Elif Eki |
|
Ramazan’ı beklerken |
Kur’ân ayı ayların efendisi, Mis kokuyor oruçlunun nefesi Bire bin yazılır bu ay sevaplar, Ufukta belirdi rahmet müjdesi. A.Y.
Gel ey aziz misafir, sen gideli aylar oldu, gönlümüz kırık, kalbimiz buruk, yolunu gözlüyoruz. Hasretliğin canımıza tak etti. Gel, gel de kırık gönlümüzü tamir et, kalbimizin sisini, ruhumuzun pusunu dağıt. Sen yanımızda iken nefis ve şeytan yanımıza yaklaşamıyordu. Günahların hücumundan, haramların istilâsından, kendimizi daha kolay muhafaza edebiliyorduk. Elimiz harama ulaşmıyor, dilimiz gıybete karışmıyordu. Bir siyanet meleği gibi bizi kötülüklerden koruyordun. Sen aramızda iken herkesle aramız çok iyiydi. Kimseye kızamıyor, kalp kıramıyor, gönül yıkamıyorduk. Gözlerimizde muhabbet parıltıları, yüzlerimizde tebessüm ışıltıları eksik olmuyordu. Senin huzurunda hep huzur buluyorduk. Senin yanında her zaman emniyette oluyorduk. Şimdi o demlerin özlemi ile yanıp tutuşuyoruz. Şükürler olsun ki, üç ayların gelmesi, gelişinin yakın olduğunu müjdeledi. Kandillerin ışığı ruhumuzu aydınlattıkça, bize biraz daha yaklaştığını hissettik. Gönlümüzdeki sevinç, yüreğimizdeki heyecan artmaya başladı. Buna göre de hazırlıklarımıza hız verdik. Bu günlerde evlerde tatlı bir telâş, heyecanlı bir uğraş var. Temizlikler yapılıyor, boya badana yenileniyor, halılar yıkanıyor, eşyaların tozu alınıyor. Mutfaklarda ve kilerlerde ise ayrı bir telâş var. En leziz yiyecekler, en tatlı şurup ve şerbetler senin şerefine hazırlanıyor. İftar ve sahur sofralarının mükellef olması için herkes elinden geleni yapmaya gayret ediyor. Ama biz biliyoruz ki, senin şurupta şerbette, baklavada börekte gözün yoktur. Ne kadar mütevazi ve müstağnî olduğunu biliyoruz. Hatta böyle muhteşem odalardan, ihtişamlı sofralardan hazzetmediğini de biliyoruz. Mutfaklardaki ve kilerlerdeki hazırlıkların biraz da kendimiz için yapıldığını sen de biliyorsun. Senin sayende damak zevkimizi okşamak için kapıcıya verdiğimiz bahşişlerin rüşvet boyutuna gelmesine sen de razı değilsin. İftar ve sahur sofraları için yaptığımız hazırlıkları abarttığımızın farkındayız. Yine biliyoruz ki, sen asıl hazırlıkların iç dünyamızda yapılmasını bekliyorsun. On bir ay boyunca geçirdiğimiz iç sarsıntıların, gönüllerimizde meydana getirdiği çatlakları tamir etmemizi, ruhumuzu karartan elem ve endişe dumanlarını dağıtmamızı, kalbimizi meşgul eden dünyevî kaygıları bir kenara iterek temiz duygulara yer açmamızı istiyorsun. Çevremizdeki insanlara ve başka mahlûkata duyduğumuz kin ve adaveti, haset ve husûmeti terk ederek, herkese ve her şeye merhamet ve muhabbetle muâmele etmemizi arzu ediyorsun. Ey aziz misafir, biz elimizden geldiği kadar hazırlıklarımızı yapmaya çalıştık. Seni en iyi şekilde ağırlamak, en güzel şekilde uğurlamak istiyoruz. Bu duygularla yolunu gözlüyor, ehlen ve sehlen diyerek kavuşacağımız ânı hasretle bekliyoruz. Eksiğimiz, hatamız, kusurumuz mutlaka vardır, ama senin engin hoşgörüne sığınarak, kusurlarımızı affetmeni ümit ediyoruz. Gel ey aziz dost, gözlerimiz hilâlde, yolunu gözlüyoruz.
