Süleyman KÖSMENE |
|
Yeni Asya'da Kur'ân coşkusu |
Bu günlerde gazetemiz Yeni Asya’da “2 Muhteşem Ramazan Hediyesi” müjdesiyle Ramazan hediyeleri tanıtılıyor. Aslında gazetemiz, bu Ramazan’da beş muhteşem Ramazan hediyesi verecek. Bunlardan ikisini 59 kupon karşılığında, ama yeni abone olanlara hemen verecek; üçünü de, Ramazan ayının her bir Cuma’sında birer hediye olmak üzere o günkü gazeteyle birlikte günlük verecek. Toplam, beş adet Kur’ânî hediye! Kur’ân ayında ancak Kur’ân hediye edilir. Kur’ân’ın okurlarına, Kur’ân’ın inanırlarına, Kur’ân’ı hayatının gayesi bilenlere, Kur’ân’ın en temel meselesi olan iman meselesinde tahşidat yapanlara ve hizmet edenlere, Kur’ânî hakikatler ile dünyayı sarsanlara, Kur’ân’ın şefaatini umanlara, Sırat Köprüsünde Kur’ân’ı yol gösterici bulmak isteyenlere Kur’ân’dan daha güzel hediye düşünülebilir mi? Kur’ân ayında Kur’ân coşkusu Yeni Asya’ya ve Yeni Asya’nın okuyucusuna, tanıtımcısına, işçisine, gönül verenine yakışıyor! Çünkü Kur’ân’da öyle bir hakikat ve harita var ki, iz düşümü ve gölgesi dünyayı güzelleştiriyor, aslı ve hakikati ebediyet âlemlerini aklın ve hayalin ötesinde birer saltanat kılıyor. Kur’ân, okuyucusunu ebediyet âlemlerinin ana caddelerinde, yollarında, sokaklarında bir sultan edasıyla gezdiriyor. Kur’ân, bu sebeple geçmiş ve günümüz kavimleri içinde en hayırlı bir ümmet çıkarmıştır. Bunu, “Siz, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” 1 âyetiyle müjdeliyor! Şu Peygamber (asm) sözlerine bir bakın Allah aşkına: * “Hiçbir Peygamber yoktur ki, kendisine insanların inanmasını sağlayan üstün bir mu'cize verilmiş olmasın! Şüphesiz ki, bana verilen en büyük mu’cize de Allah’ın bana vahyettiği Kur’ân’dır! Umarım ki ben kıyamet gününde, bütün peygamberlerin en çok ümmetlisi olacağım!” 2 * “Kur’ân şefaat edicidir! Şefaati kabul edilendir! Şereflidir! Tasdik edicidir! Kim onu önder edinirse, onu cennete götürür.” 3 Kur’ân ehlinin kim olduğu hakkında Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “İnsanlardan Allah ehli olanlar vardır!” Ashab-ı Kiram soruyor: “Onlar kimlerdir ya Resulallah?” Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “Onlar Kur’ân ehlidirler. Bütün mesailerini Kur’ân’ı okumaya, anlamaya, onunla amel etmeye, ona hizmet etmeye, onun hakikatlerini neşretmeye tahsis ederler!” 4 Yeni Asya’nın hediye paketinin içinde, hediyelerden birincisi, cep boy Kur’ân-ı Kerim’dir. Açık ve net yazılışlı, bilgisayar hatlı, gül kokulu, Allah lâfızları renkli harfle yazılmış, cepte taşınabilir, her yerde rahatça okunabilir. Yeni abone olanlara hemen Ramazan ayının başında verecektir. Hediye paketinin diğer hediyesi: Risâle-i Nur Külliyatından Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesidir. Bu risâle, Bediüzzaman Said Nursî’nin kerametli risâlelerinden birisidir. Mu'cizeler kaynağı olan ve Hazret-i Muhammed’in (asm) en büyük mu'cizesi olan Kur’ân’ın, kırk çeşit mu’cizesini bildiriyor. Mülhitler tarafından tenkit konusu yapılmış, ehl-i fen tarafından itiraza uğramış, cinnî ve insi şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz kalmış çok sayıda âyeti harika bir biçimde tefsir ediyor. Mülhitlerin ve fen ehlinin kusurlu zannettikleri âyetlerin, bilâkis i’cazın ve belagatin zirvesinde hakikatlerden bahsettiğini ilmi kaidelerle ispat ediyor. Yazılışı da kerametli olan Mu'cizat-ı Kur’âniye Risâlesi, semadan hakikat çeşmesinin musluğu açılmış da dökülen hakikatler derhal kaleme alınmış gibi, gayet sür'atle, hiçbir hakikat dışarıda bırakılmadan, her yirmi otuz sayfası iki üç saatte bir yazılarak kaydedilmiştir. Bu kerametli risâle günümüze kadar binlerce defa basılmış ve baskıları daha matbaada iken tükenmiştir. Bu risâleyi Yeni Asya indeksli, dipnotlu, âyet ve hadis mealli, sözlüklü ve kronolojik bilgili bastı. Her sayfada hem asli metne, hem asli metnin hemen altında sözlük ve dipnotlara ve âyet ve hadis meallerine ulaşmak mümkün. Kitabın sonuna yer indeksi, şahıs indeksi ve genel kavramlar ve kelimeler indeksi konulmuş. Ayrıca sonunda tarihsel gelişim ve olaylar içinde Bediüzzaman Said Nursî’nin kronolojik hayatı özetlenmiş. Eser, Risâle-i Nur ile yeni tanışanların bile zevkle ve anlayarak okuyacakları bir içim su haline getirilmiş. Bu eseri okuduktan sonra Kur’ân’ı okumaya ve anlamaya doyum olmuyor. Yeni Asya’nın, Ramazanın her bir Cuma’sında o günkü gazete ile birlikte vereceği başka hediyeler de var: Peygamberimizin (asm) Dilinden Dualar, Cep İlmihali ve Namaz Hocası. Bu güzide eserlerin her birisini bir Cuma gazetesi ile birlikte verecek. Böylece günlük hayatımızla ilgili Sevgili Peygamberimizin (asm) ne gibi dualar yaptığını cep boy bir hazinede öğreneceğiz. Namazla ilgili herkesin anlayacağı bir üslûp ve bilgiler demeti ile namazın hakikatine ulaşacağız. Günlük dini görevlerimizi ve sorumluluklarımızı da yine cep boy bir ilmihal bilgileri demeti çerçevesinde öğrenmiş olacağız. Eminim, Yeni Asya’yı ve Yeni Asya’nın güzide okuyucusunu gökte melekler alkışlıyor! Çünkü bu gayretlerin zerresinde bile dünyevî kaygı ve hesap yok! Allah rızası için, hasbi bir biçimde, Allah’ın dinini neşretme gayreti ve himmeti var. Onun için bu günlerde Yeni Asya ve Yeni Asya’nın güzide okuyucuları imrendiren bir çalışma ve ebedî meyveli bir gayret içinde. Binler tebrikler Yeni Asya’ya ve Yeni Asya’nın müstesna okuyucularına! Allah ebeden razı olsun!
