlerin duyduğu gururu bir defa daha hatırlayıp Ona ümmet olduğumuzdan dolayı şükrümüzü tazeledik. Ona lâyık bir fert olamadığımızın farkındaydık, ancak onun engin hoşgörüsünden de haberdardık. Bu bizim için önemli bir dayanak oldu. En azından söz ve biatımızı mahcubiyet içinde de olsa yineledik. Çünkü onun getirdiği din “ümitsiz” olmayı kesin bir dil ile yasaklamıştı. Bu yüzden ümitsiz olamazdık. Hatta yalnız hicrî takvime göre değil; miladi takvimi de fırsat bilerek 16-20 Nisan tarihleri arasında da onu (asm) anlamaya ve yaşamaya çalıştık. Bir de baktık ki, 13 Haziran günü üç ayların ilki olan Receb-i şerif bize kucak açtı; dört-beş gün sonraki Regaibi bizlere hatırlattı. Dolayısıyla 17 Haziran’da kandiller zincirinin ilk halkasında prova yaptık. Duâ ve yakarışlarımız semâvât ve arzı çınlattı. Gözyaşlarımız sel olup aktı. Kendimize, yakın çevremize, çoluk-çocuğumuza ve mazlum ümmete bolca duâ ettik. Yeni başlayan manevî mevsimin bütün ümmete güzellikler getirmesini diledik. Yüce Allah’ın şanlı dergâhına ellerimizi açtık ve boş dönmeyeceğine inandık. Duâlarımız sadece bizim için değildi; çünkü biliyorduk ki, kendimiz için isteyeceğimizi kardeşimiz için de istemek durumundayız. Bu yüzden her zaman olduğu gibi, gençlerimize hayırlı kısmetler, evlenmiş kardeşlerimizi sonsuz mutluluklar, borçlu kardeşlerimize kolaylılar, hasta dostlarımıza şifalar ve öğrencilerimize de başarılar ihsan etmesi için Rabbimize yalvardık. 8-9 Temmuz Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece iki bayramı birden idrak ettik. Hem Cumayı hem de Miraç Kandili ile aynı gün ve gece müşerref olduk. Bu da bize mü’minin miracını hatırlattı; bu yüzden ibadetlerimizi gözden geçirdik. Miracın hatırası olan namaz ibadetimizi göz önünde bulundurarak–deyim yerindeyse—Rabbimizle olan ilişkilerimizi kontrol edip eksiklerimizi tamamlaya ve O’nun rahmetine sığınmaya gayret ettik. 26-27 Temmuz ise Berat kandilini doyasıya yaşamaya gayret edeceğiz. Berat gecesinin “berat”ımız olması için Yüce Allah’ın dergâh-i izzetine sığınarak bildiğimiz bütün duâları sarf edeceğiz. Genel tuttuğumuz duâların karşılıksız kalmayacağı inancıyla yakarışlarımızı gece boyu sürdüreceğiz. Bunca hazırlıktan sonra 10 Ağustos günü yatsı namazını müteakiben ilk teravihimizi kılıp 11 Ağustos günü Ramazan-ı şerife “merhaba” diyeceğiz. 5 Eylül günü, bin aydan hayırlı olan Kadir gecesiyle müşerref olduktan ve 9 Eylül günü başlayan Ramazan-ı şerif Bayramını idrak ettikten sonra, Muharrem ayının ikinci yarısı başlayan 2010 yılını yine Muharrem ayı ile uğurlayacağız. Bütün bu sürece hazır mıyız; ne dersiniz! 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Boşanmada nezaket usûlü |
Ayşegül Hanım: “Eşim kızdığı anda küfretmek yerine boşama ile tehdit ediyor. Bu sözü çok sık ağzına alıyor, bazen de boşama yapıyor ve boş ol deyip çıkıyor. Sonra pişman oluyor. Ne yapmamız lâzım? Sık sık nikâh mı yaptırmamız lâzım? Buna bir çözüm var mı?”