ABDİL YILDIRIM [email protected] |
Her genç bir Eyüp’tür |
İnsan, bir haber duyunca, bir olaya şahit olunca, bir şeyler hatırına gelince; o duyduğu, gördüğü ve düşündüğü konu ile ilgili kendisinin imtihanı başlar. Yani bize duyurulanlar, gösterilenler ve bizim hatırımıza getirilenler birer rastlantı değillerdir. ‘Neden biz?’i düşünmeliyiz. Ve bize ulaşan konu hakkında elimizle mi, dilimizle mi, yoksa kalbimizle mi mukabele etmemiz gerekiyor, buna bizim vicdanımız karar verecektir. Geçen haftaki yazımızda ‘Kıymetli Eyüp’ün bir genç olarak incitildiğini, akrabalarının onu yalnızlığa terk ettiklerini, onun da yaşananlar karşısında ruhen rahatsızlandığını’ ifade etmiştik. Doğrusu, yazının yayınlandığı gün pek çok okuyucudan telefonlar geldi. Ama ilk telefon Eyüp’tendi. Eyüp, kendisinin içinde olduğu bir yazının, kendisini mutlu ettiğini ve duygulandırdığını söyledi. Sonrasında ise, mesaj gönderdi. Bu mesajında da çevresindeki insanlardan şikâyetlerini ifade etti. Ama Peygamberimizin (asm) hayat hâlinin kendisiyle örtüşmesi, onu çok etkilemiş. Eyüp, gönderdiği mesajını, aramızda geçen slogan cümle olan, “Haydi yeniden başla” ile başlatmış. Eyüp şu cümleleri ifade ediyor: “Hocam, işlenen her bir günahın ardından gelen tövbe de, aslında yeni bir başlamaktır. Her bir namaz, yeni bir başlamaktır. Her bir selâm, yeni bir başlamaktır. Her bir tebessüm, yeni bir başlamaktır. O zaman her bir zaman, yeniden başlamak potansiyeli taşır. Ben de yanlışlarımdan uzaklaşmak için, yeniden başlamaklar yapacağım. Güzel bir insan olmak için, yeniden başlamaklar yapacağım. Ve inşâallah buna başladım bile.” Sonrasında ise, Karabük’ten bir okuyucumuz arıyor. Yusuf Bey yazıda geçen Eyüp’ün hayatından çok etkilendiğini, kendince yapabileceklerinin olabileceğini, ama hemen adresini vererek, Eyüp kardeşin bir CV’sini almak istediklerini belirtti. Sıla-i rahim çerçevesinde uğradığımız şehirlerimizde de gazete okuyucularımızın köşelerdeki ayrıntıları hiç kaçırmadıklarını anlıyorum. Yazılarda geçen pek çok gençler, okuyucular tarafından sorgulanıyorlardı. Okuyucularımızın gençler üzerindeki yorumlara ilgileri çok fazla idi. Bu, gençlik konusunu daha dikkatle ele almamız gerektiğini gösteriyordu. Eyüp için pek çok kapılar açılmıştı. Kapıların açılması, Allah’ın istemesi ile alâkalı idi. Allah razı olduktan ve diledikten sonra olmayacak iş yoktu. O, bir şeye ‘Ol’ der, ‘Oluverir’di. Dün, hiçbir açık kapı yok iken, bugün üç kapı birden açılıyordu. Yani kul, ıztırar hâline gelince, Rab’bin ilgisi ve yakınlığı daha bir artıyordu. Allah, bir gencin Kendisine el açması ve Kendisinden bir şeyler istemesi hâlinde, imdadına yetişmemesi düşünülemezdi. O zaman inanç bağı güçlü olan gençler, psikolojik bunalıma, yalnızlığa, itilmişliğe ve terk edilmişliğe düşmeyeceklerdir. “Doğrusu Allah var ise, her şey var; O, yâr ise, herşey yârdır ve yarardır” hakikatini içlerinde hissedecekler ve yaşayacaklardır. İnançlı, imanlı bir gencin Allah ile bağı öyle güçlüdür ki, O’nun her an yanında, her işinde yanında olduğuna ve başına gelenlerde her şeyin en güzeli olacağına inanmaktadırlar. Bir genç için, en ince hatırât-ı kalbini bilen, seven, her şeyin en güzelini takdir eden bir Allah’ın varlığı, her şeyin üstündedir. Böyle bir inanç, genç dünyası için daha bir önem arz ediyordu. Sonunda yine Eyüp’le telefonlaşıyoruz. Eyüp, ağlamaklı bir ses tonu ile kendisi için açılmış kapılardan bahsediyor. Kendisine yansıtılan yanlış davranışların sahipleri, kendisine dönüp özür dilemişler. Eyüp, yaşananların bir imtihandan ibaret olduğunu idrak etmiş. Eyüp’te yaşanan hâlet-i ruhiye, beni de kaplıyor. Yine Eyüp, ‘Hocam, Allah’ın her an bizimle olduğunu artık çok daha derinden hissediyorum. O, Kendisinin yaklaşımını; bizim O’na olan yaklaşımımıza bağlıyor. Bizim, Kendisine dönük bir adım atmamızı istiyor. Bir adım atana, pek çok adımlar atacağını vaat ediyor.” Eyüp’le aramızdaki konuşmaların, telefon diyaloglarının, sıkıntı paylaşımlarının hepsinin Allah’ın katında değerlendirmeye alındığını anlıyordum. Ve en güzel bir şekilde değerlendirmeye alınacağını yakînen düşünüyordum. Hâsılı, Allah ile ilgili hüsn-ü zan içerisinde idim. Çünkü ‘Kul, Allah’ı nasıl bilirse, Allah da kulu ile ilgili öyle muamele eder’ hakikatini biliyordum. Evet gençler, siz de kendinizle ilgili olan durumlarınızı, problem olarak gördüğünüz durumları, hüzün kaynaklarınızı, sevinç kaynaklarınızı ve kendinizle ilgili, ailenizle ilgili