Dipnotlar: 1 Âl-i İmran Suresi: 110; 2 Buhari, 6/97; 3 İtkan, 4/104; 4 İbn-i Mace, 1/78 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Biz bu dünyaya niye gönderildik? |
Bektaşiye sormuşlar: “Niçin gömleğini yıkamıyorsun?” “Kirlenir!” diye cevap vermiş. “Yıkarsın!” “Yine kirlenir!” “Tekrar yıkarsın!” “Yine kirlenecek!” “Sen de bir daha yıkarsın...” “Bu dünyaya gömlek yıkamaya mı geldik birader!” *** Çevremizi dikkatle gözlemlediğimizde, en küçük canlılardan en büyüklerine, hatta cansızlara kadar her varlığın bir, hatta birkaç vazifesi, işlevi olduğunu görüyoruz. Mikroplar (bakteriler, virüsler) yeryüzüne düşen bitki, hayvan artıklarını istihâleye uğratarak azot halinde toprağa verirler. Cenâb-ı Hakk’ın koymuş olduğu şu mükemmel düzene göre konuşacak olursak; eğer mikroplar olmasaydı, sadece sivrisinekler bir senede yeryüzünü 14 metre kalınlığında kaplayacaktı! Bitkiler, ağaçlar olmasaydı, yeme-içme bir yana, oksijen soluyamazdık! Şu halde, muhteşem ruh/duygu, cihaz ve âletlerle donatılan insanın da, elbette dünyaya gönderilmesinin bir ana ve birçok tâlî gayesi ve hikmeti olmalıdır. Sahi bu dünyaya niye gönderildik? Neden ruhlar âleminden başlatılarak anne rahmine, oradan bebekliğe, çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa, kabre, haşre dek uzanan uzun bir sefere gönderildik? “Gönderildik” diyoruz, zirâ, bu seyahati biz planlamadık. Hiç haberimiz olmadan, yokluk karanlıklarından aydınlık varlık âlemine çıkarıldık. Öyle ise, bizi buraya gönderen bizden ne istiyor? Dünyaya gönderilişimizin asıl gayesinin “Allah’a iman ve ibadet” olduğu, yapımıza takılan hârika duygu ve cihazlardan pekâla anlaşılabilir. “İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, ‘Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?’ bilmektir… Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.” 1 İnsanın en önemli vasıflarından birisi de, idrâk, düşünebilme, tefekkür edebilme, “okuma” ve okuduğunu anlayıp “yorumlayabilmesi” değil mi? Şu halde, dimağımız, zihnimiz, “okuma ve tefekkür”e göre dizayn edilmiştir, diyebiliriz. Tıpkı, göz görmek, kulak işitmek, dil tatmak, burun koklamak, ciğer havayı teneffüs etmek, mide yiyecekleri öğütmek ve kalb zikretmek için dizayn edildiği gibi... Eğer onların gıdası verilmezse, köreldikleri, hantal hale geldikleri gibi; dimağ, zihin de okuma ve tefekkürle gıdalandırılmazsa, artık işlemez hâle geliyor ve dumura uğruyor!
