20 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Güzelliğin ruhu


A+ | A-

Güzelliğin ne güzel çeşitleri, ne revnaktar renkleri, ne değişik şekilleri, ne başka halleri var. Farklı kabiliyetler, farklı cihâzâtlar, farklı algılarla bakılsa da güzellik hiç değişmiyor; güzel hep güzel.

Gözün gördüğü, gönlün hissettiği, aklın algıladığı, kulağın duyduğu, dilin tattığı, duygunun duyduğu güzellikler farklı fakat güzel; sabit ve daimî; değişken olan onun tazelenen halleri ve renkleri, bedende sabit olan ruh gibi.

Dış âlemde gördüğümüz güzelliklerin de bir ruhu var, o ruhu bulmadıkça da hakikî güzelliği bulmak mümkün değil.

“Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve sûret hakikate istinat eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir sûrettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinat eder, can alır, ona bakar, güzelleşir.” (Dördüncü Şuâ)

Kâinatın ruhu ile kendi ruhunu buluşturmak ve aynı güzelliğe bakmak; esma-i İlâhiyenin tecellilerini müşahede, cilvelerine şahitlik etmek güzele ne güzel, ne derin bir bakıştır. Aynanın değişmesi sabit olanı değiştirmediği gibi güzeli daha şaşaalı, daha revnaktar, daha geniş gösterir. Onun için olsa gerek hadsiz güzelliği fark etmek için insan hudutsuz kabiliyetle donatılmış.

Gözle kulak birbirinden ne kadar farklı olsa da birinin güzel dediğine diğeri itiraz etmiyor; keza akıl, dil, duygular da öyle.

“Kalb, ruh vesâir zahiri ve batınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Cemil-i Zülcelâl’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.” (Dördüncü Şuâ)

Seyredilen güzelliklerin kaynağına erişildiğinde, güzel hakikî veçhesiyle anlaşıldığı gibi neden bu kadar çeşitli olduğu da kavranır ve her şeyin güzelden geldiği ve yine güzele döndüğü görülür. Güzel olmayan güzeli görmemek, ondan daha kötüsü görmemek için gözünü yummak. Uyurgezerler de gördüğü manzara karşısında “Ne güzel der” geçer, “Ne güzel yaratılmış” demez. Yaratılma fiilini gördüğünde diğer bütün isim ve sıfatlar bir bir ardı ardına sıralanır, onu şehadet arkasında gizlenmiş gayb güzelliğine eriştirir ki hakiki güzellik odur.

Yaşanan hadiselere de bu güzel pencereden bakıldığında kerih gördüğümüz nice hadisenin, hoşumuza gitmeyen nice işin altında güzel hikmetlerin yattığını, esmanın hüsna tecellisini görürüz. Başkaca hayat nasıl güzel olur, umut nasıl devşirilir, şevk nasıl elde edilir?

Ruhun hissetmediği güzellik tam güzel olmadığı gibi ruhuna varılmayan güzellik de tam güzellik değildir. Manasız lafız ne kadar abesse, mânâyı anlamayıp lafza meftun olmak da o kadar abes.

Kâinatta tecellî eden güzelliği akıl, göz, gönül, kulak vesâir zahirî ve batinî duygular tasdik ediyorsa, ortada bir güzellik var demektir. O güzelin ruhu olan esmâ-i hüsnâyı görmemek ise, bütün zıtlıkla aynı derecede çirkinlik.Gözünüz ve gönlünüzün esmâ-i hüsnâ güzelliği ile dolması ve doyması duâsıyla…

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa


A+ | A-

Orhan Bey: “Esmâü’l-Hüsna hakkında bilgi verebilir misiniz? Sayısı ve kaynakları nedir?”Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bütün bilgiler vahiy kaynaklıdır. Cenâb-ı Allah Kendi zatına mahsus güzel isimlerinden dilediklerini Kur’ân ile ve Peygamberinin (asm) diliyle haber vermiştir. Sayısı bini bulur. Allah’ın bildirmediği isimleri de vardır şüphesiz. Nitekim Allah Resulü (asm) bir niyazında şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Sana, Zât-ı Bârî’ni isimlendirdiğin, Kitabında inzâl buyurduğun, Peygamberine tâlim buyurduğun, ve ezelî ilm-i gaybında Kendin için tahsis ettiğin Esmâ-i Şerîfenin hepsiyle niyâz ederim.”1

Hazret-i Âişe validemiz (ra); “Allah’ım! Esmâ-i Hüsnâ’ndan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Büyüklerin büyüğü olan İsminle Sana niyâz ederim. Kim ki Sana bu isimlerinle duâ ederse cevap verirsin Rabb’im!” diye niyazda bulunmuştu. Bunu işiten Allah Resûlü (asm), “İsabet ettin! İsabet ettin” buyurdu.2

Cenâb-ı Hak (cc) bizim bilmemizi irade buyurduğu Esmâ-i Hüsnâ’sından bir kısmını sırf vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm’inde zikretmiş, bir kısmını ise Resûl’üne (asm) yine vahiyle bildirmiştir. Resûlullah Efendimiz (asm) Esma-i Hüsnâ’dan hiç olmazsa doksan dokuzunun ihsâ edilmesini, yani bilinmesini, kavranmasını ve gerekleriyle amel edilmesini tavsiye buyurmuş, doksan dokuz ismi kavrayanı Cennet’le müjdelemiştir.3

Esmâü’l-Hüsnâ’dan doksan dokuzunu (yüzden bir eksiğini) “Allah, Rahman, Rahîm...” diye bilinen sırası ile Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir.

***

Ankara’dan A.V.: “Peygamberimiz (asm) ‘Ahirzamanda hiç kimse nefsine hâkim olamaz!’ buyuruyor. Böyle fetret derecesinde dehşetli ve tehlikesi çok olan bir zamanda olmamızın acaba bir müjde tarafı var mıdır?”

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu asırda takva ve salih amel kavramlarını yeniden tanımlıyor ve gençlere önemli tavsiyelerde bulunuyor. Onun dersini dinlemenin bu problemi nasuh bir tövbe ile çözeceği Allah’ın rahmetinden uzak değildir.

Bedîüzzaman’a göre takva ve salih amel, imandan sonra en büyük esaslardır. Takvâ, günahlardan sakınmak; salih amel ise emir dairesinde hareket etmek ve sevap kazanmak demektir. Günahlardan kaçınmak, sevap kazanmaya nisbeten daha tercihe şayandır. Yani takva, salih amelden daha evlâdır. Bilhassa bu tahribat, sefahet, câzibedâr hevesât ve ahlâkî yıkım zamanında, günahlardan kaçınmak demek olan takva esas tutulmalı ve günahlardan muhakkak sakınmalı, kebâir (büyük günahlar) terk edilmelidir. Bu zamanda farzlarını yapan, büyük günahları işlemeyen kurtulur. Çünkü böyle her taraftan büyük günahların saldırısına maruz kalanların, salih amele ihlâs içinde muvaffak olmaları zordur. Bundandır ki, bu ağır şartlar altında az bir salih amel, çok amel hükmündedir.