olmasını arzu ettiğiniz konuları önce Rabbinizle dertleşin, konuşun. Göreceksiniz, arzu ve isteklerinizi bizzat karşılayacak Olan’a yöneldiğiniz için çok rahat edeceksiniz ve sizin için en güzel, en hayırlı ve en hikmetli olanla karşılaşacaksınız. Peygamberimiz (asm), “Mü’minin işi ne kadar şaşırtıcıdır! Bütün işleri onun için hayırdır. Başına güzel bir şey geldiğinde, şükreder; bu kendisi için hayır olur. Başına bir kötülük ve darlık geldiğinde ise, sabreder; bu da kendisi için hayır olur. Bu durum, sadece mü’min için geçerlidir” buyurmuştur. “O her şeyi en güzel şekilde yarattı’ (Secde Sûresi: 7) hakikati, insanı başına gelenlere karşı daha bir güzel bakış içerisinde olmaya itiyor. Allah’ın kulu için yarattığı şeylerde pek çok hayır ve hikmet bulunmaktadır. Yani Allah’ın, kulu için yarattıklarında şer yoktur. Hadis-i Şerif’te başa gelecekler için bir bakış açısı verilir: “Bil ki, başına gelecek musîbet senden şaşacak değildir. Şaşan bir musîbet de sana gelecek değildir.” İşte insan böyle bir yaklaşımla, sabrı ve şükrü hayatına katmış oluyor. Her şeyde yönünü O’na dönmeyi öğreniyor. Bu, kul için en güzel hayat hâlidir. Arzu ve istekler O’na yöneldiği ölçüde ‘ayar’lanmış oluyor. İstemek, insanın damarındaki en yüksek yaratılış gerçeğidir. Sınırsız istekler, sonsuz arzular bir gerçeğe dikkatleri çekiyor: Bize istemeyi Veren, Vermeyi isteyendir. Eyüp, O’ndan istedi, pek çok kapılar açıldı. Evet, her genç bir Eyüp’tür.
SEBAHATTİN YAŞAR |
AĞAÇLANDIRMA DEDİĞİN NASIL OLMALI? |
İngiltere’nin Cambridge Geshire eyaletinde, Mongsvut Millî Parkı yakınlarında, dört hektar büyüklüğünde bir arpa tarlası var. Tarla en son, 1961 yılında sürüldükten sonra terk edilmiş. Sonra ne mi olmuş? Sincaplar, kuşlar ve rüzgâr, bu tarlayı mesken edinmiş ve hayret uyandırıcı bir ağaçlandırma başarısı ortaya çıkmış. 1988 yılına gelindiğinde, eski arpa tarlası içinde, 12 metre yüksekliğinde 891 meşe, 582 dış budak ve 1981 değişik türde ağaç barındıran harika bir koru haline gelmiş.
HAYVAN HAKLARI
Veteriner fakültesinden alınan ilmî raporlara göre bir atın taşıma kudreti 75-100 kilodur. Bir atın çekme kudreti, binicisi ve araba dâhil olduğu hâlde 400 kilodur. Bir merkebin taşıma kudreti ise 50-60 kilo arasındadır. İlmin ve fennin gösterdiğinin aksini yapmak, hayvanların ömrünü çok kısaltır. Kalp, böbrek, ciğer ve bacak hastalıkları yapar. Zararı, hayvan sahibi çeker. Bununla da kalmaz, memleket servetine ziyanı dokunur. Dinî ve insanî hislerimizi, millî ve hissî geleneklerimizi hırpalar. Hayvan beslemenin, hayvanlara bakmanın temin ettiği en büyük gaye, doğrudan doğruya ahlâkla alâkalıdır. Hayvanları korumak, insanlara iyilik etmek hissini uyandırır. A. Ragıp Akyavaş, Edeb Ya Hu, cilt: 2, s. 192-193
HAYATI TATMAK Gerçeği öğrendim bir gün... Ve gerçeğin acı olduğunu... Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim. Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim... Hz. Mevlânâ
ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLERİ’NDEN * Tövbe, yönetim değişikliğidir. (Tövbe, beden mülkünde nefsin hâkimiyetinin sona erip, kalbin ve ruhun hâkimiyete geçmesidir.) * Tövbe, topyekûn değişimdir. * Kulun Allah’a karşı şükrü, kendisine yaptığı ihsanları anarak O‘nu senâ etmektir.
YELKENLİ GEMİ Bizler yelkenli gemileri anımsatıyoruz. Yelkenlerimizi duygularımız şişirir. Ancak her duygumuzun esme yönü ve bizi sürükleyeceği cihet de farklıdır. Öyleyse varacağımız yerleri görmek istiyorsak, kalbimizde taşıdığımız duygulara bakmamız yeterli olacaktır. Suat Ünsal
KÜÇÜK ŞEYLER 900 yıl önce Endülüslü âlimlerden Muhammed b. Turtuşi, “Siracu’l-Müluk” isimli eserinde “Az ve küçük olanı önemsememek, büyük tehlikelere düşmenin, önemli şeyleri kaybetmenin alâmetidir” der. Bir şairin şiirinden şu mısrayı da aktarır Turtuşi: “Çakmak taşını küçümseme. / O taş vesilesiyle nice cinayetler işlendi.” Abdullah Muradoğlu, Yeni Şafak, 4.8.2010
ÇALIŞMAK... Kanunî Sultan Süleyman, Hattat Ahmet Karahisarî’den hat dersi alırken hocasına şöyle der: “Hocam ne kadar meşkinizi taklit etsem de yine yazamıyorum. Tavsiyeniz nedir? Hamiyetinizi esirgemeyiniz.” Bunun üzerine Hattat Ahmet Karahisarî: “Sultanım, şu anahtarları alın, fakirhaneme buyurun.” der. Kanunî Sultan Süleyman, Hattat Ahmet Karahisarî’nin evine vardığında, bir odasının kâğıt, diğer odasının yontulmuş kalem kıymıklarıyla dolu olduğunu görür. Bunun üzerine hattat: “Siz de benim kadar çalışırsanız, yazabilirsiniz” der.