Evlilik bir nezaket kurumudur. Evliliğin her iki kanadı da-–erkek de, kadın da—bunu unutmamalı. Nikâh nasıl nezaketle yapılıyorsa, hiç şüphesiz boşanma da nezaketle olmalı. Kavgayla, küfürle, öfkeyle, fırçayla asla değil! Boşanmanın da Müslümancası vardır. Akl-ı selim üzere iken ve kibarca olmalı. Karı koca helâlleşerek ayrılmalı. Yoksa öfkeli iken ve küfürleşirken ceza olsun diye boşama lafını pat diye söyleyivermek sünnette yeri olmayan bir kabalıktır. Koca eğer gerçekten boşama yapmak istiyorsa, şer’î boşama bu değildir. Şer’î boşama başka bir şeydir. Yok, eğer ceza olsun diye, korku salmak için, koz amaçlı boşama lafını ağzına alıyorsa, bu daha vahimdir. Bu durumda hem kendisine, hem eşine zulmediyor demektir. Bunun faturası kendisine çıkar ve daha ağır çıkar. İslâm Hukukunda eşler arası çekişmelerin vukuunda; kocanın, boşama için bir hakemi vekil kılması veya tarafların evliliği sürdürme ehliyetlerini kaybetmiş olmaları halinde, hakemin vekâleten karı-kocayı boşaması mümkündür, sahihtir ve geçerlidir. Günümüzün medenî ve kanuni toplumlarında bu hüküm mahkemeler tarafından icra edilmektedir. Yani evlilik resmî nikâhla başlamakta; evlenmek için devletin tayin ettiği resmî görevlilere nikâh yaptıran koca, boşama yetkisini de zımnen devletin resmî mahkemelerine devretmiş olmaktadır. Çünkü kanunlar, evliliğin resmî görevlilerce başlatılıp, ancak resmî mahkemelerin hükmü ile bitirilebileceği, başka hiçbir şekilde boşamanın vaki ve muteber olmayacağı konusunda âmir bulunmaktadır. Koca bu hükme itiraz etmemekle beraber, başı sıkıştığında boşanmak için doğruca mahkemeye başvurmakla, esasen boşama yetkisini de mahkemelere devretmiş olduğunu ikrar etmiş olmaktadır. Nitekim sükût ve fiiliyat ikrardandır. Dinî emirlerin yeterince bilinmediği, hassasiyetlerin gerektiği gibi korunmadığı, kararlarda daha çok fevrîliğin ve öfkenin hâkim olduğu, İslâmî, insani, hukuki ve vicdani görevlerin ihmal edildiği günümüzde, hak ihlâllerine kapı açmamak, mağduriyetlere meydan vermemek ve aile facialarını önlemek için, “nikâhlanmak ve boşanmak” gibi iki önemli kurumun bizzat devletin resmî makamları tarafından üstleniliyor ve yürütülüyor olmasında, bu açıdan, hiç şüphesiz isabet vardır. Çünkü aile gibi sağlam, köklü ve önemli bir terbiye ve sorumluluk yuvasının dağılmasını, dinî hassasiyetten uzak, boşama nezaketinden ve evliliği bitirme bilgisinden ve sorumluluğundan yoksun, hırçın, kızgın ve fevrî hareket edebilen bir kocanın iki dudağı arasına vermek, İslâmiyet’in “nikâha” verdiği kerâmet ve hikmet ile bağdaşmaz. Kur’ân’ın, boşamalar için ön gördüğü “iki âdil şâhit” şartı1, evliliğin ve nikâhın bir kızgınlık veya fevrîlik anında bitirilivermesini önlemeye ve evlenmek gibi boşanmanın da hukûkî temele oturtulmasını sağlamaya yönelik bir tedbirdir. Meselenin bir diğer yönü de, şiddetli sinirlilik ve öfke hâlinde yapılan boşama, bir de olsa, üçten dokuza da olsa, geçerli değildir. Nitekim Hazret-i Âişe’nin (ra) rivâyetiyle, Peygamber Efendimiz (asm); “Gazap halinde îkâ edilen talâka ve köle azadına itibar olunmaz” buyurmuştur.2 Yine Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır ki, Allah Resûlü (asm): “Her talak caizdir. Ancak aklına hâkim olamayan matuhun (bunağın, asabiyetinden aklını kaybeden kişinin) talâkı caiz değildir” buyurmuştur.3 Gazabın ve öfkenin şiddetli olmasının ölçüsü, sonradan söylediklerine pişman olmak ve sözlerinden dolayı mahcubiyet duymaktır. Binâenaleyh, sinir ve kızgınlık halinde sarf edilen haddini aşmış sözlere sonradan pişman olunması, onun öfke ve gazap halinde söylendiğine delâlet eder. Bu delâlet ve kişinin kızgınlığını itirafı, nikâhın selâmeti için yeterlidir. Evliliğin saygın bir kurum olduğu hatırdan çıkarılmamalı, boşama sözü her kızgınlıkta ısıtılıp gündeme getirilerek, aile saadetinin başında bir tehdit unsuru olarak kullanılmamalı, kutsal aile bağları ikide bir rencide edilmemelidir. Çiftlerin birbirlerini sıkça itham etmeleri yerine, sıkça affetmeleri Allah nezdinde daha muteber ve daha makbul sayılmaktadır. Hatasız kulun olmayacağı, her hatâdan dönüşün mümkün olacağı ve her günah için af kapılarının ardına kadar açık olduğu nazara alınmalı; Allah’ın, Kendisine yönelen her kuluna günahları ve hatâları ile değil, yönelişi ve içtenliği ile değer verdiği unutulmamalı; eşler arasında, her zaman ve zeminde, acıda ve kıvançta, kederde ve sevinçte, sırf Allah için kurulmuş olan sevgi, barış ve muhabbet köprüleri korunmalıdır. İslâmî hassasiyetlerin yeterince takdir edilmediği zeminlerde talâk ve boşama meselesi de dahil, yeterince vâkıf olunmayan her meselenin tartışılmasından ve polemik konusu yapılmasından kaçınmalıdır. Böyle fer’î meseleler yerine, îmânî ve ahlâkî meselelerin gündemde tutulması, sevginin ve muhabbetin tesis edilmeye çalışılması, kavga ve öfke duygularının körüklenmemesi ve nihayet karşılıklı hataları ve kusurları bağışlamaya dönük adımlar atılması daha hayırlı bulunmaktadır. Dipnotlar: 1- Talak Sûresi, 65/2, 2- Taç, 2/993; Tecrit Terc. 11/357, 3- Tirmizî, Talak, 15 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat Kahramanları (26) Hesna Şener (1903– 22 Temmuz 1975) |