Bedîüzzaman’a göre, üstelik takva (günahlardan kaçınma duygusu) içinde bir nev’î salih amel zaten vardır. Öyle ki, bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı vardır. Böyle ağır şartlar altında ve böyle yoldan ve sokaktan, gazete ve mecmualardan, tv ve İnternet’ten binler günahın hücumu ve saldırısı zamanında takva, yani Allah korkusu niyetiyle “bir tek sakınmak” ile, yani az bir amelde bulunup yüzlerce günahı terk etmekle, yüzlerce vacip işlenmiş oluyor. İşte, takva niyetiyle ve günahlardan sakınmak kastıyla menfî ibadet denilen “Allah rızası için haramlardan uzak durma ibadeti” yapılmış, çok önemli bir salih amel böylece işlenmiş olmaktadır. Madem şimdiki hayat tarzında her dakikada yüzer günah insana karşı geliyor. Elbette Allah korkusu ile haramlardan sakınan bir genç, yüzer salih amel işlemiş gibi sevap kazanmış olmaktadır.

Dipnotlar:

1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/391;Tecrit Terc., 8/192

2- Tecrit Terc. 8/192

3- Buhârî, 8/1165; Tirmizî, Daavât, 86

4- Kastamonu Lâhikası, s. 110

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Amelimize ne kadar ihlâs katıyoruz?


A+ | A-

Bir işi, bir meseleyi bilmek ayrı, uygulamak ayrı, Allah için, yani ihlâsla yapmak ayrıdır. Bilmek yetmez. Amel etmek, uygulamak, pratiğe geçirmek gerekir. Uygulamak da yetmez. İhlâs lâzım.

Meselâ, sigaranın zararlarını en iyi bilen doktorlardır. Araştırmalar, en çok sigara içenlerin yine doktorlar olduğunu gösteriyor!

Bir yemeğin beslenme formatına uygunluğunu, lezzetini, hammaddenin, pişirilme süresinin, katılan tuzun, biberin ve sair baharatların miktarı belirler. Aslında ihlâsımız ve niyetlerimiz de yemeğin lezzetini etkiler. Zira, ihlâsımız ve niyetlerimizle de bir enerji yayarız. Dışarıda bulunan sebze ve meyveleri enerji türleri etkilediği gibi (hava, sıcaklık derecesi vs.); yemeği yaparken de, yerken de yaydığımız enerji dalgaları olumlu veya olumsuz etkiler.

Niyet, ağlamanın, gözyaşlarının mahiyetini bile değiştirir! Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Dr. W. Frey’in “Ağlamak, Gözyaşlarının Sırrı” isimli kitabında, soğan soyarken oluşan gözyaşı ile duygusal gözyaşlarının protein yapılarının farklı olduğunu tespit ettiğini naklediyor.1

Allah için, mukaddes değerler için ağlamayla, dünya, nefis ve madde için ağlamanın, ihlâs ile ibadet etmekle, gösteriş için ibadet etmenin sırrını ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın, “Niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir”2 sözü, bu hakikati ifade eder. Meselâ, alçakgönüllülüğe niyet, onu yok eder. Büyüklenmeye niyet de büyüklüğü yok eder, yani, büyüklük taslayanı küçültür.3 Yani, “Dur hele ben bir tevazuya niyet edeyim” diye niyetlendiğimiz anda, tevazu yok olur. Kibre girerek büyüklük taslayanın büyüklüğe niyeti, onu küçültür. Besmeleyle başlanan, zikir, şükür ve fikirle yenen yemeğin, ihlâs ve samimi niyet derecesine göre gerçekten maddî olarak da lezzetinin arttığını gösteren araştırmalar vardır.

Diğer taraftan çiçeklere de iyi niyet ve sevgiyle yaklaşıldığında canlandıkları; olumsuz yaklaşıldığında büzüştükleri, soldukları biliniyor. Keza, insanlara veya hayvanlara da kötü niyet ve duygularla yaklaştığımızda rahatsız olmuyorlar mı? Duygu yoğunluğu yüksek, duyarlılıkları hassas olanlar, olguları hemen fark eder. Bu ve benzeri örnekler, ihlâs ve niyetin duygu ve hasletlerimizi farklı reaksiyonlara soktuğunu apaçık gösterir. 

Her zaman kendimizi muhakeme etmeli ve sormalıyız: Amelimize ne kadar ihlâs katıyoruz? Amel, yemek yapmak, yemek yemek, konuşmak, anlamak için okumak, anlatmak, ibadet, zekât, oruç, iyilik, yardım, hizmet gibi hayatın bütününü kaplayan fiillerdir.

“Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır… Eğer dünyaya ait faideler ve menfaatler o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubûdiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi, akîm (neticesiz) bırakır.”4

İhlâs Risâlesi’nin birinci düsturu, “Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı” şeklindedir. Şimdi soralım kendimize: Ey nefis! Bu işi, bu konuşmayı vs. Allah rızası için mi yaptın; yoksa nefsin rızası, başka çıkarlar gözeterek mi yaptın?

Dipnotlar:1- Kastamonu Lâhikası, s. 38; 2- Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 165; 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 169.

4- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 136.

20.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Korsan bilgiler


A+ | A-

Fikir sahasında yaşanan en anlamsız, en faydasız, en gereksiz tartışmalar, tahkik edilmeden ortaya atılan bilgi kırıntılarına dayanıyor.

Bunlara, aynı zamanda "korsan bilgiler" de denilebilir.

Yani, birilerine isnat edilerek ortaya atılan bir fikrin, bir bilginin, yahut bir iddianın, gerçekte sahibi yoktur.

Ama, sahipsiz olmasına rağmen, o söz veya fikir korsanlar tarafından birilerine mal ediliyor ve üzerinde hararetli tartışmalar yapılabiliyor.

Fikrî tarışmaların, ilmî müzakerelerin mutlak faydasına inananlardanız.

Lâkin, işin içinde kaçak oynamak, korsan davranmak olmamak şartıyla...

* * *

Türkiye medyasında, hararetli tartışma konuları eksik olmaz.

Bunların bir kısmı, son derece yararlıdır. Zira, tarafların gizlisi, saklısı yoktur. Yalansız ve maskesiz konuşurlar.

Tartışmaların diğer bir kısmı ise, can sıkmanın ötesinde bir kıymet–i harbiyesi yoktur. Çünkü, doğru dayanaktan, sahih kaynaktan yoksundurlar. Kelimeler, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa dolaşarak, bir dizi yalana, yanlışa bulanmışlardır.

Asıl mânâsından saptırılmış, hatta yer yer tersine döndürülmüş bir fikrin nesini konuşacak, nesini tartışacaksınız?

Ortada doğrudan eser kalmamış ki, konuşup da doğru bir hedefe varasınız...

İşte size birkaç misâl.

Hakiki Türklükle hiç alâkası olmayan bir Frenkmeşrep Türkçü, meselâ çıkıp diyor ki: "Kürtçü ve bölücü olan Said Nursî, Türk talebelerine evlenmemelerini öğütlerken, Kürtlere ise çokça evlenmeleri ve nüfus itibariyle çoğalmaları tavsiyesinde bulunmuş."