GÜZEL HUY Güneş çığı nasıl eritirse, güzel huy da hataları öyle eritir. Sirke balı nasıl bozarsa, kötü huy da amelleri öyle bozar. İbni Abbas
BENCİLLİK Bir insan, aydınlanmayı dağın tepesinde keşfettiyse, aşağıya inip anlatmazsa bencillik etmiş olur. Yusuf İslâm
GERÇEK GİZEM Dünyanın gerçek gizemi, görünmez olan değil, görünür olandır. Oscar Wilde
HAKLI OLMAK Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Osman Gazi
DUA Allah’ım, dünyayı bana geniş kıl ve beni onda zâhid eyle. Dünyayı bana dar eyleme ve beni onda gani kıl. Allah’ım, bugün beni yarın mesul olacağım şeyle meşgul eyleme. Abdullah ibn Mesud
KALB-İ SELİM NEDİR? ‘Kalb-i selim’, ne incinen, ne de inciten kalptir. İncinmemek, incitmekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir, fakat incinmemek elde değildir. Ramazanoğlu Mahmut Sami Hazretleri
HAZIR CEVAP İyaz bin Muaviye’ye: “Fazla konuşmaktan başka hiç kusurun yoktur” dediler. Bunun üzerine o da: “Peki, benden duyduklarınız doğru mu yoksa yanlış mı?” diye sordu. “Hayır, hepsi doğrudur” dediler. İyaz: “Öyleyse, fazla hayır işlemek de hayırdır” dedi.
MEŞE PALAMUDU Bir meşe palamudunun içindeki muazzam enerjiyi düşünün. Toprağa gömüyorsunuz, meşe olarak çıkıveriyor. Hâlbuki koyun gömseniz toprağa, çürümenin dışında hiçbir şey elde edemezsiniz. Bernard Shaw
SELİM GÜNDÜZALP |
Rahmet |
Allah’ın rahmeti öfke ve gazabından daha ileride ve daha geniştir. Bir Hadis-i Şerifte buna dikkat çekilmekte ve rahmetinin gazabından daha önde olduğu ifade edilmektedir. Allah’ın sıfatlarına mazhar ve onların tecellî yeri olan insan da ahlâkî açıdan bu özelliğe sahip olmalıdır. Merhamet duygusu öfkesinden daha ileride ve daha galip olmalıdır. Rahmet mıknatıs gibidir. Muhataplarını kendine çeker. Anne şefkati gibidir, öfkesi bile şefkatten ileri gelmektedir. Kızması onun zarar görmemesi içindir. Kızgınlığı, öne çıkan bir duygu olmayıp, ona acımasının işaretidir. “Ne hâlin varsa gör” dememe durumudur. Çobanın attığı taş kendisine isabet eden koyun, çobanının, sahibinin rızası olmayan bir yere girdiğini anlar ve geri döner. Taşın isabet etmesine ve onun verdiği acıya takılıp kalmaz. O taşın atılma sebebini anlar ve yanlış yaptığının farkına varıp hatasından döner. Kendisi de zarar etmekten kurtulur. O taş bir öfke taşı değil, bir merhamet simgesidir. Onun vermek istediği mesajı alan için bir rahmet tecellisidir. Allah’ın rahmeti her zaman geniştir. Kullarına karşı bunu her zaman göstermektedir. Sen bir gül istersin, sana binlerce gülün gülümsediği koca bir baharı verir. Sen bir kıvılcım istersin, sana koca bir gündüzü verir. Bir meyve istersin, dalların tablacılığında binlerce çeşit meyveleri iştihana sunar. Kuruyan dudağına bir damla istersin, gümbür gümbür akan ırmakları hizmetine sunar. Ancak rahmet barajının kapaklarının açıldığı zamanlar da vardır. Merhametin seller gibi coşup muhtaç gönülleri, rahmeti isteyenleri doyurduğu, olursa ancak bu kadar olur dedirttiği anlar da vardır. İşte onlardan birinin gölgesi üzerimize düşmüş durumdadır. Adı üstünde, rahmet ayı, bağışlanma ayı, rahmetin coştuğu ay: Ramazan. Allah’ın kulunu rahmeti ile imtihan ettiği aydır Ramazan. Sağanak hâlinde gelen rahmetten uzak kalmak mümkün değildir. Cehaletin bu kadarı tahsilsiz olmaz diyorlar ya, Ramazanın rahmetinden uzak kalabilmek için de böyle bir tahsile ihtiyaç vardır. Ancak büyük bir çaba harcayanlar, üzerine Şeytanın da yardımıyla rahmetten uzak tutacak engeller örenler bunu yapabilir. Ramazanın rahmetinden uzak kalabilmek için rahmeti gören gözü kör etmek gerekir. Şeytan da öyle yapmıyor mu? Rahmete bakan gözünü kapamıyor mu? Kılavuzu karga olanın… Rahmet serin su gibidir. Onu içen veya yüzünü yıkayan herkese fayda verir. Kenarına oturup sesini dinleyen herkese gönül rahatlığı sağlar. İçine dalanı tertemiz eder. Üzerinde hiçbir toz, is, pas bırakmaz. Ona doğru bir adım atana o yürüyerek gelir. Ona doğru yürüyene o koşar. Seherin serinliğinde elini açıp “Allah’ım…” diyene “İste kulum, vereyim” der. Onun merhamet kapısından boş dönmek yoktur. Her istenen olmayabilir, ancak istemenin karşılığı mutlaka verilecektir. İstemek, rahmetin kapısını