Birkaç sene önce kadın ve aile konularına meraklı biri olarak Hanımlar Rehberi’nde yer alan Tesettür Risâlesi’nin açılımını yapmaya gayret etmiştik. Aldığımız notlar, deryadan bir katre misâli Yeni Asya gazetesi’nde yayınlandı. Tesettür Risâlesi konusunda çalışırken yaptığımız araştırmalarda pek çok şaşırtıcı nokta ile karşılaştık. Bunlardan bir tanesi de şüphesiz bu risâlenin beraat öyküsüydü! Tesettür Risâlesine ve beraberinde Beşinci Şuâ’daki hakikatlere “serbestiyet” kararı veren hâkimlerden bir tanesi kadındı. Evet, Hesna Şener, altına imzasını attığı “beraat” kararıyla pek çok erkeğin ağır baskı nedeniyle korkup çekinerek destek vermediği o kara günlerde cesur bir hâkime hanım olarak Risâle-i Nur tarihindeki ve gönlümüzdeki yerini almıştı! Bugün Tesettür Risâlesi’ndeki, Beşinci Şuâ’daki hakikatleri rahat koltuklarımıza oturarak dostlarımızla mütalâa edebiliyorsak eğer, bunda “Sebeb olan yapan gibidir” sırrınca Hesna Şener’in de şüphesiz büyük bir payı var! O yüzden Şefkat Kahramanları yazı dizisinde Hesna Şener’in ismi olmasaydı, bir şeyler eksik kalırdı. Yazıyı hazırlarken Tarihçe-i Hayat’taki Denizli Hayatı bölümünü anlayabildiğimizce tekrar mütalâa ettik. Hesna Şener’in akrabası olan Handan Tola ile görüştük. Şener hakkında daha önce yazılanları, Barla Platformu’nun hazırladığı Kastamonu-Emirdağ yılları sergi katalogları da dahil olmak üzere gözden geçirdik… Eksikler çok fazla, ama elden gelen de bu kadar… Kusurlar bizden, iyilik, güzellik ve hayırlar Rabbimizden!
Eskişehir Ağır Ceza’dan, Denizli Ağır Ceza’ya… Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesi yüzünden “kanaat-i vicdaniyeye” dayanan bir kararla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanarak 1935’te 11 ay hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra Kastamonu’ya sürgün edilir. Risaâle-i Nur’un özellikle Isparta ve Kastamonu’da halk arasında hızla yayılması, hele Ayetü’l-Kübrâ risâlesinin İstanbul’da gizlice basılması İslâmiyet düşmanlarını telaşa düşürmüştür. Bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, “Gizli cemiyet kuruyor. Halkı hükümet aleyhine çeviriyor. İnkılabları kökünden yıkıyor. Mustafa Kemal’e deccal, süfyan, din yıkıcı diyor. Bunu hadislerle ispat ediyor” gibi bahaneler ve planlarla itham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine 126 talebesiyle beraber 1943 senesinin bir bahar mevsiminde gönderilir. (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Denizli Hayatı, s. 351–353, Yeni Asya Neşriyat, 2002) İddianamede Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Beşinci Şuâ ile birlikte Tesettür Risalesi’ndeki hakikatler de “suç unsuru” olarak yer almaktadır… Bediüzzaman Hazretleri “Bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risâlesi bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham etmek istiyor” der. (Age) Risâle-i Nur’un inkişafında önemli bir yeri olan Denizli Mahkemesi, 15 Haziran 1944 tarihinde “oy birliği ile beraat” kararı alır. Bu tarihi kararın altında Mahkeme Reisi Ali Rıza Balaban, Aza Hakkı Tözüner ve Salahiyetli hâkim Hesna Şener ve Kâtip olarak M. Akman’ın imzası vardır. (Kaynak: Kastamonu Yılları Sergisi Kataloğu, İstanbul 2009, Barla Platformu) (Resimde yer alan Denizli Mahkeme kararının altındaki imzalardan, net olarak mahkeme azalarının isim ve vazifelerini tesbit edebiliyoruz.)
Mahkeme reisi Ali Rıza Bey Handan Tola’nın, babası Ali İhsan Tola’dan naklen bize aktardığına göre; Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Ali Rıza Bey, aslında Bediüzzaman Hazretlerini talebelik yıllarından tanımaktadır. İstanbul’da Mekteb-i Kuzat yani Hukuk Fakültesinde okurken, Şekercihan’da görüşmüş ve ilmine vakıf olmuştur. Denizli Mahkemesi’nde sunulan İddianamedeki suçlamaların asılsız olduğunun bilincindedir. Bu yüzden Bediüzzaman Hazretlerinin “Hakim-i adil” olarak vasıflandırdığı Ali Rıza Beyle diğer mahkeme üyeleri oybirliğiyle beraat kararını imzalarlar. Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin bu kararı Risâle-i Nur hizmetindeki önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder.