Dipnot: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 285-286. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Tesbihin ipi kopmasın |
Her ne hikmetse mevsim sıcaklığının artışı gibi, bütün kurum ve kuruluşlarda, konuşmalar, feryatlar, ağıtlar, figanlar ayyuka çıkmış vaziyette. Medyanın dışında da gezdiğinde yine aynı hal ile karşılaşıyorsun. Bazan bir vurmada bin ah işitiyorsun. Siyaset âlemi bütün ağırlığıyla hakim olmuş vaziyette. ”Ruh ve akıl” denge ve müstakim yolu tartışılır haldedir. 73 milyonluk Türkiye’de 20 milyon vatandaş yüksek tansiyonlu. Hâl-i hazırdaki âlem çarşısındaki görüntüler tansiyonlulara yeni ilâveler yapmaktadır. 73 milyonda bir hisse sahibi olmamız hesabıyla bizlerin de bu hissenin üzerine düşeni yapması elzemdir. Üstümüze düşen en büyük vezâif, halkın arasındaki manevî bağları sağlamlaştırmak ve herkesin birbirini sevmesine ve selâm vermesine zemin hazırlamaktadır. Bir mânâda tesbihin ipi sağlam durmalı, kopmamalı. Koparsa toparlamak için akıl almaz badirelere sürüklenebiliriz. İstikbali iyi teşhis etmek lâzımdır. Bediüzzaman Hazretlerinin, divan-ı harpte kendisine sorulan “Sen de şeriat istemişsin?” suâline karşı verdiği cevabın bir satırı şöyle: “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!" Efendimiz (asm) “İki günü müsavi olan zarardadır” buyurmuştur. Aynı mânâda bizler de çok şeyler istiyoruz. Fakat bu isteklerimiz hem meşrû zeminlerde olacak, hem de millî birlik ve beraberliğimizi bozmayacaktır. Bu inanç ve düşünce içinde geçtiğimiz haftanın Mübarek Berat Gecesine de dahil günlerde Seydişehir ve Beyşehir ilçelerinin kasaba ve köylerinde çoğunlukla cami cemaatiyle ve geleneksel yemek topluluğunda insanlarla, arkadaşlarım Ömerler, Aliler, Abdülkerimler ile muhatap olduk. Hasan Şeyh Hazretlerinin köylerinde Yaşar Erdoğan sülâlesi tarafından her yıl verilen mevlid-i şerife ve geleneksel yöre yemeğine, başta İzmir olmak üzere bir çok beldeden, aslı buralı olanların ailece katıldığı pilav gününde, dâvet üzerine merkez camiinde mevlid hitabında yaptığımız konuşmanın özetinde dedik ki: “Âlem-i İslâmın en büyük aşâiri İslâm aşâiridir ve bunun reisi de Fahr-i Kâinat (asm) Efendimizidir. Bu aşâirin içinde her şey var. Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi, batılısı, doğulusu vesairesi var. Çıkış yolu da odur. Çünkü Cenâb-ı Allah hadis-i kudside ‘Sen olmasa idin kâinatı yaratmazdım’ buyuruyor Cemaate sorduk ve cevabını kendimiz verdik. Efendimiz (asm) olmasıydı, bu belde olur muydu? Konya olur muydu? Türkiye olur muydu? 7 milyarlık dünya ailesi olur muydu? Bahsini ettiğim muhterem zevât-ı nuraniler olur muydu? Öyle ise biz Efendimizin (asm) verdiği mesajların neresindeyiz? Ve neresinde olmalıyız? Ayrıca Türkiye’de ve hassaten Avrupa’da başta Hollanda olmak üzere Efendimizin (asm) 14 asır önce verdiği müjdelerin tahakkuk ettiğini ve dünyada yeni bir manevî haritanın çizildiğini ve bizlerin de bunun içinde kalmamızın önemi üzerinde durduk.. Akabinde 18. yüzyılda çağın müceddidi Mevlânâ Halid-i Bağdadi’den çok dersler alan ve büyük gönül erlerinden Çavuş Belediyesi sınırları içinde medfun Memiş Efendi Hazretlerinin Dergâhını ziyaret ettik. İkindi namazında yine dâvet üzerine camideki cemaate hitap ettik. Bu hitapda “Aşk-ı mecazi ve aşk-ı hakikî üzerinde durdum. Dedim ki: ‘Merhum gönül sultanı Memiş Efendi’yi diyar diyar gezdiren, yüzlerce talebe yetiştiren Memiş Efendi’deki ‘kara sevda’ neydi? Tek kelime ile onun kara sevdası Efendimiz Hz. Muhammed (asm) kara sevdasıydı. Bu itibarla kurtuluşumuz bu zatların yakaladıkları kara sevda yani aşk-ı hakiki silsilesi içinde herkesi kucaklayarak ışıklar ve nurlar saçmaktır.”Nihayetinde Beyşehir “Homa Köyü” ve Beyşehir ilçesinde “kudsî bir çekirdek” olan ve her adıma binlerce lütuf bahşedilen ve tek bir Kur’ân harfine 20 bin sevab-ı uhrevî verilen Berat Gecesini de cemaatle deruhte ederek, koparılmaya çalışılan tesbihin ipini tutmaya çalıştık. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Çoğulculuk ve zekâ |