çalmak demektir. O kapıyı çalan mutlaka bir ücret alacaktır. İstenilen şey ise, daha farklı bir iştir. O her zaman verilmeyebilir. Zahmet edip o kapıya kadar gelip, o kapıyı çalan herkese bir ücret ödenecektir. Bu bile rahmetin ne kadar geniş olduğunu göstermiyor mu? Yokluk karanlıklarını yırtıp, varlık âlemine gelmek büyük bir rahmetin eseridir. Taş veya toprak olmayıp, bitki ve hayvan mertebesinde kalmayıp insan olarak bu âleme gelmek veya getirilmek sonsuz bir rahmetin tecellisidir. Dudağını kıpırdatmaktan başka gücü olmayan birine, bu kadar çabayı yeterli görüp süt gibi önemli gıdayı imdadına göndermek rahmetten başka ne ile izah edilebilir? Rahmetin dışında hangi güç bunları insanın önüne hazır edebilir? Kalbini, Allah’ın rahmetinden başka hangi güç elli sene, yüz sene hiç durmadan çalıştırabilir? Vücuttaki bütün organlar düşünüldüğünde ne muazzam bir merhametle kuşatılmış olduğumuz açık ve seçik olarak gözükecektir. Bu rahmeti ancak kör olanlar ve kör Şeytana arkadaş olanlar görmeyecektir. Allah’ım! Rahmetinin kapısına geldik, rahmetini istiyoruz. Affedersen bu sana yakışandır. Affetmezsen başka gidecek kapımız yok ki gidelim. Ömrümüzün tamamı bu kapının önünde beklemekle geçecektir. Öyle olmasını istiyoruz. Rahmetin mükemmel mazharı, âlemlere rahmet olan Resûlünün (asm) şefaatini istiyoruz. Mahrum etme Allah’ım. Âmin!
ALİ SARIKAYA |
Anlaşılmak |
İnsanları anlamak çok güçtür. Kendisini anlamayan insanı anlamak da o derece güçtür. Karşıdakinin önce kendisini anlaması gerekmez mi? Bir ay önce gördüğümüz bir arkadaşımız artık o değildir. Kiminin haftaları birbirine uymaz, kimisi günlük değişir, kimisi saatliktir. Altmış dakikanın geçmesi demek onun için köprünün altından çok sular akması anlamına gelebilir. Biyolojik her an yenilenen insan vücudu, fikren ve maneviyât olarak da buna paralel olarak değişiyor. Az önce çok sevinçli gördüğünüz, neşeden havalara uçabilecek bir şahıs, daha sonra gördüğü veya yaşadığı küçük bir meseleden dolayı hâlet-i ruhiyesi farklılaşabiliyor. Bu, çoğu kez insanın çevresindeki dünyayla çok alâkadar olmasından kaynaklanıyor. İnsan sadece bir cesetten ibaret değil. Hayvandan çok zengin bir ruh yapısı var. Bir geyiğin, kan bağı olduğu kardeşinin avcıların hedefi olması hiç de umurunda değildir. İstikbal hazırlama gibi bir tasası yok. “Tepenin ardındaki ceylanların durumu ne oldu, aç kalmışlar, yardım götürelim” diye bir konu gündemlerinde hiçbir zaman yer almaz. İnsan ise kendisiyle alâkadar olduğu gibi, gözünün hayalinin uzandığı her yerle alâkadar olabilir. Hadiselerin an be an değişiyor olması insan ruhunda da aynı şekilde yankı yapıyor. Göle atılan bir taşın dalgaları orada hapsolmuyor. Gittikçe genişleyerek, son bulacağı sâhile varana kadar kendini belli eder. Bizi ilgilendiren her bir olay gölde atılmış bir taşa benzer. Taşın büyüklüğü ve atış hızına göre kendi âlemimizde dalgalanmalara sebep olabiliyor. Bazen tutulan bir takımın maçı kaybetmesi, bazen girilen bir sınavda istenen başarının sağlanamaması veya iş hayatında yolunda gitmeyen bir takım işler dünyanın renginin değişmesine sebep teşkil edebilir. “Sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor.” Kişi ne kadar kendi kabuğuna çekildiğini zannetse de, dış dünyadan soyutlanmanın imkânsızlığı onu hadiselerin çarkları arasında eziyor. İnsanın ruh hâlinin borsadan daha hızlı değişen bu durumu karşısında, çoğu zaman kişilerin olaylara nasıl tepki vereceğini kestiremiyorsunuz. İnsanların birbirini anlamakta zorluk çekmesinin bir sebebi de bu olsa gerek. ‘’Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın’’ türü ifadeler de bu anlaşılma beklentisinin karşılanmamasından kaynaklanır. Aslında hep karşıdan bir beklenti söz konusu. Ama bunu diyenin kendini ne denli anladığı da şüphelidir. Herkes kendi dünyasındaki filmin başrollerinde oynamakta. Kendi âleminde çok önemli bir olay, başka bir âlemde değersiz olabilir. Birbirimizi anlamak için ben değil biz dediğimiz zaman, şahsımız dışındakilerin figüran değil, bir başrol olabileceğini hesaba kattığımız zaman, anlama ve anlaşılma konusunda sıkıntılarımızı hallederdik. Ne dersiniz?