Vicdanlı hâkimler… Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda Hesna Hanımı ismen zikrederek teşekkür eder: “Mahkemede zabıt kâtibi ve azadan Hesna Hanım ve sorgu hâkimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı, bilhassa başta Müftü Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime selâmımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz.” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 44)
“Gavsların, kutupların yanında ona duâ ediyorum!” Hâkime Hesna Şener Hanım, Isparta Senirkentlidir ve Bediüzzaman Hazretlerinin Talebelerinden Ali İhsan Tola’nın akrabasıdır. Beraat kararı verildikten bir müddet sonra Bediüzzaman Hazretleri Ali İhsan Tola’ya bir vazife verir. Ali İhsan Tola bundan sonrasını şöyle anlatır: “Beraat kararından bir müddet geçtikten sonra bir gün Üstad Bediüzzaman Hazretleri ‘Ali İhsan, Hesnâ kızıma selâm söyle, ben onu mânevî evlatlığıma kabul ettim!’ dedi. Üstad bunu bana söyledi ama o zamanlar biz açık saçık kadınların yanlarından geçmezdik. Onun için gitmedim! İkinci sefer Üstadın yanına vardığımda yine ‘Mânevî evlâdım Hesnâ’ya selâm söyle!’ dedi. Yine gitmedim. Üçüncüde ‘Sen hâlâ gitmedin mi?’ deyince artık gitmek bana farz oldu diyerek gittim. Denizli sıcaktı. Vardım odasına girdim, selâm verdim. Kısa kollu giymiş, etekler dizinde... Şöyle kapıya yakın bir yere durdum. Bana ‘Gel bakalım koca Nurcu!’ dedi. Hemşehrilik de var, Isparta Senirkentli’yiz... Akrabalık da var. Beni tanıyor. Ben de, ‘Sen de Nurcusun!’ dedim. Böyle deyince orada bulunan bir görevliye; ‘Sen kapıyı kapat ve bize de iki çay söyle!’ dedi. Bunun üzerine ‘Üstad’dan size selâm getirdim. ‘Mânevî evlâdım Hesnâ’ya selâm söyle’ dedi’ deyince Hesnâ Hanım başladı ağlamaya! ‘Ali İhsan! Ne dünyaya yaradık, ne âhirete... Babama kızıyorum... Beni okutacağına, köyümüzün çobanı sümüklü Hasan’a verseydi... Dinimi, Müslümanlığımı yaşar, çoluk çocuk sahibi olurdum. Enâniyetten, evlenmedim bile!’ dedi. Dedim ki ‘Hesna Hanım! Ona mânevî evlât olmak, o kadar basit bir şey mi? Bu sana yeter!’ ‘Acaba ona lâyık olabildik mi ki?’ dedi. “Üstadın huzuruna vardığımda, durumu arz ettim. Üstad ‘Ali İhsan, ben onun ismini gavsların, kutupların yanına yazdım, ona ben onlarla beraber duâ ediyorum. Erkekler korktu ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak!’ dedi. Bana da ‘Ne o, Hesnâ tesettürsüz diye darılıyor muydun? İşte tesettüre riâyet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risâlesi’ni de beraat ettirdi. Essebebü ke’l-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!’ dedi.” (İhsan Atasoy, Kulluğu İçinde Bir Sultan: Tahiri Mutlu, s. 83-4) Handan Tola, yukardaki hatırayı babasından defalarca dinlediğini bize aktardı. Babası Ali İhsan Tola bu hatırayı anlattıktan sonra Bediüzzaman Hazretlerinin ona “Hesna Hanım tesettürsüz diye görünüşe bakıp da aldanma İhsan! Cenab-ı Hak isterse, açık bir hanımın elinden de Tesettür Risâlesine serbestiyet verdirir!” ikazını yaptığını da nakletti.
Alay Müftüsü bir baba: Nuri Bey Babası Nuri Bey Alay Müftüsüdür. Çocuklarının hepsini tahsilli olarak yetiştirmeye önem verir. Kızı Hesna Hanım, Senirkent’in ilk kadın üniversite mezunudur! Not: Osmanlı dönemindeki Alay Müftülüğünün konumu şimdiki müftülük makamından çok farklıdır: Osmanlılar, Kara ve Deniz Kuvvetleri’nde askerleri dinî konularda aydınlatmak, morallerini yüksek tutmak ve harp esnasında onlara cesaret vermek için imam ve müftüler vazifelendirmiştir. Bu din adamları cephelerde çok büyük yararlılıklar göstermişlerdi. Protokolde yüzbaşıdan önce kolağasından sonra gelen alay imamları terfi ederek “alay müftüsü” olurlardı. Alay müftülerinin protokoldeki yerleri “alay emini”nin altında ve kolağasının üstünde idi. (Kaynak: Mustafa Birol Ülker, Tarih ve Düşünce Dergisi, Mart 2003)
Yardımsever ve şefkatli Hesna Şener sadece dürüst, vicdanlı bir hâkim değil, aynı zamanda çevresinde her zaman yardımseverliği, şefkati ile tanınan da bir isimdir. Merhum Ali İhsan Tola’nın değerli kızı Handan Tola’nın bize anlattığına göre Hakime Hesna Şener hayatı boyunca evlenmez. Ablası ikinci çocuğunu dünyaya getirirken vefat ettiğinde, doğan bebeği yanına alır. Hayatı boyunca yeğeninin bakımını üstlenir, onu yetiştirir. Tahsilini tamamlatır, evlendirir… Senirkent’in eşrafından Tolalar ile akraba olan Hesna Şener, aynen Risâle-i Nur’un matbaalarda serbestçe basılmasına vesile olan DP Isparta milletvekili Tahsin Tola gibi Risale-i Nur’un şanlı tarihinde yer alan ve ebediyen hayırla yâd edilecek olan isimlerden birisidir.