Şimdi tutup da bu safsatanın nesini tartışacak ve bu zırvanın neresini tevil edeceksiniz?

Zira, bu iddianın dayandırıldığı bir delil yok, bir kaynak ismi yok.

O halde, bu tür saçmalıklar için zaman ve enerji harcamaya da gerek yok.

* * *

Bir başka misâl de şudur: Asabiyet damarının kabarması sebebiyle muvazeneyi kaybetmiş bir Kürtçü de çıkıp diyor ki: "Said Nursî, esasında Şeyh Said kıyamına (1925) katılmak istemiş de, buna muvaffak olamamış. Bundan dolayı da çok üzülmüş, falan."

Al birini, vur ötekine...

Bu da, aynı diğeri gibi delilsiz, kaynaksız, tahkiksiz, kuru bir saçmalıktan ibaret. Üzerinde durmaya hiç gerek yok.

Zira, Said Nursî'nin sergüzeşt–i hayatı gibi, eserleri de meydanda.

O zât, hayatının hiçbir safhasında ve 130 adet eserinin hiçbir yerinde ne ırkçılık fikrine iltifat etmiş, ne de şiddete dayalı hareketlere taraftar olmuştur.

Keza, çıkarılmış olduğu hiçbir mahkeme tarafından, bu cihette bir suçu bulunamamış ve cezalandırılmamıştır.

Şayet, ırkçılık, bölücülük ve kan dökmeye yönelik en ufak bir fikri, bir hareketi tesbit edilmiş olsaydı, hiç şüphesiz, onu idam ve imha etmek isteyenler, bunu tepe tepe kullanarak, dâvâsını lekedar etmeye çalışacaklardı.

O halde, hiçbir mahkemenin isnat edemediği bir suçu, başkası niçin isnat etmeye yelteniyor?

Demek ki, ortada bir kaçak, bir korsanlık hareketi var ki, buna beş para değer vermeye gelmez. Bu korsan müfteriler, bırakalım iftiralarıyla başbaşa kalsınlar.

Tarihin yorumu

20 Temmuz 1402

Fetrete yol açan Ankara Savaşı

Ankara yakınlarındaki Çubuk Ovasında 20 Temmuz 1402'de Timur Han ile Yıldırım Bayezid Hanın kuvvetleri arasında yaşanan savaş, Osmanlı ve Anadolu tarihinin seyri açısından ciddî bir kırılmaya sebebiyet verdi.

O gün 14 saat müddetle göğüs göğüse yaşanan savaşta Osmanlı tarafının yenilmesi sebebiyle, Osmanlı fütûhatı sekteye uğradı. En az on yıl süren bir fetret devresine girilmiş oldu. Bu fetret kâbusu, aynı zamanda şezadeler arasındaki taht mücadelesine yol açtı.

* * *

Savaşın sonlarına doğru, Anadolu Beylerinin Timur tarafına geçmesi, Niğbolu kahramanı Yıldırım Bayezid'in işini zorlaştırdı.

Yalnızlığa mahkûm edilen Sultan Bayezid, neticede esir düşmekten kurtulamadı. Esaret hayatının kahrına dayanamayınca da, kısa bir süre sonra vefat etti.

* * *

Osmanlı'nın Ankara mağlubiyeti, sağlanmak üzere bulunan Anadolu birliğinin yeniden bozulmasına yol açtı. Beylikler, eski dağınık ve çekişmeli hallerine geri döndü.

En önemli husu ise, fetih maksadıyla ara ara kuşatma altına alınan İstanbul (Konstantiniye), fetih sürecinden uzaklaşmış oldu.

Osmanlı şehzadeleri, birbiriyle uğraşmaktan, bu dönemde hiçbir fetih hareketiyle ilgilenemedi.

Aksine, Selanik gibi mühim bazı şehirler kaybedildi ve fetret devrini sonuna kadar Bizans'ın eline geçmiş oldu.

* * *

Ankara Şavaşı, ikisi de Türk ve Müslüman olan iki taraf arasında bir kuvvet ve hakimiyet mücadelesiydi. Neticede, zarar üstüne zarar yaşandı.

Kardeş kavgası iki tarafa da yaramadı. En az 50 bin insanın hayatına mal olan bu savaş, hiçbir meseleye kalıcı bir çözüm getirmedi. Üstelik, sultanlar da, bu tarihten sonra huzurlu bir hayatı yaşayamadı.

Sultan Bayezid, savaştan bir sene sonra (1403), Timur Han da iki sene kadar sonra (1405) dünyaya vedâ edip gittiler.

Hasıl olan tahribatın tamiri ve zararların telâfisi ise, 20 seneden fazla bir zaman aldı.

Dünden bugüne gelecek olursak, şunu diyebiliriz: Ankara savaşlarının kimseye bir faydası yok. Dahilî çekişme arenasından uzak durulmalı. Zira, zemin kaygan ve kırılgan. Dengeler, hiç umulmadık şekilde değişebiliyor.

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Barla’da herşey güzel


A+ | A-

18 Temmuz 2010 günü Barla’ya yapılacak seyahatin heyecanıyla sabahın erken saatinde kadın-erkek, çoluk-çocuk yola koyulduk. Herkesin yüzü gülüyor; herkes neşeli ve sürurlu. Arabanın içinde Kur’an-ı Kerim tilaveti, dualarla, sohbetlerle yolculuk feyizli ve bereketli bir şekilde devam ederken; yaz dönemi, hasat mevsiminde yol kenarlarına baktıkça mukaddes el emeği ve alınteri ile helal rızkını Allah’ın rahmet hazinesinden çalışıp, üretip, toplayan köylüleri görüyoruz. Afyonkarahisar’dan Barla’ya ve Eğirdir Gölüne kadar bütün tarlalar ayva sarısı renge bürünmüş, yol kenarlarındaki yabani dikenlerin arasında açmış çeşitli renk, desen ve motiflerdeki çiçeklerin haricinde gözlerimizi cezbeden ve tefekküre sevk eden başka renkleri göremiyoruz.

Ancak Senirkent yolundan Barla’ya yöneldiğimizde Kayaağzı denilen yerde dağlardan gelen ve kayanın altından olanca haşmetiyle akan soğuksuya ulaştığımızda her şey birden değişmeye başlıyor. Eğirdir Gölü’nün mavi sularını gördüğümüzde her taraftan birden hayat emareleri, canlılıklar, yeşillikler, çiçekler, meyveler, gölün üzerinde yavru çıkarmış yaban ördekleri, martılar, balıklar ve sayamayacağımız kadar envai çeşit nimetler, güzellikler ve bereketi görüp hissediyoruz. Barla’ya yaklaştıkça bu saydığımız nimetlere, rahmete ve berekete manevi zenginlikleri de ekleyince gerçekten ruhumuzla, kalbimizle, aklımızla ve bütün latifelerimizle hissedebildiğimiz ve tarifi mümkün olmayan bir huzur ve saadet iklimi içersine girdiğimizi fark edebiliyoruz. Baktığımız, gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz her şey bizleri etkiliyor, gölün kenarında ılıkça esen rüzgârı bile bizleri ferahlatmaya yetiyordu.

