Görüş |
Mâsûm Çağ (2)
Hâlâ gözümün önünde canlanmakda: Bağlarda gezip, yıkandığım ırmakda. Ma’sum ve sevimli, tatlı yıllardı geçen; Kayboldu çocukluğum düşen ilk akda...
Bâzıları hep çocuk kalır. Vücûdça büyümüşlerdir. Evlenip, çoluk çocuğa karışmışlardır. Fakat, içlerinde, şöyle gizli bir köşede, masanın altına saklanan çocuklar gibi, zaman zaman örtünün altından başını çıkarıp etrâfa bakan bir çocukluk bâkî kalmıştır. Onlar, çoğu zaman çocukça düşündükleri, olayları çocuk mâsûmiyeti ile izledikleri için cem’iyyet içinde saflıkla vasıflandırılırlar. Fıtratlarındaki sâfiyeti o güne kadar muhâfazaya muvaffak olmuşlardır. Bu sebeple de ekseriyetle kolay aldatılırlar. Çünkü, onlar hâlâ her sözün, her hareketin, her tavrın yalan, dolan, yapmacık dolu olduğunu kabûllenemezler. Eğer çocuklarımıza güzel örnek olabilseydik ve onları Cenâb-ı Hâlık’ın bizden istediği tarzda terbiye edebilseydik, yeryüzü bir cennet olurdu. İnsanlar, kötü hasletleri önce büyüklerinden öğrenir. Hattâ çok fenâlıklar, yetişkinlerin taklîd edilmesi sûretiyle yapılır. Gerçi, imtihân dünyâsı olması sebebiyle, nefsin kötü istekleri ve şeytânın iğvâsıyla insanın hatâ yapması, fıtrata ve ahlâka aykırı davranması dâimâ mümkündür. Ancak, bu, iyi terbiye almış, çocukluğunda kendisine insânî ve İslâmî hedefler öğretilmiş kişilerde daha az görülür. Peygamberimizin (asm) tavsiyeleri ve terbiye tarzı tâkib edilirse, elimize yaş hamur gibi teslîm edilen yavruların kaybedilmesi ihtimâli çok düşük olur. Günümüzde acı veren ve insanlıktan utandıran nice hâdiseyi duyuyor, okuyor; beşeriyetin geleceğinden üzüntü ve endîşeye kapılıyoruz. Husûsiyle hak dîni bilen ve kabullenen milletlerin çocukları hakkında gösterdikleri ihtimâmsızlık ve başı boşluğu anlamakta güçlük çekiyoruz. Maalesef, halkı Müslüman olan ülkelerde teşekkül eden devlet yapıları da çeşitli düşüncelerle çocukların dînî terbiyle ile yetişmesine sıcak bakmıyorlar; hattâ engellemeye çalışıyorlar. Bu durum da ayrıca ibret verici… Halkının inançlarını yaşamasına mânî olmak isteyen bir teşkîlâta nasıl bir isim vermek lâzım? Halbuki, bütün akılların ittifâkiyle hikmet-i hükûmet, halkının canını, aklını, malını, nâmûsunu, neslini ve vicdânî kanâatlerini muhâfaza etmeyi gerektirir… Tabiî, böyle kapkara bir tablo çizmiş olmamız bizi ye’se sevk etmemeli. Mâdem ki hayâttayız ve aklımızla birlikte çok duygumuz henüz istikametini koruyor, o halde ümit kesilmez… Nitekim, insanlar çocuklarını gereği gibi yetiştirmek ve terbiye etmek için himmetlerini ve gayretlerini bir araya getirerek çeşitli sivil toplum kurumları meydana getirmişlerdir. Himmetleri milletleri olan kimseler, kendi râhatlarını terk ederek, yazın sıcağında ve kışın soğuğunda halkın çocuklarının en iyi şekilde yetişmeleri için çalışıp çabalamaktadırlar. Çocukluklarındaki sâfiyetlerini kaybetmeyenler, çocukların ölene kadar Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı fıtrat-ı İslâmiye ile yaşamasını isteyenler, kendilerinin farkında olmadan içinde düştükleri kötülük ve günah çukurlarına yavrularının düşmesini arzû etmeyenler bu gayretleri desteklemelidirler. Ferd olarak yapmaya imkân ve güç bulamadıkları bu sâhada, milletin istikbâli olan çocukları ve gençleri