Senirkent’in ilk üniversite mezunu, ilk kadın hukukçusu, ilk kadın hâkimi Senirkent’in yukarıda saydığımız ”ilk”leri Hesna Şener’dir. Otuz üç sene hizmet ettiği Denizli’de o kadar çok sevilir ki, vefat ettiğinde meslektaşları ve halk onun cenazesini Senirkent’e göndermek istemez. Denizli’de toprağa verilir. Vefat haberi 9 Ağustos l975 Senirkent Postası gazetesi’nde şöyle verilir: “İlk kadın hukukçumuz, ilk kadın hâkimimiz Hesna Şener’i kaybettik” “İlk üniversite mezunu, ilk hukukçu ve ilk hâkim hanımlarımızdan Hesna Şener’i 22 Temmuz l975 tarihinde kaybettik. l903 yılında Senirkent’te doğan, merhum emekli Yarbay Nuri Şener ve merhume Akile Şener’in kızları ilk, orta, lise ve üniversite tahsillerini başarılı bir şekilde bitirdikten sonra bazı yerlerde geçen kısa hizmetinden sonra en son Denizli hâkimliğine tayin edilmiş ve 33 yıl yer değiştirmeden bu şerefli vazifesine devam etmiştir. “Vefatını haber alan akrabaları cenazesini Senirkent’e getirmek istemişlerse de Denizli’nin kadirbilir ve vefakâr halkı memleketlerine 33 sene hizmet eden hâkimlik gibi güç bir hizmeti hakkıyla başaran, hiç bir şeyin karşısında zayıf davranmayan hayırsever, insancıl halleriyle ve ideal bir ahlâk örneğiyle herkese numune olan bu mümtaz hemşehrimizin cenazesini bütün ısrarlara rağmen Denizli halkı ve meslektaşları vermemişler, gönüllerindeki sevgi gibi kendi topraklarına gömmek istemişlerdir. Cenaze merasimine pek çok halk katılmış, derin bir tazim, saygı ve huşu içinde ve arkadaşlarının omuzları üzerinde değerli kızımız Denizli asrî mezarlığına defnedilmiştir.” 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Derelerin kardeşliği |
Bir gün derelerimizin yerini öğrenip de sularını yutacaklarını aklımın uçundan dahi geçirmezdim. Değil bunu, bir gün köyümüze arabanın geleceğini dahi hayal edemezdim. Köyümüze bir kilometre mesafedeki ağaç köprüden geçerken “Hiç olmazsa arabalar bu köprüden karşıya kadar geçebilse” derdim. Keşke demez olmasaydım... Çünkü çok daha yukarılara gittiler. Gel zaman git zaman günün birinde baktık ki, acaip bir gürültü var. Hem de hiç durmuyor. Biz köyümüzde sadece gök gürültüsünü, bir de rüzgâr gürültüsünü bilirdik. Meğer daha nice gürültüler varmış şehirlerde. Aman Allah’ım bu ne gürültü, beynimizin içine giriyor! Büyüklerimize sorduğumuzda “Taşlar deliniyor köye araba gelecek” dediler. Ne kadar da sevinmiştik o çocuk aklımızla. Çünkü o zamanlar -1970’li yıllar- araba demek bizim için çok uzaktan gördüğümüz “bağıran renkli kutu” gibi bir şeydi. Biz arabayı ancak beşinci sınıf diploma fotoğraflarını çekmek için çarşıya indiğimizde görmüştük. İşte o gürültüyü duyduğumuz gün bizim köyümüzde değişim yavaş yavaş başladı. Önce araba geldi. Çarşıdan yığın yığın mallar geldiği için köyümüzde kocaman bir çöplük meydana geldi. Telefon geldi, mektuplaşma bitti. Televizyon geldi komşuluk bitti. Şimdi de sıra derelerimize geldi. O dereler ki, biz onların sesiyle büyüdük. Köyümüze bir kilometre mesafeden akan büyük derenin (Çayeli Senoz Vadisi, Haçikli deresi) sesi bize ninni gibi gelirdi. Senelerce hangi iş için evden çıktıysak derelerin sesleriyle yürüdük. O dereler yöre halkının damarlarındaki kan olmuştur adeta. Bizler uyurken de, yemek yerken de o derelerin sesini hep duyduk. Hatta ibadet yaparken de onların sesiyle huşû bulduk. Şimdi derelerimiz kurutuluyor. Üzerlerine HES’ler, barajlar yapılıyormuş. Derelerimizi yıllarca aktıkları yerden alarak yabancı yerlere götürüyorlarmış. O sulama arklarımız da mı kuruyacak? Sıcak günlerde mısırımızı öğütürken arkına ayaklarımızı serinlettğimiz değirmen arkımız da mı kuruyacak? Ot biçerken kenarında ‘azık’ yediğimiz o küçük dere de mi? Ya da ineklerimizin su içtiği köyümüzün ortasından