Bediüzzaman Filminin çekimi nedeniyle Feza Film tarafından Üstadın Barla’daki evinde son restore edilmiş hali kamufle edilerek elli-altmış sene öncenin görünümünü yansıtacak düzenlemeler yapılmış. Bu düzenlemeler ve tarihi görüntülerin izleri o sokaktaki tüm evlerin dış duvarlarına da uygulanmış. O haliyle Üstadın evi ve çevresi bizleri hayalen yıllar öncesine alıp götürdü. Birçok yoklukların, kıtlıkların ve mahrumiyetlerin içerisinde azimle, metanetle, gayretle, sabır ve sadakatle yapılan çalışmaların karşılığı olarak Cenab-ı Hak, Risale-i Nurları beşeriyetin ufkuna bu helâket ve felaket asrında bir Kur’an tefsiri, bir hakikat güneşi olarak doğmasına müsaade etmiştir. Bu hakikatlerin yansımasını Yeni Asya Sosyal tesislerinde Nihat Derindere’nin sohbetinde tattık. Bahçedeki kamelyanın altında dinlediğimiz dersten o kadar çok istifade ettik ki, oradan ayrılırken Risale-i Nurların insanları hayrette bırakan, akılları ve ruhları mest eden ilmî bir iksir olduğunu herkes birbirine anlatıyordu.

Bediüzzaman’ın evinin önünde çilekeş, vefalı ve güler yüzlü Barlalı yaşlı kadın ve erkeklerin bağlarından, bahçelerinden getirdikleri meyveleri, yiyecekleri, hediyelik eşyaları satmaları; o beldenin bolluk, bereket ve ucuzluk içersinde insanlara ikramlar yaptıklarını gösteriyordu. Barla insanlarını hep güleryüzlü, tatlı dilli ve misafirperver olduklarını anlamak için onlara selam vermeniz yeterli. “Hoca efendi” diye ifade ettikleri Bediüzzaman’a sonsuz saygı ve hürmetleri var. Bu nedenle ziyarete gelen herkese iyi davranırlar, yardımcı olurlar ve onun kitaplarını okuyup ilimlerini arttırmışlardır, diye hürmet gösterirler. Herkesin az çok Üstad’la bir hatırası vardır. Barla’ya girişteki caminin şadırvanında abdest alırken yaşlı olduğu fazla belli olmayan bir kimsenin tebessümlü, hürmetli bakışı dikkatimi çekti. Buralı olup olmadığını sorduğumda, iftiharla ve kendinden emin bir ifade ile “Buranın yerlisiyim” dedi.

Kaç yaşında olduğunu ve Üstad’ı tanıyıp tanımadığını sordum. Yaşının seksen üç olduğunu söyleyince inanmak istemedim. O da bana sırrını söyledi. İsminin Hasan Hüseyin Kaya olduğunu, Sıddık Süleyman Kervancı’nın yeğeni olduğunu, söyledi. Amcası vesilesiyle Üstadın hizmetinde bulunduğunu, eserleri zaman zaman aramalarda götürüp kendi evinde sakladığını anlattı. Üstad, Hasan Hüseyin Kaya’nın hizmetinden memnun olduğu için alnından öpmüş, sırtını sıvazlamış, bolluk ve bereket duası etmiş ve uzun ömürler, dilemiş. Bunları neşe ve sevinç içinde güleryüzle anlattıktan sonra bana dönerek: “Şimdi anladın mı? Benim genç olmamın, delikanlı kalmamın sırrını, diye latife etti.

Bütün güzelliği ve cazibesi ile insanları cezbeden Barla’ya veda etmek çok zor. “Mümkün olsa kalacaktım, bir ömür boyu Barla’da” diyen şair, yüreğindeki aşkı ve ateşi bu şekilde terennüm etmiştir. Daha sonra göl kenarında Boyalı Köyünden seksen üç yaşındaki Süleyman Amcanın sahildeki ahşaptan, derme çatma ağaçlardan yapmış olduğu, yerden iki metre yüksekteki, yirmibeş metrekarelik köşküne misafir olduk. Bizim gurubun göl kenarına inmesi ile oranın manevi havası ve şekli birden değişti. Köşkte okunan ikindi ezanı, cemaatle kılınan namaz, namaz tesbihatı ve arkasından Sünnet-i Seniyye ile ilgili okunan ders herkesi mest etti. Cemaate çevredeki piknik yapanlar da katıldı. Köşkün sahibi Süleyman amcanın neşesine diyecek yoktu. Havası, suyu, bereketi, maddi ve manevi güzellikleri ile değil, Barla; belki Süleyman Amca’nın derme çatma barakası bile İstanbul’un Yıldız Saraylarına değişilmez. Gönül huzuru, ruh ferahı ve kalp rahatı içersinde ziyaretimizi bitirdik, güneş batarken ufuklardaki kızıllıklarla birlikte evlerimize dönmek için yola revan olduk, aklımızı Barla’nın güzelliklerine hayran bırakarak…

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Kardak krizi ve hatırlattıkları


A+ | A-

Kardak krizi olduğunda hâlâ Donanmada görev yapıyordum. Henüz irtica suçlaması ile ordudan atılmamıştım. Aynı yılın sonunda “28 Şubat” dönemi ve buna paralel Donanmada “dindar subay” operasyonları başladı. Sayısı bine yaklaşan subay ve astsubay “eşleri başörtülü olduğu” gerekçesiyle ordudan ayrılmak zorunda kaldı.

İşte Ergenekon çetesi bu dönemde doğdu. “Batı çalışma Grubu” dindar insanları fişlemekle işe başladı ve en küçük dinî hassasiyeti olan birçok subayı ordudan ihraç etti. Bu ahlâksız plan iki koldan yürütülmüştü. Bir yandan Yüksek Askeri Şura yargı kararı olmaksızın subayları ordudan atıyor diğer yandan “Bak sen iyi bir insansın, bu Şurada ordudan atılacaksın. İyisi mi istifa et kurtul, bizi de bu çirkin işten kurtarmış olacaksın” diyerek istifaya zorluyordu.

Sonunda binlerce insan ordudan ayrılmak zorunda kaldı. Ergenekonculara gün doğmuştu. Her türlü cunta örgütünü rahatça kurma ve uygulama imkânı bulmuşlardı.

Bugün mahkemeleri devam eden Ergenekon olaylarının içyüzünü öğrenmek isteyenler o günleri hatırlamak zorundadır. Aksi takdirde mahkeme sürecinde ortaya çıkan olaylara anlam vermekte güçlük çekeceklerdir.

“Yahu! Memleket elden giderken sen de bu ordunun içinde görev yapıyordun, olaylara sadece kös kös baktın mı?” diyenler olabilir. Kendi hesabıma bir parça karşılık verdiğimi düşünüyorum. Hatta “Bahriyede 15 Yıl” kitabı güzel bir örnektir. Ama yeterli miydi, isterseniz buna siz karar verin.