korumaya, kurtarmaya çalışanlara herhangi bir şekilde yardımcı olmalıdırlar. Kişi olarak o toplulukların arasına karışmasalar dahî evlâdını onlara emânet etmekte tereddüd etmemelidirler. İnsan, zâyî olmasını istemediği kıymetli bir malını kuvvetli ellere teslîm ederek müferrah olmaz mı? Bizim de insan olarak en kıymetli varlığımız, çocuklarımızdır! Bu çağlarında ilerideki yaşayışları için en lüzûmlu mânevî değerleri kazanamayan çocukların, gençlik ve kuvvetlilik zamanlarında cem’iyyetin başına büyük zararlar açmaları kaçınılmaz olur. Mâsûmiyetlerini kaybettikten sonra, gerek kendilerini bu yolda kullananlardan, gerek zarûrî ihtimâmı göstermeyerek bu hallere düşmelerine seyirci kalanlardan intikam almak sâikasıyla milletin gününü ve gecesini anarşi ateşiyle kana bulamaktan çekinmezler. Çocukluğumuzu ve çocuklarımızı kaybetmeyelim!
EKREM KILIÇ |
05.08.2010 |
Yaz sıcağına karşı en etkili çare: Yaylalar
Büyük şehirlerde hayat sıkıntılı ve yorucudur. Kalabalık ortamlar, sıkışık trafik, gürültü ve kirlenmiş hava bizi zorlar ve yorar. Bir de yüksek apartmanların dairesine sıkışıldığı düşünülürse yoğun geçen çalışma devresinden sonra insanlar tatile ihtiyaç duyarlar ve başka yörelere giderler. Adeta toprak ve yeşil onları çeker. Günümüzde çalışıp yorulanlar tatil diye sıcak deniz kıyılarında kavrulmaya istekli oluyor nedense. Halbuki yine ortam genellikle kalabalıktır, trafik sıkışıktır. Akşamları müzik diye ağır bir gürültü hoparlörlerle ortalığa yayılır. Halbuki Anadolu insanı asırlardır yayla geleneğini boşuna sürdürmüyor. Kışın kışlaklarda geçirilir, bahar olunca yaylalara göç edilir. Yaylalar dağlık alanlardaki ovalara verilen addır. Vadilerle ayrılmış, düz veya hafif engebeli arazilerdir. Deniz seviyesinden en az 500 metre yüksekten başlarlar. Sağlıklı, serin ve bol oksijenli havasıyla yaz mevsimi geçirmek için aslında ideal yerlerdir yaylalar. Kavurucu yaz sıcağının bütün şiddeti ile hissedildiği, sıcaklığın gölgede 40 dereceyi geçtiği, rutubet oranının yükseldiği, insanların adeta nefes almakta zorlandığı yaz günlerinde, yaylalar yöre insanları için adeta bir can simidi niteliğini taşır. Yayla evleri genelde ahşaptan yapılmıştır. Uzaktan bakıldığında her bir yayla evi yeşil bir sonsuzluk içinde yüzüyor gibi görünür. İnsan kendini yemyeşil bir okyanusa girmişçesine hislerle dolduğunun farkına varır. Yeşilin her çeşit tonu gözümüzü okşar, zihnimize sükûnet aşılar. Değişik renk ve kokuya sahip çeşit çeşit rengârenk çiçekler, daldan dala konan kelebekler, dağlardan çağlayarak inen coşkulu ve berrak akarsularla yaylalar gerçekten harikulâde yerlerdir. Oralarda ciğerlerimize kirlenmemiş tertemiz oksijen soluyabilir, deliksiz bir uyku çekebiliriz. Ormanda yürüyüş yaparken, kuş cıvıltılarından ve kıvrılarak akan derelerin çağıltısından başka ses duyamayız. Namazları güzelim yayla camilerinde kılmak ayrı bir zevktir. Yaylada daha iştahlı olduğumuz ve yediğimiz nimetin tadına daha çok vardığımız dikkatimizi çeker. Ayrıca yayla gıdaları saf, tabiî ve lezzetlidir de. Hilesiz balı, sütü ve peyniri ile vücudumuza bayram yaptırırlar. Adeta canlı olan suları şerbet gibi içilir ve içene sağlık ve şifa dağıtırlar. Günümüz insanları egzoz dumanıyla