Ahmet DURSUN |
|
İtidâle davet |
Bir ‘evet’im var, bir de ‘hayır’ım. ‘Evet’imi satmam, hayır hakkımı da yedirtmem. Ne ‘evetçi’yim ne de ‘hayır’cı. ‘Evet’e evet; evetçiliğe hayır! Memleketimin hayrına, insanımın yararına ne varsa yanında olurum, hakkın tarafında safımı tutarım. Yanlışa yanlış, doğruya doğru der, hakikatle ilgilenirim. “Senin gibi düşünmüyorum” diyenlere de saygı duyarım; hep yaftalananlardan, hep ötekileştirilenlerden olmama rağmen ne yaftalarım ne de ötekileştiririm; çünkü kendimi “medenî” sayarım, medenilere galebe çalmanın yolunu bilirim. 12 Eylül darbesinin bir yıldönümünde, bugüne kadar defalarca şikâyet edilen darbe anayasası ile ilgili -benim gibi- Türkiye’nin de fikri sorulacak. Kaderin garip bir cilvesiyle Türkiye darbe anayasasının bazı maddelerinin değişmesiyle ilgili fikrini darbenin yıldönümünde beyan edecek; evet ya da hayır diyecek. Türkiye’de çeşitli şekillerle askıya alınan temel hakların elde edilmesi için yeni bir anayasa ihtiyacı olduğu kamuoyunda sıkça dile getirilen bir husustu; ancak darbe anayasası bir türlü rafa kaldırılamadı. Refarandumla değişmesi öngörülen maddelerin ise, 13 Eylül Türkiyesinde pek fazla bir değişikliğe yol açmayacağı, arzulanan bir hürriyet anlayışını bu değişikliklerin getiremeyeceği çeşitli hukukçuların tahlilleriyle ortaya konulmuş durumdadır. Yapılan kısmi, kışrî bir değişikliktir, yetersizdir. Darbe anayasasının ruhuna ve özüne ait bir değişiklik değildir bu. Buna rağmen bu kısmi değişikliğin bile ülkeyi bunca germesi, çeşitli çevrelerin de buna çanak tutması birçok açıdan tehlikelidir ve demokrasi ruhundan yoksunluğun bariz bir göstergesidir. Millet hissiyatının en net bir biçimde sandığa yansıması anlamına gelen referandum, ne yazık ki tahrikkar tutumlar ve ötekileştirici tavırlar sebebiyle bir hesaplaşma arenasına çevrilmek üzeredir. Bilhassa hak, hukuk ve ahlâki tavır konusunda çok daha duyarlı olması gereken bazı İslâmî kimlikli yazarların intikam çığırtkanlığı yapmaları, kendiyle çelişmekten öte kendini inkâr anlamına gelebilmektedir. 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan bugünkü anayasaya o gün hayır diyememenin özrü, intikam çığırtkanlığı olmamalıdır. Vesayetten şikayet ederken vesayetçi bir tavırla “Kimler evet, kimler hayır demeli” diyecek kadar kategorik davrananlar, milletin iradesini kategorilere ayıranlar ilkesel bir hata yapmaktadırlar. Demokrasinin özünü teşkil eden “hoşgörü” ilkesini bizzat yerle bir ederek barış ve toplumsal mutabakattan söz etmek, bu tavırla demokrasi havariliğine soyunmak inandırıcı olmadığı gibi, sürekli hata yapmaya ve yanılmaya müsait bir ilkesizlik zeminini gözler önüne sermektedir. İnsanlara, bu referandumun “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” anlamına gelmediğini söyleyebilme hakkını vermemek, eleştiri hakkını engellemek, bizzat millet iradesini yok saymak anlamına gelmez mi? Meseleyi laiklik ekseninde tartışmak, milliyetçilik, dinsizlik kavramları etrafında dışlayıcı bir dil kurmak, başörtüsü, imamhatipler tartışmalarını alevlendirmek bu referandumun içeriğiyle ne kadar ilgilidir, demokratikleşmeye ne kadar hizmet etmektedir? Bu referandumla 13 Eylül sabahı başörtüsü meselesi hallolocakmış, 28 Şubat’ın ruhu tarihe gömülecekmiş, Türkiye darbe anayasından tamamen kurtulacakmış gibi bir hava estirmek “Allahuekber” kelime-i mübarekesini kısır siyaset tartışmalarının içine sokmak, Müslüman kimliğine yakışmayan tehlikeli bir yaklaşımdır. Kategorik yaklaşımlar bugün tehlike olarak görülen bölünme ve toplumsal çatışmaların fitilini ateşleyebilecek provokatif yaklaşımlardır. Türkiye, bu referandumu bir uzlaşma fırsatı olarak değerlendirebilecek sağduyuya ve hoşgörüye muhtaçtır. Bu hususta fikir beyan edenler, ‘evet’ ya da ‘hayır’ isteyen siyasetçiler, gerilimden beslenmek yerine fikirlere saygı duymayı öğrenerek topluma bu konuda öncülük etmelidirler. Bu memleket muhakeme-i akliyeden yoksunluğun acısını çok çekti, daha fazlasından Allah korusun. 20.07.2010 E-Posta: [email protected] |