Öncelikle Donanmada görev yapan arkadaşlarıma daima şu sözü söylediğimi hatırlıyorum: “Arkadaşlar, dinî konularda taviz vermeyin zira taviz tavizi doğurur, bugün elinizi isteyenler yarın kolunuzu isterler. Tavizin sonu gelmez, kolunuzu isteyenler yarın gövdenizi isteyecektir. Sakın eşlerinizin başını açmayın, içki içmeyin, namazınızı terk etmeyin. Eğer ordudan atarlarsa, nasıl geçim sağlayacağım diye düşünmeyin. Rızkı veren Allah’tır. Hem bizlerin bazı fırsatları var, gider ticaret gemilerinde çalışırız. Bu kişilerin minnetini çekmeye gerek yoktur.”

Belki bin kişiye söylemişimdir. Hatta Allah’ın rahmetine kavuşmuş çok değerli bir ağabeyim “Tedbirli olun, bak dindarları ordudan atıyorlar” dediği zaman “Ağabey ne olursun! Bari bunu sen söyleme. Zaten bu insanları yeterince korkutuyorlar, böyle söylersen, bu sefer eşlerimizin baş örtüsünü açacaklar. Yapma ne olursun” demişimdir. O, orduda kalmayı ve orada hizmet etmeyi çok önemli bir görev biliyordu. Her ne ise, zaman önce o ağabeyimi sonra da beni haklı çıkardı. Birkaç yıl sonra ben ve taviz vermeyen arkadaşlarım ordudan atıldık. Buraya kadar o haklıydı. Lakin ondan sonra ben haklı çıktım. Çünkü ordudan atılmıştık fakat çok daha iyi imkânlarla çalışma fırsatı bulmuştuk. Rabbim bir kapıyı kapamış fakat binlerce kapı açmıştı. Sadece maddî imkânlar değil, manevî olarak da Rahman olan Allah’ın lutfuna mazhar olmuştuk. Her şeyden önce ailelerimiz o yoğun baskıdan kurtulmuşlardı.

Kanunî haklar bakımından çok büyük haksızlıklara maruz kalmıştık, hatta “mecburi hizmetini doldurmadın” diye bir de ceza ödedik, iyi mi! Daha bunun gibi, yazsam belki sayfalar sürecek yüzlerce haksızlığa maruz kaldık. İşin kötüsü bu zulüm ve haksızlıklar yapılırken hep kendini dindar ve demokrat olarak ifade eden hükümetler işbaşındaydı. Bütün bu pis işleri bu hükümetlere yaptırdılar, işin kötüsü arkasından da kıs kıs güldüler.

Fakat “sabrın sonu selâmettir” misali bizler onurlu yaşamayı üç beş kuruş devlet maaşına tercih ederek Rabbimizin çok nimetini gördük. Hamdü senalar olsun, Rabbim bizlere insanların minnetini çektirmedi. Çok mihnetli devlet maaşı yerine çok bereketi olan kendi kapısından verdi. Helâl dairede denizlerde çalışarak paralar kazandık.

Fakat sözünde duramayan ve dinî hassasiyetleri ön plana çıkarıp daha sonra da sert bir dönüşle tersini yapanlara ne demeli? Öte taraftan “dindar subayların kökünü kazıdık” diye eğlenen hatta bayram yapanlar ne âlemde.?

Onlar şimdi “Ergenekon” çeteleşmesi nedeniyle hâkim karşısında hesap veriyorlar. Ne ceza alırlar bilemem, fakat asıl büyük mahkemede ne olacak? Orasını düşünmek daha önemlidir. Şansları var zira tövbe kapısı kapanmamıştır. Belki bağışlamayı çok seven Allah’tan nedamet dilerler. Bu onların bileceği iş, lakin hesap günü ben ve arkadaşlarım bu yaptıklarının hesaplarını soracağız. Belki de o çok dehşetli hesap gününde bu sayede berat senedini kazanırız.

Rabbim, son nefesimize kadar imanla yaşamayı ve o şekilde kabre girmeyi nasip etsin…

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Gönül seferberliği


A+ | A-

Bilindiği üzere; gönül yapmak özünde ‘tamir’ olduğu için zor, gönül yıkmak ise ‘tahrip’ olduğu için kolaydır. Güneydoğu meselesiyle ilgili olarak her türlü ‘çare’yi gündeme taşıyanların, “gönül kazanma, kalp fethetme” projesini bir türlü gündeme almamaları bu bakımdan düşündürücü. Kalplerin ve gönüllerin kazanılmadığı bir ‘açılım’la başarıya ulaşılabilir mi?

Güneydoğu’da yaşananlara çare olması bakımından değişik kurum ve kuruluşlar zaman zaman ‘reçete’ler sunuyor. Bunlardan biri de Demokratik Sendikalar Konfederasyonu (DESK) oldu. Konfederasyon Genel Başkanı Lütfi Şenocak, terör sorununun çözümü için Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapan din görevlisi, öğretmen ve sağlıkçılardan “gönül elçisi” olarak yararlanılması teklifinde bulunmuş. (AA, 19 Temmuz 2010)

Hükümetten terörü bitirmek için inançlı ve kararlı bir şekilde tedbirler almasını isteyen Şenocak, sivil toplum örgütleri olarak, Türkiye’nin her yerinde etnik ve her türlü ayrımcılığı sona erdirmek ve kardeşliği tesis etmek için gönüllü birliktelik seferberliği başlatacaklarını da söylemiş.

Şenocak, projelerini anlatırken şöyle demiş: “Terör sorununun çözümü için özellikle din görevlilerine özel bir proje uygulanmalı. O bölgede görev yapan Kürtçe ve Arapça’yı iyi bilen din görevlilerimiz gönüllü olarak bir yıllık eğitime alınmalı ve onları bölgede gezici vaiz olarak görevlendirip devlet millet kaynaşmasını sağlamalıyız. Biz ülkemizi gerçek huzura, barışa ve kardeşliğe götürmek için meydanlara çıkmaya hazırız. Din görevlileri, sağlık çalışanları ve öğretmenler olarak barış elçisi olmaya hazırız.”

DESK’in kamuoyu ile paylaştığı teklifler arasında şunlar var:

* Teröre çözüm aranırken sorunun ekonomik ve sosyal bileşenleri göz önünde bulundurulmalıdır.

* Terör örgütünün beslendiği bölgelerde mesleksizlikle başlayan işsizlik ve paralelinde artan yoksulluk giderilmeden kalıcı bir çözüm sağlanmayacaktır.

* Sivil ve askeri kurumların birlikte ve eş güdümlü hareket etmesi ideal olandır.

* Sosyo-ekonomik sorunların çözümü için, bölgede derhal toprak reformu yapılarak, ağalık sisteminin önüne geçilip, bölge halkının şartları eşitlenmelidir.

* Bölgedeki öğrencilerin orta öğretim ve yüksek öğretime devamı sağlanmalı, uygulamalı mesleki ve teknik eğitim yaygınlaştırılarak, çalışarak okumanın koşulları oluşturulmalıdır.

* Bölge halkının kolaylıkla ulaşabileceği, kurumlardan beklentilerini, yaşadıkları sorunları paylaşabilecekleri ‘hizmet’ masaları oluşturulmalıdır.