kirlenmiş gürültülü ve kalabalık şehir kargaşasından sıyrılıp havalar ısınınca sislerle dumanlanmış karlı zirveleriyle dağlara, masal diyarı yaylalara gitmeliler. Yeşilin her çeşit tonuyla, kuşuyla, çiçeğiyle, şelâlesi ve gölcükleriyle yaylalar bizi şaşırtır, şehir yaşantısından koparır, alır kendine çeker. Hiç görmediğimiz, hayal dahi etmediğimiz renkleri, kuş cıvıltılarını, çiçeklerin hışırtılarını hayretle ve hayranlıkla seyretmeye doyamayız. Şehirden kaçıp, Allah’ın muhteşem eserlerinin temaşasına dalmışızdır. Yapılan incelemeler, insanoğlunun bedeni ve ruhu için aradığı huzuru bulabildiği tek yerin dağlar olduğunu gösteriyor. Tabiattaki güzellikleri, temiz havası ve mistik atmosferi ile insanın dünyaya bakış açısını değiştiren dağlar, bol ve saf oksijeni ile de zihinleri açıyor. Alman “Bunte” dergisinde çıkan bir habere göre, dünyanın çeşitli dağlık bölgelerinde incelemeler yapan bilim adamları, yükseklerdeki atmosferin en maddeci insanlar üzerinde bile metafizik bir etki bıraktığını, bedeni dinçleştirdiğini ve zihni daha iyi çalıştırdığını tesbit etmişler. Bunte dergisine konu ile ilgili bir açıklama yapan Psikolog Jens Corssen, “Dağlardaki eşsiz güzellikler, debdebeden uzak, mükemmel tabiî denge, güneşin ve bulutların arasında yürüyüp, o eşsiz tazeliği içinde hissetmek, insanın dünyaya bakışını sorguluyor. Kendinizi yeniden doğmuş gibi hissediyorsunuz” diyor. Dağlarda kalp atışı, kan dolaşımı ve soluk alıp verme hızlanıyor, canlanıyor. Vücudun dengesini sağlayan sinir sistemi rahatlıyor, adeta oksijen banyosu yapıyor. Beyin hücreleri daha iyi çalışıyor, bunun sonucu olarak zihin açılıyor. Astım hastalarının soluklanması düzene giriyor ve kullandıkları ilâçları bırakıyorlar. Yazın ortasında her yer kavrulurken üzerimize battaniyeyi çekip o yaylanın tertemiz ve oksijen dolu havasını soluyarak keyifle uykuya dalmak çok zevkli olduğu kadar dinlendiricidir de... Sabah kuş sesleri, ağaçların mistik duygu uyandıran hışırtıları ve dere çığıltıları ile uyanmak mutluluk verir ve rahatlatır. Hasta eden klimalar yaylalarda yoktur. Yaylalarda yürüyüş yapmak da hoştur. Ağaçlarında altından, binbir çeşit çiçeklerin kokusunu içimize çekerek, rengârenk bitkilere ibretle, tefekkürle ve hayranlıkla bakarak, oradan buradan çağlayarak yeryüzüne fışkıran kaynak sularını tadarak gezinmek sağlığımıza sağlık katacaktır. Yaylalar, bakir tabiatın kirlenmemiş havasını, billur gibi soğuk suları, yazın en sıcak günlerde bile ferahlatıcı serinliği, büyüleyici güzellikte manzaraları, hormonsuz ve dalında yavaş yavaş olgunlaşan meyveleri, tabiî ortamlarında yetişen hayvanlardan elde edilen gıdaları da sunarlar. Tabiatı bozulmamış bir çevrede yaşayan binbir çeşit yabanî hayvan ve bitki, insanı hakikî ve yaradılışa uygun dünyanın bir parçası kılar. Çocukluğum ve gençliğim yazları rutubet ve sıcaktan kavrulan İskenderun’da geçti. 10 km mesafedeki Belen Yaylasına göçer ve orada adeta canlanırdık. Daha sonra Uzungöl ve Sultanmurat (Trabzon), Ayder (Rize), Zorkun (Osmaniye), Açelya (Adapazarı) Yaylalarında kaldım ve bu müthiş mutluluğu yaşadım. Sıcak yaz günleri esintili yaylalarla bizi nimete boğan, aynı anda iki mevsimi kullarına sunan Rabbimize şükürler olsun.