akan ‘caminin deresi’ de mi kuruyacak? Bu çok korkunç bir şey. Bizim nesil derelerin akmadığı bir yerde yaşayamaz ki. Çünkü biz derelerin sesiyle büyüdük. O sularda yıkandık bir kere. Guslümüz ondan oldu gaslimizin da o sularla olmalı değil miydi? Nereden bilebilirdik ki bir gün kuş uçmaz kervan geçmez çarşıdan otuz- kırk kilometre uzaktaki derelerimizin sesini duyup da boğmak için başlarına tuzak kuracak? Maalesef Rize’nin Çayeli ilçesindeki bazı köylerinde derelerin üzerlerine kurulan “HES”ler dolayısıyla kuruyan derelerin resimlerini gördük. Çok üzüldük, hüzenlendik. Bırakın, derelerimiz aşağı aksın! 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Hayat bugün size ne öğretti? |
Yaşadığınız olaylar, hayatınıza giren insanlar ve tanık olduğunuz süreçler size neyi öğretti ya da neyi öğretmeye çalıştı? Bugünlerde neyi fark etmeniz isteniyor olabilir? İnsan bu soruyu kendine her gün de sorabilir, belli bir yaş diliminde, durması ve beklemesi gerektiği zamanlarda da yöneltebilir. Hayat bana bugün ne öğretti, ondan neler öğrendim. Ya da bunca yıl yaşadığım süreç bana neyi anlatmak istedi, neleri yakalayabildim, neleri tutabildim, neleri kaçırdım aslında? Hayata, yaşadığımız olaylara ve hayatımıza giren insanlara bir bütünün parçaları olarak baktığımızda, olayların görüntüsü tamamen değişir. Bütün belirsizlikler ve anlamadığımız yönler, daha net görünmeye, daha iyi seçilmeye başlar. İnsan daha az korkar yaşadıklarının görünmeyen yönlerinden, kendini daha güvenli hisseder bilmediği yerlerde.. Başına gelen ve yaşadığı her şeyin aslında büyümek ve özgürleşmek için büyük bir planın parçası olduğunu anlar. Seni büyüten yavaş yavaş öğretir, sabırla anlatır, ipuçları verir, tekrar tekrar sorar anlayamadığında... Ama asla vazgeçmez senden... Sen öğrenmekten vazgeçsen bile, O sabırla dener, farklı yollardan anlatmaya çalışır. Ona direnmezsen ve yüreğinin sesini kısmazsan daha kolay anlarsın... Kaybetmekten ve yüzleşmekten korktuğun her şeyle karşılaşmadan gerçek anlamda büyüyemeyeceğini sen de bilirsin, ama direnirsin... Çünkü insanın en zor gördüğü ve en zor değiştirdiği de yine kendisidir. Bazen yol apaçık görünse de, gözünü çevirir, aklıyla ikna eder kendini, yüzleşmenin verdiği acıyı yaşamaktansa, bir süre daha eski alışkanlıklarıyla yaşamayı seçer. Ne kadar sıkıntıları ve ağırlığı olsa da, eski alışkanlıklar daha güvenli gelir. bütün bildiklerinin ve kendini inandırdıklarının kapağını kaldırmak cesaret ister. Bir çok şeyin bildiğinin aksi çıkması ise sabır kadar, sükûnet de bekler. Hayat sürekli denemen ve öğrenmen gereken bir süreç olarak karşılar seni.... Eski acılara tutunup, sürekli onları tekrarlayarak öfkeni ve hırsını büyütmeyi tercih edersen, yükünü ağırlaşmış bulursun... Öğrenmenin görüntüde ağır olmakla birlikte, aslında büyütücü ve özgürleştirici yönünü de kaçırmış olursun... Hayat ne öğretti size? Şimdi bu yaşlarda nasıl görünüyor, yaşadıklarınız? Yıllar önce nasıldı, ne renkti dünya? Sebepsiz mutluluklarınız oldu mu ya da sebepsiz hüzünleriniz? Yorulduğunuz ve tükendiğinizi hissettiğiniz zamanlarda, yola devam etmek ve tekrar başlamak için neler yaptınız, kendinizi nasıl harekete geçirdiniz? Bilmediğiniz yerlerde kayboldunuz mu? Tüm bildikleriniz tam tersiymiş gibi geldi mi hiç? Bir adım bile geri dönemeyecek kadar canınız yandı mı? Yolun sonu sanırken, yeniden açıldı mı tüm kapılar? Bitti derken, aslında başladığını fark ettiğiniz oldu mu? Bir kapı arkasında kendinizi küçük bir çocuk kadar ağlamaklı buldunuz mu ya da yüreğinizin her şeyi içine alacak kadar büyüdüğünü hissettiniz mi? Hayat sana ne öğretti bugün? Neler fısıldadı kulağına? Bugün ona kulak ver, tekrar sesini duymaya çalış, sana öğretmeye çalıştıklarına çevir yüzünü... Barış onunla, bitir küskünlüğünü, kızgınlığını affet, her şeyin senin için olduğuna inan... Bırak kendini kaderin güvenli sularına... Onun seni asla bırakmayacağına inan... Sana öğretmeye çalıştıklarının sesini sükûnetle dinle... 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Fahrî yazarlar |