Bu ve benzer maddeler elbette ilk defa gündeme gelmiyor. Ama sıkıntıların sona ermesi için bir “gönül seferberliği” başlatılması gerektiği, her halde izah dahi istemez. Bu “gönül seferberliği”nin içinde insana ‘insan’ olarak yaklaşmak ve şefkat vardır ve olmalıdır.İnsanların kalplerine hitap edecek her türlü faaliyet, ‘gönül seferberliği’ ile isimlendirilebilir. Yıllardan beri ihmal ettiğimiz de bu seferberlik değil mi? Gönüllerin kazanılması için bu seferberlik şart, vesselâm...

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP abartmasın


A+ | A-

AKP gösterişli sloganlar ve abartılı sunumlarla “anayasa paketine evet” kampanyasını başlattı. Başbakan “Halk bu anayasa paketine ‘evet’ diyerek darbe anayasasını tarihe gömecek” gibisinden iddialı sözler söylüyor.

Gerçekten öyle mi? Geçen hafta paket üzerinde madde madde yaptığımız ve sizlerle paylaştığımız tahlilin bizi ulaştırdığı sonuç, hiç de öyle göstermiyor. Pakette bazı doğrular var, ama yetersiz ve eksik. Yanı sıra gayet gereksiz ve hattâ son derece yanlış düzenlemeler dahi mevcut.

Dolayısıyla, paketin kabulü halinde darbe anayasasının tarihe gömüleceği gibisinden abartılı söylemlere hiç gerek yok. Hattâ bu tür mübalâğalı çıkışların ters tepme ihtimali olabilir.

Darbe anayasasının tarihe gömüldüğünden bahsedebilmek için, yirmi yedi yıldır yürürlükte olan ve zaman zaman yapılan parçalı değişikliklerle yamalı bohçaya dönen metnin tamamen çöpe atılıp, yerine evrensel hukuk ve demokrasi kriterlerine uygun yeni bir anayasanın ikame edilmesi lâzım. Paketin böyle bir özelliği var mı?

Maalesef, paket de yamalı bohçadan farksız.

Ne anayasanın resmî ideolojiyi dayatan başlangıç kısmına dokunuyor, ne MGK başta olmak üzere sistemdeki asker vesayetinin temel kurumlarıyla ilgili köklü bir reform getiriyor, ne çok şikâyet edilen yargı vesayetini kökten kaldıracak bir düzenleme içeriyor ve ne de YÖK ve RTÜK gibi 12 Eylül kurumlarını tasfiye ediyor...

Paketin AYM ve HSYK için öngördüğü düzenlemeler önüne geldiğinde, Anayasa Mahkemesinin bir kez daha yetkisini aşarak esasa girmesi ve maddelerde rötuşlar yapması dahi, bu tesbit ve değerlendirmeyi teyid eden son örnek.

Ve bu örnek, Başbakanın meydanlarda seslendirdiği “Üstünlerin hukukuna değil, hukukun üstünlüğüne evet” sloganını boşlukta bırakıyor.

Çünkü pakette, AYM’nin alışkanlık haline getirdiği “yetki gasbı”na engel olacak bir çözümün bulunmadığı, bu hadisede açıkça ortaya çıktı.

Öte yandan, yargının halihazırdaki mevcut hali, paketle öngörülen “YAŞ ve HSYK ihraçlarına yargı yolu” düzenlemesinden dahi istenen sonuçların çıkmasını riske sokacak nitelikte.

Meselâ “bu yargı”dan, YAŞ ve HSYK’zedelerin mağduriyetini bitirecek kararlar çıkar mı?

Bu itibarla, AKP paket için yürüttüğü kampanyayı daha mütevazi söylemlerle devam ettirse, çok daha akılcı ve gerçekçi davranmış olur.

Paket tam olarak içlerine sinmediğinden dolayı tavırlarını “Yetersiz, ama evet” ifadesiyle ortaya koyan kesimlerin desteğine duyulması gereken saygı da böyle bir olgunluğu icab ettiriyor.

Şimdi bu paketle milletin önüne çıkıp “büyük demokrasi reformu ve hamlesi” nutukları atan AKP’nin, üç yıl önce halktan ikinci kez aldığı güç ve yetkiyi öncelikle “tamamen yeni bir anayasa” için değerlendirmesi gerekirken, Cumhurbaşkanı Gül’ün de defaatle tekrarladığı ikrarıyla bu fırsatı nasıl heba ettiği unutulmuş değil.

Bu, başlı başına hesabı sorulması gereken bir durum iken, göz göre göre kaçırılan tarihî bir fırsatın üzerine bir bardak soğuk su içerek, pişkin tavırlarla halkın önüne çıkmanın anlaşılabilir bir izahını bulmakta biz çok zorlanıyoruz.

“Anayasa olmadı, paketle idare edin” gibi bir tavrın mazur görülüp bağışlanacak bir tarafı yok ve olamaz. Ancak paketin halka hiç değilse “Asıl yapmamız gerekeni yapamadık, çok üzgün ve mahcubuz, elimizden ancak bu kadarı geldi, şimdilik bununla iktifa etmek durumundayız” gibi mütevazi söylemlerle sunulması gerekirdi.

Onun için AKP bu meseleyi abartmasın.

Referandumu kendisine yönelik bir güvenoylamasına çevirmeye de kalkmasın. Toplumdaki AKP rüzgârının artık dindiğini ve aksine ters rüzgârlar esmeye başladığını görüp, bu paketi de tehlikeye sokacak tavırlara tevessül etmesin.

Hızlanan iniş trendini paketle tersine çevirme hesabı yaparsa, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma” durumuna düşebilir.

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Terörle mücadelenin dış boyutu…


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Meclis’te grubu bulunan iki partiyle Demokrat Parti’yi dışladığı siyasî parti genel başkanlarıyla görüşmelerinin ardından dün toplanan Bakanlar Kurulu’nun ana gündemi terörle mücadele oldu.

Terörle mücadelede “iç önlemler”in yanısıra şüphesiz dış boyutta alınacak “tedbirler” de önemli. Bunların başında sınır dışındaki terör örgütünün tasfiyesi ve terörist başlarının iâdesi geliyor…

Bilindiği gibi, uzun süre “stratejik müttefik” ABD’nin PKK’yı “terör örgütü” olarak tanıması ve ortak mücadeleye katılmasını bekleyen Türkiye, nihâyetinde Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Bush’la Beyaz Saray’da başbaşa yaptığı görüşmede, bu “taahhüdü” aldı. Amerikan yönetimi, bizzat Bush’un ağzından PKK’yı “terör örgütü” ve “ortak düşman” ilân etti.

Ankara “ortak mücadele” amacıyla Washington ve Bağdat’la “üçlü mekânizma” kurdu. Buna göre, bölgeyi termal kameralarla tarayan Amerikan casus uçakları ve uydularından elde ettiği bilgiler “anlık istihbarat paylaşımı” anlaşmasıyla anında Türkiye’ye verecekti. Kuzey Irak’ta ve sınırdaki terörist hareketleri ve sızmaları tesbit eden Amerikan uydularının, anında Florida’daki komutanlığa gönderilen görüntüler, koordinatlarıyla, eylem ve boylamlarıyla derhal Ankara’ya Genelkurmay karargâhına iletilecekti…

Keza Kuzey Irak Yerel Yönetimi de kontrolündeki bölgede terörün lojistik desteğini kesecek, tasfiyesine zemin hazırlayacaktı…

“ÜÇLÜ MEKÂNİZMA”YI İNKÂR!