PROF. DR. SEFA SAYGILI Psikiyatri Uzmanı |
05.08.2010 |
Mazeret değil, icraat bekliyoruz
YAŞ toplantısı kamuoyunun çok alışık olmadığı “Balyozla” “imha” gölgesinde geçti. Genelkurmay başkanı Başbuğ’un giderayak sanık generalleri terfi ettirmek istemesindeki ısrarına Başbakan Erdoğan’ın itiraz etmesi çok önem kazandı. Nerede ise iki yılı geçkin meydana çıkan darbe girişimi belgelerine rağmen, gerek Genelkurmayın ve gerekse Millî Savunma Bakanlığının adı geçen ve son mahkeme kararı ile sanık sandalyesinde bulunması gereken askerleri emekli etmeleri gerekirken, YAŞ’ta terfi ettirilmeye çalışmaları bu milletin değer yargılarına karşı bir nezaketsizliktir. Çünkü izinsiz askerî görevin haricinde bir iş yapmak “suçtur.” Yani ticaret yapan subayı cezalandıracaksınız, ama “darbe girişimini” es geçeceksiniz. Biz meslek hayatımızda gördük ki: “Üste fiili taarruzda” bulunan personelin mahkeme sonuçlanana kadar rütbesi durduruldu ve eğer mahkeme ceza verdi ise cezasını çekerdi. Peki seçilen bir hükümeti yıkmayı planlamak ve masum insanları öldürmeye çalışacak senaryolar hazırlayarak “amiri konumundaki hükümete ve TBMM üyelerine karşı işlenmesi düşünülen” bu girişimlerin hangi disiplin maddesinde yeri var? O zaman komutanlar bize yıllarca eksik bilgi verdi: “Asker siyasete karışmaz!” diye, ama şimdi anladık ki; “Bazı askerler canı istediğinde siyasete karışabiliyor.” Erdoğan, milletin memuru konumunda olanların hükmetmesine müsaade etmesin. Bilinmelidir ki; YAŞ’ta terfi, görev süresi uzatma, emeklilik ve TSK’dan ayırma işlemleri “oylama” usûlü ile yapılıyor. Kararlar üyelerin salt çoğunluğuyla alınıyor. Ancak atamalar YAŞ’tan farklı yürütülüyor. TSK Personel Kanunu’nun 121. maddesi uyarınca kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın teklifi, Millî Savunma Bakanı’nın inhası, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın onayı gerekiyor. Başbakan, atama kararnamesini onaylamadan önce tekliflerde istediği değişikliği yapma hakkına sahip. Yaptığı değişikliklerden sonra da kararnamenin son halini Cumhurbaşkanı’nın onayına sunuyor. Evet, millet adına bu hakkınızı iyi kullanın. Artık “şerh koymalar” gözü yaşlı insanımızın yanaklarından dökülenleri kurutmaya yetmiyor. Mazeret değil, icraat bekliyoruz…
ŞERİF GÜNDÜZ [email protected] |
05.08.2010 |