Gazete muhtevasında köşe yazısı ve makalelerin de hayli önemli bir yeri var. Ve bunların içinde ilk sırayı, aktüel gelişmelerin yorumlandığı günlük yazılar alıyor. Daha sonra haftalık periyodda yayınlananlar geliyor. Bunların dışında, fahrî yazarlarımızın gayrimuntazam fasılalarla yazdıkları yazılar mevcut. Konusuna göre, bazan haber, bazan ekonomi, bazan kültür-sanat sayfalarında ve çoğu zaman Elif ekinde yayınlanan bu yazılar da gazetenin muhtevasına ayrı bir çeşni ve zenginlik katıyor. Ekseriyeti hiçbir karşılık beklemeden, sırf gazete muhtevasına katkıda bulunmak için, hasbî düşüncelerle kaleme alınan bu yazılar, gazetemizin aynı zamanda yazar sıfatı taşıyan dinamik bir okuyucu kitlesine sahip olduğuna da işaret. Bunlara bakarak, fahrî yazar kadrosu en güçlü gazetenin Yeni Asya olduğunu ifade edebiliriz. Özellikle temayüz eden genç kabiliyetlerin gönderdiği çalışmalar bizi çok memnun ediyor. Şu anda gazetede yorum yapan “profesyonel” kadro da, bir zamanların genç yazarları içinden çıktı ve bu işi hizmet eksenli bir meslek tercihi haline getirerek seneler içinde bu noktaya geldi. Şimdi gazetede imzalarını gördüğümüz gençlerden de, geleceğin kadroları çıkıp yetişecek. Yeni Asya’da göreve başladıktan sonra yaptığımız işlerden biri de, genç kabiliyetlerin gönderdiği çalışmaları değerlendirmek, onlarla yazışmak ve yönlendirici tavsiyelerde bulunmaktı. Bir dönem bu işi ekip olarak yürüttük. Çanakkale’de öğretmen iken Yeni Asya’da istihdamı için İstanbul’a celb edilen rahmetli Şaban Döğen de bir ara bu ekibin içinde yer aldı. Bugün olduğu gibi o zaman da müdebbir konumuyla çalışmaları tedvir eden Yeni Asya emektarlarından Ali Toker’in, gençlerden gelen mektupları Döğen’e verirken tekrarladığı “Verin Şaban’a, gitmez yabana” lâtifesi, o günlerden kalma tatlı bir hatıra olarak hâlâ hafızamızda. Sonraki dönemlerde, gençlerle irtibat ve yazışma işini Köprü dergisi ekseninde sürdürdük. Kopyalarını hâlâ klasörler içinde muhafaza ettğimiz bu yazışmalar, epeyce genç kabiliyetin keşfedilmesine ve yönlendirilmesine vesile oldu. Teşvikkâr ifadelerle kaleme alınıp antetli kâğıt ve zarflarla gönderilen cevabî mektupların, gençler üzerindeki motive edici tesirini gördük. Bu irtibatın her zaman canlı bir şekilde sürdürülmesi ve bunun için “kurumsal” bir yapının oluşturulması gerekiyor. Özellikle, geriden gelen potansiyelin keşfedilip değerlendirilmesi ve mevcut kadroları takviye etme yolunun açık tutulması açısından bu nokta son derece önemli. Bazan iyi işlemeyip aksamasının nasıl sıkıntılara ve haklı şikâyetlere yol açtığıni biliyoruz. Fahrî yazar katkısının değerini çok daha iyi idrak ettiğimiz tarihî örneklerden birini 1992 Mayıs’ında yaşanan sıkıntı sonrasında gördük. Uzun yıllar içinde yetişen dönemin yazıişleri kadrosu o hadisede bazı istisnalar dışında tümüyle işi bırakınca, gazete bir anda boşalıverdi. Ama çok enteresan bir şekilde, bu boşalma, dışarıdaki fahrî yazar kadrosunun, özel bir organizyona gidilmeden, fıtrî ve insiyakî bir şekilde, adeta seferberlik ilân ederek harekete geçmesi ile, o “boşalma hali” birkaç gün içerisinde kalktı ve gazete muhteva yönüyle eskisinden daha dolu ve tatminkâr bir şekilde çıkmaya başladı. Böylece Yeni Asya’nın nasıl bir şahs-ı manevîye dayandığı bir kez daha gözler önüne serildi Bu vâkıa, Yeni Asya misyonunun kişilerle kaim olmadığı gerçeğinin tekrar altını çizerek, bu hizmette hiç olmaması gereken, ama özellikle vitrindekiler açısından, biraz da yapılan işin tabiatı gereği ciddî bir imtihan unsuru oluşturan enaniyetlerin “şahs-ı manevî havuzunda eritilmesi” ve “şahısların öne çıkarılmaması” başta olmak üzere, hepimize önemli dersler veriyor. İhlâs temelinde kurulan bu şahs-ı manevînin, kader tarafından farklı, ama birbirini tamamlayıcı vazifeler tevdî edilen âzalarına selâm olsun. 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Fakirlik çizgisi |