Günümüz toplumunda çoğulculuk her ortamda tartışılmaya devam ediyor. İnsan hayatı, yönetim tarzından eğitime, kültürel farklılıklardan hayat tarzına ve iş hayatına kadar geniş bir yelpazede çeşitliliklerle karşı karşıyadır. İnsanların ekseriyeti monoton ve sade bir hayatı, kolaylığından dolayı tercih eder, diğerlerini öğrenmek ve uygulamak istemez. İyi bildiği bir dil, içinde olduğu bir kültür, sevdiği bir tarz veya bir meslek gibi pek çok şeyi hayalinde idealleştirir, neredeyse bütün dünyaya hâkim kılmak ister. Tabiî diğerlerini de ikinci üçüncü plana itmek, hatta mümkünse silip yok etmek ister. Evet, kolaylığından dolayı, çeşitlilikten, farklılıktan ve değişimden genelde hoşlanmayız, ama gerçekte bizim fıtratımız, yaratılışımız ve kabiliyetlerimiz öyle mi? Basit şeyler bizi geliştirir mi, yoksa geriletir mi? Geçenlerde İngiltere’deki Bangor Üniversitesinden bir grup ilim adamı ilginç bir çalışma yayınladı. Bu çalışmaya göre iki dil daha doğrusu iki lisan konuşan insanların zekâsı daha keskin oluyor. İngilizcenin yanında, yerel dillerden birisini de konuşan kişinin lisan kabiliyetine ilâveten, başka kabiliyetleri de gelişiyor, zekâsı keskinleşiyor, bunama gibi hastalıklara diğerlerine göre daha ileri yaşlarda maruz kalıyorlar. Beyindeki yaşlanma yavaşlıyor. Farklı dillerdeki uygulamalardan da aynı sonuçlar elde edilmiş. Yani birden fazla dil bilmek, çok kelime öğrenmek, beyni farklı tarzlarda çalıştırmak beyni yormuyor, yıpratmıyor; aksine geliştiriyor ve gençleştiriyor. Anlaşılan, farklı bir kelime ya da farklı bir dilbilgisi prensibi ya da bize göre tersine akan bir kelime dizisi, zihnin üzerindeki tozları silkeliyor. Uzun süredir çalışmayan beyin hücrelerini veya sistemlerini harekete geçiriyor, kendisine yol yaparak durgunlaşmış suyun hareketlenmesi gibi sür’atleniyor, tortuları temizliyor. Aslında uygulama bize pek yabancı değil. Kendi ana dilinden olmayan Kur’ân-ı Kerim’i ileri yaşlarda da hâlâ okumaya ve ibadet için mübarek kelimeleri tekrar ederek tesbih çekmeye devam eden ihtiyarlarımızın zihnî berraklığı ve akıl ve ruh sağlıklarının emsallerine göre daha iyi olması araştırmayı teyid eden hususlardan birisi. Tarihe bakıldığında büyük medeniyetlere sahip milletlerin büyük ve güçlü dilleri vardır. Dilleri zengindir, dilbilgisi veya gramer yapısı güçlüdür. Daha derin ve kapsamlı mânâları ifade eden çok sayıda kavramlara sahiptirler. Detayları karışmayacak şekilde ifade eden çok sayıda kelimeleri gerek yazılı ve gerekse sözlü edebiyatta rahatlıkla kullanırlar. Yine güçlü medeniyetlere sahip toplumlarda fertler birbirlerini daha iyi anlar. Devlet ve vatandaş arasında, yazılı metinler ve kanunlardaki netlik sayesinde problemler en aza indirilmiştir. Diyalog kesilmez. Geri kalmış toplumlarda ise kelimeler ve lisan kişinin kendisini ifade etmede ve meramını anlatmada genellikle yeterli değildir. En küçük meselede sinirler gerilir, öfke yükselir, beden diliyle konuşulmaya başlanır. Sözün bittiği yer onlarda çok erken başlar. Şüphesiz lisanın keskinleştiremediği zekâlar dile yardım edemeyince anlaşmazlıklar büyümeye devam eder. Hep sorulmuştur; tarihteki bu devletler, lisanları ve edebiyatları gelişmiş olduğu için mi, güçlü devletler ve medeniyetler kurdular; yoksa medeniyetleri güçlü olduğu için mi lisanları ve edebiyatları gelişti? Soruya bir çırpıda cevap vermek çok kolay değil? Ayrıca koca medeniyetleri birkaç faktöre indirmek de, çok doğru değil. Ancak dil ile medeniyetler arasında güçlü bir bağlantı olduğu açık ve net. Dil ve medeniyet ikisi de biri birini destekleyen ve geliştiren faktörler. Meselâ, Osmanlı devletini, dünyanın en hassas coğrafyasında altı asırdan uzun bir süre ayakta tutan faktörlerin başında, Osmanlı Türkçesindeki gelişmişlik, değişik kültürlere müsamahalı bakış tarzı ve farklı dillere yaklaşım tarzındaki esnekliktir. Dünyanın en gelişmiş dili olan Arapçadan aldığı ve ekserisi Kur’ân-ı Kerim’de geçen kelimelerle Avrupa içlerinden, Afrika’nın derinliklerine, oradan Çin ve Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada rahat ve net anlaşılan prensipler ve idealler ortaya koymuştur. Anlaşılan Osmanlı’daki o gelişmiş zekâ ve kabiliyet; o edebiyat ve lisanı, o lisan ve anlayış da keskin bir zekâ ve anlayışı meydana getirmiş. Zekâ ve kabiliyet çok kültürlülüğü netice verirken, yasakçılar da kendi dar anlayış ve kıt kabiliyetlerinin gereklerini yapıyorlar, kendilerini ve milleti köreltmeye devam ediyorlar. Bugün Batıdaki başarıda da aslında bizim tarihteki başarılarımızın ve tarzımızın payı büyüktür. Dil gibi diğer sahalarda da çoğulculuğa müsaade etmeleri ve farklı dillerden aldıkları kelimelerle dillerinde meydana getirdikleri zenginlik gelişmelerini hızlandırmıştır. Dilimizi, terk edilmiş bazı kurallara göre uydurulan üç-beş yüz kelimeye mahkûm etmek isteyenler, dilde ırkçılık yapanlar ya da farklı düşünceleri yasaklamak isteyenler; bilerek ya da bilmeyerek milletin kabiliyetlerini sadece dilde değil her sahada köreltmeye çalışıyorlar. Belki de kendi körelmiş anlayış ve ideolojilerinin gereği olarak yapabilecekleri başka bir şey yok! Risâle-i Nur Külliyatına bu yönüyle bakıldığında, hem dil olarak hem de konuları izah ederken getirdiği çok yönlü bakış açılarıyla bizim için büyük bir nimet ve büyük bir imkân olduğunu görürüz. Kelimelerin çeşitliliği ve mânâlarının derinliğiyle; sadece aklı ve zekâyı değil, başta Esma-i Hüsnâ ve kökü Kur’ân’a ve hadis-i şeriflere dayanan mübarek kelimelerle kalbi de keskinleştirip büyük mertebeler kazandırıyor. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Başka ne bekleyebiliriz ki? |