Aradan iki buçuk yılı aşkın bir zaman geçti; tam tersine “anlık istihbarat payşaşımı”ndan sonra terör daha da azdı. Yüzlerce terörist gruplar halinde sınırdaki ve hatta onlarca kilometre içerideki karakolları bastılar, bölgenin dışındaki askerî üslere ve birliklere saldırılarda bulundular. Şehidlerin sayısı 100’leri aştı, aşıyor…Bunun için Ankara, 248 terörist elebaşının eşkalleriyle ve fotoğraflarıyla yer aldığı listeyi Washington, Bağdat ve Erbil’e resmen iletip terörist elebaşlarının teslim edilmesini talep ediyor. Türkiye, yedi yıldır bölgeyi işgalinde bulunduran ABD ve güdümündeki Kuzey Irak Yönetiminden verdikleri sözleri yerine getirmesini gözlüyor…

Vaziyet şu: Irak merkezî hükûmeti, işgalle hergün onlarca, yüzlerce can alan içteki terörle meşgul. Kuzey Irak’a hükmedemiyor. Bu yüzden açıkça olmazsa da kapalı kapılar arkasında başta Kandil Dağı olmak üzere Kuzey Irak’taki terör kamplarına gücünün yetmediğini itiraf ediyor. Daha kendi güvenliğini sağlayamayan ve her gün onlarca sivilin katledildiği bombalı saldırılarla başa çıkamayan Bağdat, bu hususta acziyetini bildiriyor.

Ne var ki Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, aynen Amerikan yönetimi gibi güven vermeyen bir politika içinde. Peşmerge Bakanlığı sözcüsü Cabbar Yaver’in “Hiçbir PKK yöneticisi topraklarımızda yok, PKK yöneticileri Türkiye’de” çıkışı bu açıdan dikkate değer.

Türkiye’nin iadesini istediği 248 terörist elebaşının resmî olarak bölgede olmadığını iddia edip, “Hiçbir PKK’lının bölgemizde olmadığını duyurmuştuk; onlar Türkiye’de faaliyetteler” demesi enteresan. Dahası “Türkiye’nin bizden böyle talepte bulunması doğru değil, bölgede olmadıkları için onları tutuklayamaz, bu Türk hükümetinin sorunu” restini çekip, açık açık “Kürt bölgesinin PKK ile Türkiye arasındaki sorunla ilgisi bulunmadığını bildirmesi, ibret verici…

Bununla da kalmayıp, “Kürt bölgesinde PKK’ya operasyon yapmak için ABD, Irak ve Türkiye arasında anlaşma yapılmadığı”nı iddia edip ısrarla katılmak istedikleri “üçlü mekânizma”yı inkâr ediyor “işbirliği”nin kırılganlığı su yüzüne çıkarıyor.

ANKARA SADECE YAKINIYOR…

Daha önce Irak Başbakanı Neçirvan Barzani’nin, “Habur sürecini Erdoğan hükûmeti ve dönemin MİT Başkanı ile beraber hazırladık” sözünü ve Barzani’nin son Ankara ziyaretinde yenilediği “taahhüdleri”ni hiçe sayıyor.

Kısacası ABD, “üçlü mekânizma” kapsamında bir türlü “kandil anahtarı”nı açmıyor; “ortak düşman” dediği terörle ortak mücadeleye yanaşmıyor. Kuzey Irak idâresi, bölgesindeki kamplarda yuvalanan terör örgütüne lojistik desteği ve kırmızı bültenle aranan terörist başlarının iâdesini peşinen kabul etmiyor.

En son Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “PKK yasadışı yollarla uluslararası destek alıyor. Müttefiklerimiz Kuzey Irak’ta terör örgütüne finansal destek veriyor. Son dönemde artan işbirliğiyle birlikte, aynı hukuk ve siyasî sistemi bazı konularda çok hızlı karar alırken diğer taraftan aylar, yıllar alan geç karar alıyor” sitemi, “üçlü mekânizma”da bir sonuç almadığının ifâdesi.

Özetle büyük beklentilerle, âlây-ı vâlâ ile kurulan “üçlü mekânizma”, Başbakan’ın yakınmalarıyla, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Müttefiklerimizden teröre karşı tavır ve dayanışma bekliyoruz” şikâyetinin tekrarlıyla kalıyor…

Neticede yıllardır “liste”sini hazırladığı Kuzey Irak’taki ve Avrupa’daki terörist başlarından bir tekini dahi getirtemeyen, terör örgütünün silâh, nüfuz ticareti, para, eğitim, finansal kaynaklarını ve gayr-ı meşru lojistik desteğini kesemeyen Ankara, AKP iktidarında terörle mücadelenin dış boyutunda da başarısız…

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

İtidâle davet


A+ | A-

Bir ‘evet’im var, bir de ‘hayır’ım. ‘Evet’imi satmam, hayır hakkımı da yedirtmem. Ne ‘evetçi’yim ne de ‘hayır’cı. ‘Evet’e evet; evetçiliğe hayır! Memleketimin hayrına, insanımın yararına ne varsa yanında olurum, hakkın tarafında safımı tutarım. Yanlışa yanlış, doğruya doğru der, hakikatle ilgilenirim. “Senin gibi düşünmüyorum” diyenlere de saygı duyarım; hep yaftalananlardan, hep ötekileştirilenlerden olmama rağmen ne yaftalarım ne de ötekileştiririm; çünkü kendimi “medenî” sayarım, medenilere galebe çalmanın yolunu bilirim.

12 Eylül darbesinin bir yıldönümünde, bugüne kadar defalarca şikâyet edilen darbe anayasası ile ilgili -benim gibi- Türkiye’nin de fikri sorulacak. Kaderin garip bir cilvesiyle Türkiye darbe anayasasının bazı maddelerinin değişmesiyle ilgili fikrini darbenin yıldönümünde beyan edecek; evet ya da hayır diyecek.