Zengin ile fakir arasındaki uçurumun artması, dünyayı idare edenlerin henüz çözemediği bir problem. Bazı insanlar zenginliklerine zenginlik katarken, bazıları da gün geçtikçe daha fakir hâle geliyor. Dünya üzerindeki ülkeler arasında zengin-fakir ‘liste’si olduğu gibi, aynı ülkede yaşayan insanlar arasında da bu çelişki yaşanıyor. Bugün itibarıyla ‘en zengin ülke’ kabul edilen devletlerde bile mutlaka ‘çok fakir insanlar’ vardır. Aynı şekilde ‘fakir ülke’lerde yaşayan, ama ‘çok zengin’ olan insanlar da var. Sözgelimi, Afganistan’da yaşadığı halde, Kanada’daki gibi hayat sürdüren ‘insan’lar vardır. Ülkemiz de, zenginleri ve fakirleri arasında “uçurum” olan ülkeler arasında yer alıyor. Hem ‘paraya para demeyen’ zenginlerimiz; hem de karnını doyurmakta zorluk çeken vatandaşlarımız var. Gerçi ‘fakir’lere yardım etmek için kurulan onlarca dernek ve vakfımız da var. Ama bu vakıf ve derneklerin gerçekten ‘muhtaç olanlara ulaşması’ her zaman mümkün olmuyor. Bunu nereden anlıyoruz? Birkaç gün önce meydana gelen terör saldırısında şehit olan askerimizin ailesi fakir mi fakirmiş. Fakirliğin derecesini anlamak için gazetelere yansıyan habere bakmak yeterli: Şehidin; Adana, Kozan’da yaşayan ailesinin cenazede giyebileceği gömleği bile yokmuş. Tabîi hemen çare bulunmuş: Belediye başkanının araya girmesiyle gece vakti bir dükkân açılmış ve şehidin ailesine giyebileceği elbiseler hediye edilmiş! (HaberTurk, 22 Temmuz 2010) Tekrarlayalım: Oğlunu askere gönderen bir ailenin, giyebileceği bir ‘gömleği’ yok ve “Büyük Türkiye”nin bu hadiseden ancak askerin şehid olması sonrasında haberi oluyor! Bunu kabul etmek mümkün mü? Hatırlamak lâzım ki, devletin de sırf bu iş için kurduğu ve milletin de “Fak-Fuk-Fon” dediği “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı/Fonu” vardır. Buradaki imkânlar nereye ve nasıl harcanıyor ki, bir askerin ailesi bu kadar fakr-u zaruret içine düşüyor? Oğlunu askere almayı bilen ‘sistem’, muhtaç olan ailesine yardım etmeyi bilmiyor mu? Hadiseden sonra devreye giren ‘yetkililer’ şehidin ailesine ‘ev’ sözü dahi vermiş. İyi güzel de, bunu, çocukları şehit olmadan düşünemediniz mi? Bu hadise şunu gösteriyor: Özel ya da devlete ait yardım kuruluşları gerçekten muhtaç olanları tesbit etmekte yetersiz kalıyor. Yardım kuruluşlarının istismar edilmesi korkusuna karşı alınan ‘aşırı tedbir’ler belki de bu neticeleri doğuruyor. Bazı kuruluşlar, kişinin ‘muhtaç olduğunu’ isbatlaması için öyle şartlar ileri sürüyor ki, yardım almak için o kapıya gidenler bin pişman oluyor. Daha önce bir vesile ile aktardığım ve şahit olduğum böyle bir hadiseyi yeniden hatırlatmak mecburiyeti hâsıl oldu: Muhtaçlara yardım ettiğini ‘gazete haberleri’nden duyduğum bir belediye başkanının eşinin yönettiği ‘derneğe’ muhtaç bir ailenin ismini bildirdim. Muhtaç ailenin adresini o ‘kurum’a götüren ‘aracı kişi’ye ne deseler sevinirsiniz: “Bu ‘muhtaç kişi’ (partimizin) hangi ilçesine kayıtlıdır?” Bu cevap gelince, “Tamam kalsın. Bu aile sizin gibi insafsızlara muhtaç değildir. Konu komşunun yardımıyla geçinir” deyip, “çirkin siyaset”in yüzüne tükürdük! Şehit ailelerini de üzen bu görüntü, “Büyük Türkiye”ye yakışmıyor, vesselâm. 25.07.2010 E-Posta: [email protected] |