Görüyoruz... Bu, bizi görerek yaratan ve görerek gözeten Rabbimizin bize gösterdiği ne güzel bir nimet… Duyuyoruz... Bizi duyan ve bizi duyduğunu, kâinattaki her isteğe cevap verdiği gibi bizim isteklerimize de cevap vererek duyuran Rabbimizin bize duyurduğu ne güzel bir nimet… İdrak ediyoruz... Bütün kâinatı, bütün müştemilâtıyla yaratan ilim, kudret ve irade sahibi Rabbimizi, O’nun verdiği cihazat, duygularla idrak edebiliyoruz. Rabbimizin bizi düşündürdüğü ne muhteşem ve güzel bir nimet… Akıllıyız... En yükseklerin yükseğine çıkmamızı veya aşağıların aşağısına inmemizi sağlayan aklımız var… Öyle bir akıl ki, marifet-i İlâhiye’ye muvaffak olarak kudsî ve imanî lezzetleri kâinatta yalnız mü’min ve muvahhid insanlara kazandıran bir güzellik, bir ders-i ibret, bir nimettir… Eğer gözümüzü İlâhî kudret ve kuvvete kapamazsak görürüz ki, dünya kurulduğundan beri başka hiçbir canlının yapamadığı ve yaşayamadığı eserleri, hadiseleri Cenâb-ı Hak yine ihsan ve ikramıyla kuvvet ve eser olarak bizlere, biz insanlara vermiştir. İnsanlığın içinde “Allah için kuvvetin” kullanılması ise mü’min ve tevhid ehline bir nasip, bir nimet olmuştur. Dünyada her malın, metaın sahibi olabilir insan… Zengin olabilir… Kuvvetiyle bir kısım insanlara hükmedebilir. Ordulara komutanlık yapabilir, ülkeleri zaptedebilir… Kamerde gezebilir, gökdelenleri dikebilir… Fakat elektro mikroskop altında yirmi bin defa büyütülerek ancak gözle izlenebilen bir mikroba mağlup ve mağdurdur… Cenâb-ı Hayy-ı Kayyum’un ve Şafi-i Hakim’in ihsan ve ikramıyla ancak hayatını sıhhat ve afiyet içinde geçirebilir, yaşayabilir… Demek ki nimetlerin, güzelliklerin ve ikramların içinde en büyük, en muazzam ve en daimî nimet Rabbimiz’in bizlere ikram ettiği sağlık, sıhhat ve afiyet nimetidir… Nimetlerin noksanlığı, nimetlerin varlığından bizi haberdar edebilir. Fakat onların kıymet ve varlıklarına bizim açımızdan bir zarar gelmez… Kim nimeti reddeder, kim nimeti hafife alırsa, yalnız kendisini değil nimetlerin sahib-i hakikisi Rabbimizi de inkâr eder… Hep gözümüzü diktiğimiz afaktan, çevreden, başkalarından kendimize doğru nazarımızı çevirmemiz, kendi nimetlendirilmiş öz varlığımıza bakmamız gerekiyor… Bize Rabb-i Rahimimiz tarafından bir emanet olarak takılmış, verilmiş hangi organımızın, hangi uzvumuzun, hangi duygumuzun zerre kadar sahibiyiz, ne kadarcık tasarruf ve hükmümüz var üzerlerinde? Ama bakıyoruz ki, sadece vücudumuzdaki nimetlendirilmiş hâlimiz değil, vücudumuzdaki her bir atom parçasının tamamıyla kâinatın tamamının atomları, bizi nimetlendiren Rabbimizin izzet-i ikramıyla bize hizmet ediyor… Nimet içinde kâinatın tamamının iştirak ettiği bir mazhariyetle nimetleniyoruz…İşte ders-i ibretimiz: Görüyoruz, duyuyoruz, idrak ediyoruz, irademizi kullanıyoruz, aklımız var, zekâmız, kuvvet ve kudretimiz ihsan edilmiş, sıhhat ve afiyet içinde hayatımız devam ediyor… Allah’ın (c.c.) ihsan ve ikramından, O’na itaat ve ibadet etmekten başka ne bekleyebiliriz ki? 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Alma mazlûmun âhını, çıkar aheste... |
“Benim sadık yarim kara topraktır” diyen şair birçok mânâyı bir arada arz ediyor, yalnızca toprağı değil, toprakla örtülü dünyayı da kastediyordu. Toprak ile topraktan istifade eden insanın barışını, karşılıklı sevgisini ve belki de Yunus’un; Yaratan’dan dolayı yaratılanı hoş gören düşüncesini bir mısra ile ifade ediyordu. Ekmeğini yediği toprağa hor bakan ve onu incitene nankör denilmeli. Toprağın bir ana şefkatiyle üzerine kol kanat gerdiği diyarları vahşice taş yağmuruna tutanların veya sondajlarıyla dünyanın damarlarını parçalayıp kanatanların nankörlüğü bütün insanlığı ilgilendirmeli... Meyveyi almak için koca dal kırılır mı? Daha doğrusu dünyanın nimetlerinden yararlanırken dünyaya zulmedilir mi? Allah’a iman etmeyenlerde güzel ahlâk olmadığı gibi, çevre hassasiyeti de olmaz. Menfaatini ve egosunu merkeze taşımış insanlardan veya menfaat gruplarından toprağa, denize, ağaca ve çevreye saygı ve merhamet beklemek ne denli akıllılık olabilir ki? Körfez savaşlarını ve Irak işgalini iğrenç iddialarla başlatan “Petrol adam Bush”un refiki, bildiğiniz gibi İngilizlerdir. Piyonları Saddam’ı parçalarlarken de ne kadar vahşi ve yalancı olduklarını milyonlarca kare ile dünyaya göstermişlerdir. Hedefi Mezopotamya topraklarına saklanmış petrolden, yani “hasis menfaatlerinden” başka