Türkiye’de çeşitli şekillerle askıya alınan temel hakların elde edilmesi için yeni bir anayasa ihtiyacı olduğu kamuoyunda sıkça dile getirilen bir husustu; ancak darbe anayasası bir türlü rafa kaldırılamadı. Refarandumla değişmesi öngörülen maddelerin ise, 13 Eylül Türkiyesinde pek fazla bir değişikliğe yol açmayacağı, arzulanan bir hürriyet anlayışını bu değişikliklerin getiremeyeceği çeşitli hukukçuların tahlilleriyle ortaya konulmuş durumdadır. Yapılan kısmi, kışrî bir değişikliktir, yetersizdir. Darbe anayasasının ruhuna ve özüne ait bir değişiklik değildir bu. Buna rağmen bu kısmi değişikliğin bile ülkeyi bunca germesi, çeşitli çevrelerin de buna çanak tutması birçok açıdan tehlikelidir ve demokrasi ruhundan yoksunluğun bariz bir göstergesidir. Millet hissiyatının en net bir biçimde sandığa yansıması anlamına gelen referandum, ne yazık ki tahrikkar tutumlar ve ötekileştirici tavırlar sebebiyle bir hesaplaşma arenasına çevrilmek üzeredir. Bilhassa hak, hukuk ve ahlâki tavır konusunda çok daha duyarlı olması gereken bazı İslâmî kimlikli yazarların intikam çığırtkanlığı yapmaları, kendiyle çelişmekten öte kendini inkâr anlamına gelebilmektedir. 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan bugünkü anayasaya o gün hayır diyememenin özrü, intikam çığırtkanlığı olmamalıdır.

Vesayetten şikayet ederken vesayetçi bir tavırla “Kimler evet, kimler hayır demeli” diyecek kadar kategorik davrananlar, milletin iradesini kategorilere ayıranlar ilkesel bir hata yapmaktadırlar. Demokrasinin özünü teşkil eden “hoşgörü” ilkesini bizzat yerle bir ederek barış ve toplumsal mutabakattan söz etmek, bu tavırla demokrasi havariliğine soyunmak inandırıcı olmadığı gibi, sürekli hata yapmaya ve yanılmaya müsait bir ilkesizlik zeminini gözler önüne sermektedir.

İnsanlara, bu referandumun “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” anlamına gelmediğini söyleyebilme hakkını vermemek, eleştiri hakkını engellemek, bizzat millet iradesini yok saymak anlamına gelmez mi? Meseleyi laiklik ekseninde tartışmak, milliyetçilik, dinsizlik kavramları etrafında dışlayıcı bir dil kurmak, başörtüsü, imamhatipler tartışmalarını alevlendirmek bu referandumun içeriğiyle ne kadar ilgilidir, demokratikleşmeye ne kadar hizmet etmektedir? Bu referandumla 13 Eylül sabahı başörtüsü meselesi hallolocakmış, 28 Şubat’ın ruhu tarihe gömülecekmiş, Türkiye darbe anayasından tamamen kurtulacakmış gibi bir hava estirmek “Allahuekber” kelime-i mübarekesini kısır siyaset tartışmalarının içine sokmak, Müslüman kimliğine yakışmayan tehlikeli bir yaklaşımdır. Kategorik yaklaşımlar bugün tehlike olarak görülen bölünme ve toplumsal çatışmaların fitilini ateşleyebilecek provokatif yaklaşımlardır.

Türkiye, bu referandumu bir uzlaşma fırsatı olarak değerlendirebilecek sağduyuya ve hoşgörüye muhtaçtır. Bu hususta fikir beyan edenler, ‘evet’ ya da ‘hayır’ isteyen siyasetçiler, gerilimden beslenmek yerine fikirlere saygı duymayı öğrenerek topluma bu konuda öncülük etmelidirler. Bu memleket muhakeme-i akliyeden yoksunluğun acısını çok çekti, daha fazlasından Allah korusun.

20.07.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Kırgızistan’da Özbekler hâlâ yurtsuz!


A+ | A-

Geçen ay Kırgızistan’ın Oş ve Celalabad vilayetlerinde Kırgızlarla Özbekler arasında yaşanan kanlı olayların üzerinden bir ay geçti. Yüzbinin üzerinde insan hâlâ sınırdaki kamplarda. Aslında olaylar yatışmış olsa da, evleri yakılıp yıkıldığı için geri dönemiyorlar. Anayasa oylaması sonrasında, hükümetin şimdilik istikrarı sağlamaya başlaması, bu bölgedeki sorunların bitmesini sağlayamadı. Hâlâ gerginlik sürüyor. Gayrıresmi bilgilere göre çoğu Özbek iki bin kişinin öldüğü olayların izlerinin silinmesi kolay olmayacak.

Zira Otunbayeva hükümeti büyük ölçüde Rusya’nın himayesine sığınmış, devletin tüm kurumları üzerinde kontrolü henüz tam sağlayamamış, ekonomik açıdan sıkıntılı bir yönetim görüntüsü içindedir. Yine de ABD’nin Manas Üssü’nü sürdürmesine izin vermesi ve Rusya’nın da desteklemesi sayesinde, ülkedeki bir çok kimsenin tek umudu durumunda.

Kırgızistan’ın Çin, Rusya ve ABD açısından stratejik öneme haiz bir bölgede bulunması, uzun yıllar süren Sovyet döneminde ülke içindeki etnik ayrılıkların körüklenmiş ve düşmanlıkların beslenmiş olması, ülkenin istikrara kavuşmasını güçleştiren unsurlar olarak görülüyor. Olaylarda Özbekistan’ın duyarsız kalması, olayları Kırgızistan’ın iç meselesi olarak görüp, Özbeklere yeterince sahip çıkmaması da, Özbek yönetiminin olayların kendi ülkesine sıçramasından korktuğu şeklinde yorumlandı.

Ülkeyi güçsüzleştiren bir husus da; hem Akiev hem de Bakiev'in iktidarda bulundukları dönemde ülkenin kaynaklarını kendi ailelerine peşkeş çekmede ve kayırmacılıkta rekor kırarak, zaten kıt kaynaklara sahip ülkeyi daha da perişan etmeleri oldu.

Gelinen noktada Kırgızistan’ın acilen uluslar arası kamuoyunun malî desteğine ihtiyacı var. Özellikle çatışmadan zarar gören bölgelerde, Özbeklerin yeniden yerleştirilebilmesi ve bu vilayetlerin ekonomik açıdan desteklenmesi şarttır. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg, geçen Pazar günü Amerika’nın halen bölgeye insanî yardım gönderdiğini açıkladı.

Bizi ilgilendiren tarafı ise Türkiye’nin tutumu. Zira bu ülkede önemli miktarda Türk sermayesi ve eğitim kurumları bulunuyor. Bu çatışmalarda Türk yatırımcılar da önemli zararlar gördüler. Ayrıca Türk Manas Üniversitesi de tamamen Türkiye’nin resmi desteğiyle yürüyor. TİKA aracılığıyla bu ülkede yapılan yatırımlar da, ülkemize karşı büyük bir sevgi uyandırmış durumda. Üç yıl önce bu ülkeye yaptığımız bir ziyarette polis okulunda bir bilgisayar sınıfının Türkiye’nin desteğiyle açılmış olması, polis amirlerinin Türkiye’de eğitim görmesi gibi küçük sayılabilecek adımların ne kadar büyük bir minnettarlıkla karşılandığına şahit olmuştuk.

Türkiye’nin Rusya faktörünü de hesaba katarak, özellikle insanî yardımla çatışma bölgelerindeki yaraların sarılmasına katkıda bulunmanın yanı sıra, mevcut hükümete çeşitli yönlerden destek olmasının önemi büyük olacaktır. Dinini yeniden keşfetmekte olan, bir çok tarihi bağımız bulunan bu ülkeyi yalnız bırakmamak boynumuzun borcudur.

20.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.