BİLAL NACİR |
Cennetin gölgelikleri |
Selamünaleyküm, nerdesin? -Aleykümselâm, burdayım. -Burası neresi? -Burası… Burası cennetin gölgelikleri. -…? -Burası Bismillah demenin yeri. İnsan Elhamdülillah’ı hissetmeli, öyle de zaten. Ruhumu okşayan bu manzara, şu ıztıraplı hayatımda bana verilmiş bir hediye olmalı. Malayani şeylerden kaçıp geldim. Evet, esbab perdesini yırtıp bakarken sath-ı arza, yavaş yavaş canlanır kafamda gördüklerim. Hissiyatım beni ele verip derim o vakit: İlerdeki gözlerden çok uzak olan şu müthiş derya denizin dalgaları salınır oraya buraya defalarca. İşte galeyana gelen deniz önce kendini çeker gizlice sonra vurur karaya. Şems-i Sermedin sirayet ettiği şu kâinatta, burcu burcu kokan gonca güllerde “Ehad” ismini görmek ve görebilmek ne kadar manidardır. Biraz ötede fıtrat itibarıyla nazenin, hem hırslı olan karınca rızkını toplar ayaklar altında. Derken sema ayaklanır martıların süzülüşüne. Atmacalar ise yakalayacakları güvercinlerin peşinde. Âlem tefekkürane bir boyut izler. Hiçbir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını san'atlı bir şekilde yapan Sani-i Hakiki için şükretmek. Teşekkür içinde tefekkür etmek. Bütün bunlar için Allah’ın fazlı, keremi, lütfu diyorum mütehayyirane. Bir kere daha zihinler derk ediyor: Aciziz, fakiriz, bîçareyiz. Üstad Bediüzzaman ne güzel tarif etmiş; “Benim Rabb-i Rahimim, dünyayı bana bir hane yaptı; ay ve güneşi o haneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebatatı, o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.” Şimdi kâinatı temaşaya devam ediyorum. Biz dünyaya misafir olarak gelmişiz. Cenâb-ı Hak öyle bir âlem yaratmış ki kalbim bu nizama tam tatmin oluyor. Cüz-i ihtiyarımla ancak bu kadarını görebiliyorum ve teslim oluyorum. Bu bedî kâinatın daha güzelini düşünemiyor, aklıma sığdıramıyorum. Oysa Allah (cc) öyle bir cennet hazırlamış ki, bizlerin dünyada gördüğü müthiş lezzetler onun yanında binde bir bile değil. Kur’ân Kehf Sûresinde ne güzel müjdelemiş: “Onlar için altlarından akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler, ince ve kalın ipeklerden yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerine kurulurlar. O ne güzel mükâfat ve o ne güzel bir meskendir.” Ve Üstad Meyve Risâlesinde “Evet, ‘Orada canların çekeceği gözlerin zevk alacağı vardır (Zuhruf Sûresi, 71)’âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, insan en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada numunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak ve lisan, göz ve kulak gibi azaların ettikleri halis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir” der. Dedim nefsime hitaben; “Ya müstemî; yeri, göğü nizam içinde yaratan tabiî ki de bir Sani-i Zülkemal olmalı.” Bu mânâdaki tefekkürü Risâle-i Nur’la Üstad bana açtığı için binler defa kendisine teşekkür ederim.