birşey olmadığı halde başka yalanlarla bütün dünyayı oyalarken, tarihin hiçbir dönemde şahit olmadığı miktarda bomba ve kimyasal zehirleri masum Irak toprağına ve Arap çocuklarının üzerine atmışlardı. İnsanlık vicdanını tamamen yitirip milyonların kanını ve masum toprakların hakkını sormazsa, Sahibi mutlaka soracaktır. İngiliz’in Kerkük’te ne işi vardı? Fırat ve Dicle’nin inleyerek döküldüğü Şattü’larap’taki “Arap kanını” akıtan müttefikler ne istiyorlardı bu topraklardan? Orta Asya’nın kapısı Hazar’dan ve Hindukuş Dağlarından ne istemişlerse, “global menfaat çetesi” Irak’tan da aynı şeyi istemişti: Petrol. “Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste!” diyen meğer ne güzel söylemiş. British Petrolium şirketinin İngilizin medarı iftiharı olduğunu biliyorsunuz. Son iki yüz yılda milyonlarca insanın kanıyla BP’nin “siyah sıvısı” arasında irtibat kuranlar yerden göğe kadar haklıdırlar. Üzerinde güneşin batmadığı dünya imparatorluğunun “pis ve hasis” menfaati için dünyada karartmadığı bir yer bıraktı mı acaba? Amerika ve İngiltere idarelerine musallat olmuş dinsiz, sefih, haris, vahşi ve ahlâksız çetelerin cinayetlerini maalesef Amerikan ve İngiliz halkları çekiyor. Kendi senaryolarıyla İslâm âlemini sömürmeye başlayan bu iki müttefikin çaldıkları ve yağmaladıkları petrolden dolayı bu iki milletin başına gelen felâketlerin boyutlarını, global dinsiz çetenin rüşvetiyle geçinen medya varsın, yazmasın. Atlas’tan Amerika’ya hücum eden deniz fırtınalarının ortaya çıkardığı ve yağmaladığı petrol depolarının hikâyesi, elbet bir gün yazılacaktır. Afganistan, Arap ülkeleri ve bilhassa Irak’ta zulmen alınan paraların birkaç misliyle şu son krizde uçup gittiğini düşünenler, “Allah zulmetmez” diyorlar. Bu arada, BP’nin Meksika Körfezindeki “Macondo Kuyusuna” nasıl yuvarlandığını da dünya kamuoyu hayretle seyrediyor. Vahşi ve ahlâksızca dünyanın damarlarını parçalayan haris İngilize Allah’ın bir tokadı değil mi? İngilizin dünya devi, savaş ortağı Amerika’nın şerrinden kurtulmak için mal varlıklarını çoktan satışa çıkarmış. Allah’ı inkâr eden, maddeye tapan ve zenginliğiyle böbürlenenleri Allah böylece rezil rüsvay eder. Irak ve Afganistan’ı düzenbazlıkla işgal edip oralardaki milyonlarca masumun ölümüne sebep olan Amerikalı ve İngiliz dessas politikacıların faturalarını, yalnızca Güney Amerika ve Irak ödemiyor. Bütün dünya, “Petrol adamlarının” günahları sonucu ortaya çıkan musîbetlerden maalesef zarar görüyor. Bediüzzaman Hazretleri, emperyalist Avrupa’nın masum İslâm dünyasından çaldığı malları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla kan şeklinde kustuğunu, yeryüzünü telvis ederek kirlettiğini mektuplarda bize haber veriyor. Tarih tekerrür etti. Irak, Hazar ve Afganistan’da yağmaladıkları masumların mallarının bedeli kat be kat o cinayeti işleyenlerden alınıyor. Alınıyor, ama dünyanın vücudu yara bere içinde... İnsanlık ise, tam bir kaosu yaşıyor. Gel gör ki, bu caniler bir de kendilerine “medenî (!)” diyorlar. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
35. madde kalkmalı |
Anayasa paketi ve referandum tartışmaları arasında, TSK İç Hizmet Kanununun, darbelerin “yasal” dayanağı olarak kullanılan 35. maddesi de gündemde yer bulabildi. Gündeme getiren de, “pakete hayır” kampanyasını sürdüren CHP. Böylece, referandumu “12 Eylül taraftarlığı-karşıtlığı” zeminine çekmek isteyen AKP’ye, “Darbeye karşıysan 35’i düzelt” atraksiyonu ile cevap veriyor anamuhalefet partisi. Herşeyin pakete ve referanduma endekslenip, Meclisin tatile girdiği bir ortamda 35. maddeyi gündeme getirmenin pratikte bir anlamı var mı? İlk bakışta yok gibi görünüyor. Ama konu iki parti arasında bir iddialaşmaya dönüşünce, CHP ciddiyetini ispatlamak için, maddeye ilişkin teklifini Meclis Başkanlığına vereceğini açıklıyor. Bunda, Başbakanın “Madem gündeme getirdiniz, verin teklifinizi, komisyon kurup çalışalım” deyip, gerekirse Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmaktan söz etmesi de etkili olmuşa benziyor. Ne var ki, Erdoğan’ın sözlerinin tamamına bakıldığında, 35. maddeye öncelik vermek gibi bir düşünce ve niyetinin olmadığı açıkça görülüyor. Başbakan şu anda anayasa paketine odaklandıklarını, anayasayı değiştirmenin daha önemli olduğunu, yasa değişikliğinin her zaman yapılabileceğini ifade ederek, 35’in o kadar da önemli olmadığını ve öncelik taşımadığını ima ediyor. Dahası, “Yapılacak birşey için karar verme irade ve inisiyatifi hükümete aittir, başkasının bize gündem dikte etmesine razı olmayız” gibi bir tavır da sergiliyor ve “Komisyon kuralım” diyerek bir kez daha “komisyona havale” sinyali veriyor. Böyle olunca, 35. madde için Meclisin olağanüstü toplantıya çağrılması ihtimali zayıflıyor. Yine Erdoğan’ın bahsettiği “TBMM Ekim’de açıldığında öncelikli işlerden biri olarak gündeme alma” alternatifi ise, hele Türkiye gibi bir ülkede o gün için şimdiden kesin birşey söylemenin mümkün olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya. O güne daha çok var. Üstelik, arada referandum gibi, siyasetteki taşları yerinden oynatma ihtimali yabana atılmaması gereken bir olay var. Her ne kadar Başbakan “Referandumdan evet de çıksa, hayır da çıksa erken seçim yok” dediyse de, sandıktan çıkacak sonucun ne getirip ne götüreceğini şimdiden öngörmek mümkün değil. Ama gerçek şu ki, kökü M. Kemal’e dayanan ve en son 12 Eylül’de darbenin “yasal dayanak ve gerekçe”si olarak gösterilen 35. maddenin kaldırılması, demokratikleşme açısından çok önemli. (35’in M. Kemal’e dayanıyor olmasının hikâyesini Demirel’in yaptığı özetten aktaralım: “Atatürk 1935’te cumhuriyeti orduya emanet ediyor. Sonra bu, talimat haline geliyor. İç Hizmet talimatı oluyor. 1960 ihtilâli sonrasında da kanun haline getiriliyor.” {Cumhuriyet, 26.7.10} ) Askerin “Cumhuriyeti korumak ve kollamak benim yasal görevimdir” diyerek, büyük ölçüde tahriklerin etkisiyle demokrasiye müdahale edip Meclisleri kapatır ve hükümetleri devirirken kullandığı bu dayanak bir an önce kaldırılmalı. Ve bu adım, muhalefetin inisiyatifiyle gündeme gelmiş olsa da, iktidar bunu bir kompleks meselesi yapmayıp destek vermeli ve hazır zihinler buna yönelmişken, demir tavında dövülüp, bir an önce olumlu bir sonuca ulaştırılmalı. Bu başarılabilirse, hem referandum odaklı kutuplaşmanın tırmandırdığı gerilimi yumuşatacak bir adım atılmış olur, hem de demokrasiyi bir ileri aşamaya götürmek için örnek oluşturacak bir iktidar-muhalefet dayanışması sergilenir. Gerçi CHP’nin maddeyle ilgili olarak yaptığı değişiklik teklifi, sorunu çözecek gibi görünmüyor. Ve biz, ideal çözümün, maddeyi tümüyle iptal edip yürürlükten kaldırmak olduğu görüşündeyiz. Madde için önce “Kalksın” deyip, sonra “Değişsin”e gelen CHP’nin önerdiği metin yetersiz olsa da, üzerinde çalışılıp maksada uygun hale getirilmeli. Ve bu konu artık sonuca bağlanmalı.Demokratik, pozitif siyaset bunu gerektirir. Bakalım, partiler bu olgunluğu gösterebilecek mi? 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sorumluluk hepimizde |
Ülkemizi, ciddî bir bunalıma sürüklemek isteyenler mesâilerini arttırmış görünüyor. İnegöl ve Dörtyol’da yakılmak istenen ‘fitne ateşi’ni çok küçükken ve bugün söndürmezsek, Allah muhafaza bu ateş her yanı sarıp bin yıllık kardeşliği berhava edebilir. Sosyal hadiseler bir günde ‘olgunlaşıp’ netice vermez. Nasıl ki aramızdaki kardeşlik bin yıllık bir birikimi içinde barındırıyor, fitne ateşi yakmak isteyenler de kalplere sürekli ‘ihtilâf’ okları gönderiyor. Sağlam kalplerde yer bulamayan ‘ihtilâf’ okları, zayıfları yaralıyor ve zamanla bu yaralardan kan damlıyor. Bu iki ilçemizde meydana gelen hadiseler, daha önce meydana gelen hadiseler gibi temelde ‘provokasyon’lara dayanıyor. Ancak zemin sağlam olmuş olsa, provokasyonlar da tesir etmeyebilirdi. Nisbeten tesir ettiğine göre ‘zemin’de problemler olduğu akla geliyor. Yetmiş iki buçuk milletin yaşadığı ülkemizde bizi bir arada tutan sağlam iplerin farkına varmak mecburiyetindeyiz. Bu ipler, temelde ‘inanç birliği’ni temsil ediyor. Aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kur’ân’a inanan insanların birbirlerini ‘ırk’ temelinde kınaması mümkün kü? Bu ‘tuzağa’ düşenlerin vakit kaybetmeden ıslâhına muhtacız. Böyle tuzaklara karşı bir yandan hukukî ve adlî tedbirler alınırken, asıl adımı sivil toplum kuruluşlarının atması gerektiğini de unutmamalıyız. Meselâ, İnegöl ve Dörtyol’da böyle bir sıkıntı yaşandığına göre, sivil toplum kuruluşları bir adım öne çıkmalı ve meseleye çözüm penceresisinden dahil olmalıdırlar. Sadece ‘yazılı açıklama’ yapmak da yetmez. Niçin STK temsilcileri bu iki ilçemizi ziyaret edip, oradan bütün Türkiye’ye ‘birlik ve beraberlik çağrısı’ yapmasın? Elbette bu noktada din âlimlerine de mühim vazife düşüyor. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı da konu ile ilgili olarak meselâ ‘hutbe’ okutabilir ve belki de okutacak; ama böyle bir hutme ‘resmî ağız’la değil, tam bir sivil inisiyatifle hazırlanmalı. Bizi bir arada tutan esas bağlara atıf yapılmalı ve kalplerde yer bulmaya başlayan ‘ırkçılık’ okları kesin bir dille kınanmalı, reddedilmeli. Geçen gün bu ilçelerimizden birindeki hadiseyle ilgili olarak açıklama yapan bir siyasetçi, kardeşliği değil, ‘düşmanlığı’ ön plana çıkarmıştı. En tehlikeli olan da budur. Aramızdaki onlarca ve belki de binlerce birlik sebeplerini görmeden, bir iki ‘ihtilaf’ı öne çıkarmak en büyük hata olur. Bu bakımdan bütün sivil toplum kuruluşları, cemaat mensupları ve Diyanet mensupları; yakılmak istenen bu ateşe karşı elbirliği ve işbirliği yapmalıdır. Görev ve sorumluluk hepimizdedir. Hiçbirimiz, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrını sergileyemeyiz. Allah muhafaza etsin, buralarda zemin bulan bir fitne ateşi bütün vücudumuzu sarabilir ve sarsabilir. Fitne ateşi ‘kıvılcım’ mesabesindeyken elbirliğiyle söndürmeye çalışalım. Aksi halde bu ateş bünyede tedavisi zor yaralar meydana gelmesine sebep olabilir. Böyle bir fitne ateşinden Allah hepimizi muhafaza etsin. Âmin. 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Provokasyon meydanda... |
Türkiye, ağır bir tahrikin içinde. Karakol baskınları, askerî birlikler ve üslere yapılan saldırıların ardından tırmanan terörün şehirlere kadar sıçraması, fitne ateşini alevlendiriyor. İnegöl’deki olayların ve özellikle Hatay-Dörtyol’da dört polisin şehid edilmesine mukabele amacıyla Hakkari Yüksekova ve Çukurca’dan Nusaybin’e çocukların istimal edildiği havaî fişekli, bombalı ve çatışmalı “kınama eylemleri”, durumun vahâmetini ortaya koyuyor. Türkiye göz göre göre “açılım” sürecinde ve referandum sath-ı mâilinde terör ve iç çatışma girdabının içine sürükleniyor. Aslında “açılım”da siyasî iktidarın muhatap aldığı DTP-BDP’nin asıl muhatap ve adres olarak otuz bin insanın ölümünden mahkûm İmralı’daki terörist başını muhatap alması, meseleyi çıkmaza sokuyor. Bilhassa Öcalan’ın Haziran başında “terörün arttırılması, orta ölçekli isyanların ve çatışmanın şehirlere yayılması” tâlimatı ve şantajının peşinden sözkonusu baskın ve saldırıların meydana gelmesi, hükûmetin siyasî muhatabının irâdesine sahip olmayan “sanal bir siyasî partiler” olduğunu su yüzüne çıkarıyor.
TÜRKİYE’NİN GERÇEK GÜNDEMİ Ne var ki provokasyona uygun ortam oluşturma amacını taşıyan, kargaşa ve kaosla Türkiye’yi iç savaşa sürükleme senaryosu olan bu ağır tahrike karşı AKP hükûmeti, hâlâ hiçbir ciddî tedbire başvurmuş değil. Hâlâ gündelik konjonktürel siyasî hesaplar peşinde. Hâlâ teröre doğru teşhis konulmamış. Köklü önlemler yerine sathî ve geçici çözümlerle geçiştiriyor… Bir yandan terör örgütünün “taşeron” olduğu söylenirken, diğer yandan çatışmaları körükleyici ve toplumdaki gerginlikleri arttırıcı taktiklerle etnik tefrika ve ayrışmayı ateşleyen ve günlerce süren olayların “sıradan asâyiş olayları” olarak yorumlanması, hükûmetin bu konudaki kafa karışıklığını açığa çıkarıyor. Bu bakımdan İçişleri Bakanı Atalay’ın, 54 kişinin gözaltına alındığı, üç polis otosunun, biri zabıta aracının yakıldığı, vatandaşların yaralandığı, 5 sivil araç ile 9 iş yerinde de hasar meydana geldiği İnegöl’deki olaylı gece değerlendirmesi, bunun açık ifâdesi olmakta. Provokatörleri, kavgaya karışan da “aşırı alkollü birkaç sarhoş”un ve “sporla ilgili amigolar grubu”na atfeden “spontane bir hâdise” yorumu, oldukça hafife kaçmıştır. Bakan belki de “olayları büyütmeme” maksadıyla böyle bir açıklamayı tercih etmiş; ancak daha sonra Dörtyol’da kentin ortasında polislerin katliyle tekrarlanan tahrik ve provokasyona bakıldığında işin içyüzünün hiç de öyle olmadığı anlaşılmakta. Gerçekten Türkiye’nin başında başta terör belâsı olmak üzere içte ve dışta bunca derdin bulunduğu, terörle mücadelede hâlâ bir mutâbakatın sağlanmadığı politik gerginlik vasatında, ülkenin önüne getirilen referandumun ne yazık demokratik hak ve özgürlüklere getirisini de tartışma dışında bırakıyor. Türkiye’nin başta demokratikleşme, ekonomik kiriz, AB müzâkere süreci olmak üzere gerçek gündemini tartışmasını engelliyor.
SİYASÎ HAVA AJİTE EDİLİYOR Doğrusu, en başta sorumluluk taşıması gereken iktidar partisi, ne yazık ki bu hususta gerekli itinayı göstermiyor. Başbakan, Anamuhalefet liderinin gittiği illere gidip bütün bunları pervâsızca bütün bunları siyasî malzeme olarak istimal ediyor… Görünen o ki siyasî iktidar ve muhalefet, ciddî bir yanlış strateji içinde. Referandumun demokratik - antidemokratik muhtevası ve tercihlerini analiz etmek yerine, âdeta seçim yarışı gibi siyasî hava ajite ediliyor; meydanlarda halkın da talepleri, ülkenin sorunları değil, politik atışmalarla meşgul. Oysa Türkiye’nin bu süreçte lüzumsuz politik polemikler ve suçlamalar yerine “terörün sebepleri”ni ve terörle mücadelede sorunu çözücü çâreleri tartışması, demokratikleşmenin önündeki engellerin kaldırılması ve referandum sürecinde demokratik sivil anayasayı, hak ve hürriyetleri konuşması gerekirdi. Olayların provokasyon olduğu meydanda. Ancak evvela iktidarın buna meydan vermemesi icâb ediyor… 30.07.2010 E-Posta: [email protected] |