BÜŞRA YALÇIN |
Etraf ‘Saidler’le dolu... |
Said’i gördünüz mü? Nasıl olur, ben her yerde onu görüyorum. Havada İlâhî bir koku var. Said gören gözler bende, ne mutlu bana. Taştan yapılmış bir bayır. Daracık bir yol, çıkmaz bir sokak değil bu dikkatli nazarlara. Baksana, yolun darlığı saatlerdir ayakta bekleyen Saidlerin gönül genişliği, yolun çıkmaz oluşu ise Saidlerin hasret nokta-i kesişikliği. Eller pırıl pırıl, işkencelerin sabahında; uzaktan bakan küçümser gözlerle bu paklık nedendir pek bilin(e)mez. Daha bir yaklaşman, derinlere nüfuz etmen, hissetmen gerek; lâhutî binler nefesle tek tek içine alman icap eder, anlamak ve anlamlandırmak için gördüklerini. Bir şeyler almaya değil de, bir şeyler paylaşmaya geldiğinin farkına varmak/varman için bu kadar yakınlık/yakınlaşman yeter de artar bile. ‘Onlar’ Saidler, yüzler Saidler, binler Saidler Seydalarının peşinde hepsi... Tek yürek, bir nefeste hakikat isteyen Saidler onlar. ‘İntikamımı almayın’ emrine münâfî tek bir hareket yok; hakikat şu ki, o Saidler hakkı kabul edenlere hakkını helâl edenler... Nefeslik yokuşu nefes almadan çıkanlar, nefes nefese çalışanlar var, bir de orada konaklayanlar, sohbete dalanlar, içeride aklı kalanlar, uzun zamandır göremediği Said’e yürekten sarılanlar var. Yokuş alabildiğine yoğun, alabildiğine manevî… Bir bayır var darlığı, bir sokak var çıkmazlığı pek anlaşıl(a)mayan taş yoldan yukarı sade bir bayır. Daha önce şiirlere, şarkılara konu olmamış üstelik. Sırtını verdiği mabet asırlık, ne Saidler görmüş fakat bu Said başka... “Bir tutam hakikat isteyen var mı?” Bir çaba ki asırlara değer. Saidler var bugün dört bir yanımda, hangi çılgının zinciri ulaşır. Canıma minnet. Görüyorum onu. İşte Said; yedisinde su içerken şadırvanda... Meydanda hakikati haykırırken hakikatbîn acûbe-i hilkatlere, işte seksenine merdiven dayamışken hâlâ dipdiri. İntikam yok kitabında eminim. Eminim zira her yerde Said’i gören, ‘gözlerim’. Şefkat hâkim gözüne kurban olduklarımın gözlerinde. Nefret yok, zorbalık yok, şahsî menfaat yok, umursamazlık yok… Muhabbet var, ikna etmek var, umumun menfaati var, dikkate almak, önemsemek var… Savaştan yeni çıkmış bedenler kemâle ermiş askerler gibi; savaşa hazır, sapasağlam. Fakat bu savaş topla tüfekle değil bilenler bilir; ilimle irfanla, kalemle kitapla. Unutulmamış yaralar; fakat yine dikkatli onlar; zira düşman hain, düşman kalleş, düşman korkak henüz meydanda yok—meydan mı?—meydanda sadece kandırılmış bir yığın insan, Saidlerden başka. Yokuşu çıkan ayaklarımın ‘feri’ gözlerimde. Zira gözlerim Saidleri görmekte. Pak elli Saidlerin arasından, hakikati haykıran Saidlerin yanından, ulu mabede uzanmakta bedenim, bedenim bir hoş, bedenim hafif, bedenim sakin, bedenim duru… Bir o kadar yorgun bedenim; zihnim müşevveş fakat yine de Saidleri gören ‘gözlerim’. Anne bağrında hissedilir, ancak bu türden bir eziklik, bu türden bir iç içe geçmişlik; zirâ eziklik zor, elin kolun bağlanması cabası; fakat anne kucağı gibi bir o kadar tatlı bir o kadar sürurlu... Mutluyum, mesrurum, sevinçliyim lâhutî bir rüzgâr okşamakta yanağımı; içeride hakikati haykıran bir Said daha ve dinleyen onlar (Said) yüzler, binler Said. Yirmi beş yıllık bir istibdatta din-i İslâmı haykıran biri. Divan-ı harplerde kurulan darağaçlarında asılanlara aldırmadan aynı hakikati defalarca haykıran Said, ‘Şeriatın bir hakikatine binler canım feda olsun.’ Makam mevki umursamadan en cebbar kumandanlara aldırmadan, hakikat şamarları patlatan Said. ‘Ben bir Müslüman din âlimiyim, dinsiz birisinin önünde ayağa kalkmam…’ ‘Paşa, paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur…’ İmanın kor bir alev gibi elde tutulmaya çalışıldığı bir hengâmda her şeyini feda edip, dâvâsına sarılan Said. ’…Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.’ Türlü türlü işkencelere maruz kalan fakat cadde-i Kübrâ-i Kur’âniye olan mesleğinden bir parmak ayrılmayan ve en sonunda o kadar suikastlara rağmen, Urfa’da bir otel odasında ateşler içinde vefat eden Said. Onu anlatmak zor. Said’i gördünüz mü? Nasıl olur, ben her yerde onu görüyorum... Yine de Said’leri gören ‘gözlerim’. ‘Etraf sekiz yaşından seksen yaşına kadar Saidlerle dolu.’
ERSİN ACAR |
ŞEHR-İ RAMAZAN-I İSTİKBAL |
İhtiramın âlî et, bu şehr-i Ramazan’dır Cümle on iki şehrin, re’si yüce sultandır
‘Min haysü lâ yahtesib’ dizilir bunca nimet İftar mâidesinde, cümle ehl-i iman’dır
Sâim olan bir nefis, nimeti nimet bilir Dergâh-ı İlâhi’ye, oruç halis şükrandır
Hemcinse muavenet, siyam ile bilinir İlâhî dâvet gelir, işte vakt-i ihsandır
Anlar ki serkeş nefis, şefkate muhtaç imiş Tehzib-i ahlâk’ına, İlâhî bir dermandır
Kul aczi idrak ile Bâb-ı Rahmet’e döner Şu savm-ı Ramazan, bir terbiye-i Rahman’dır
Vakt-i nüzûl-ü Kur’ân, şehr-i kan-ı irfan’dır Bir Hey’et-i Uzma’dan, tilâvet-i Furkan’dır
Ticaret-i Uhra’ya, gayet kârlı bir meşher Neşv-ü nema-i a’mâl için mâ-i Nisan’dır
Kalb ve ruh, akıl ve sır; füyuzâta meyleder Sabrın bir müheyyisi, ruhânî bir idmandır
Tûl-i emel’den geçip, nefis Rabbini tanır Abdiyyeti bildiren, İlâhî bir fermandır
İhtiramın âlî kıl; bu şehr-i Ramazan’dır Cümle on iki şehrin, re’si yüce sultandır…
Dr. HİKMET ERBIYIK |
“AFFET ALLAH’IM!” |
Beni rızandan ayırma Allah’ım Kapından başka nereye gideyim Sana kul, Habibine ümmet olayım Sen affı seversin, affet Allah’ım!..
Münker nekir kabirde arkadaşın Beş metre bezle çıplaktır naaşın Günahların varsa yok kurtuluşun Sen affı seversin, affet Allah’ım!..
Ölüm gelince halimiz ne olur? İman varsa o insanlar kurtulur İman olmazsa halimiz ne olur? Sen affı seversin, affet Allah’ım!..
Kapından başka nereye gideyim Ellerimi açtım affet Allah’ım Günahlarım çok ‘Sen’in kapındayım Sen affı seversin, affet Allah’ım
İyi, kötü serpilmiş dünyaya Allah’ın emrinde ol hiç ayrılma İmtihandayız şu fani dünyada Sen affı seversin, affet Allah’ım
CELÂL YALÇIN |
Sonsuzluğun sırları |
Sonsuzluk, insan anlayışının zorlandığı gizemli bir kavramdır. Bu sebeptendir ki, isim ve sıfatlarında sonsuz mertebede olan Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku olan bizlerin onu tam olarak anlayıp idrak etmemiz tabiî ki mümkün değildir. Ancak bizlere bahşettiği ene (benlik) sayesinde kâinatta tecellî eden gizli hazineler mesabesindeki İlâhî isim ve sıfatların zorlu şifrelerini bir parça çözümlemek mümkün olabilmektedir. Peki, ene (benlik) nedir? İnsana verilmesindeki asıl maksat nedir? Bunun cevabını Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’da, Otuzuncu Söz’de çok güzel bir şekilde açıklamaktadır. Anladığımızı ifade edecek olursak; “ene,” gizli hazineler olan İlâhî isimlerin anahtarı olduğu gibi, kâinatın çözümü zorlu şifrelerinin dahi anahtarı olarak aynı zamanda kendisi de çözümü zorlu şifredir. Enenin iç yüzünün bilinmesiyle, o garip muammâ, o acib tılsım açılır ve kâinatın gizli hazinelerinin şifrelerini dahi açar. O ene; bir karşılaştırma ölçüsü olup, Rab’liğin özellikleri ve Ulûhiyetin mesajlarının bilinmesi içindir. Fakat bu karşılaştırma ölçüsünün, gerçekte var olması gerekmez. Yani, geometrideki varsayılan çizgiler gibidir. Matematikteki sayılar ilerledikçe önündeki sınırı kaldırmak demek, sayıların sonsuza kadar uzayıp gittiğini ifade etmek demektir. Saymak zor olsa da bütün kumsallardaki kum taneciklerinin sayısı çok büyük olmakla beraber sonsuz değildir. Bu büyük sayı ne kadar büyük olursa olsun, sonsuzluğun yanında sıfıra çok yakın, matematikte “epsilon” diye isimlendirilen çok küçük bir farazi sayı mertebesindedir. Yani bırakınız kum tanesi gibi olan “ene”yi, mevcûdâtın tamamının Cenâb-ı Hak’kın karşısındaki mertebesi sıfıra çok yakın bu farazi epsilon sayısı gibidir. İşte mü’minler “Allah-u Ekber” demekle bu mânâdaki büyüklüğü ifade etmektedirler. Ama sonsuzluğu anlamak için de önce sıfırdan başlamak, sonra bir, diyerek bir anlamda yokluktan sıyrılıp varlık âlemine çıkarak ilerlemek gerekmektedir. Matematikte sıfırdan sonsuzluğa ancak sayılarla ulaşılır. Enteresandır, başlangıcı olan sonsuzluk ile başı ve sonu olmayan sonsuzluk aynı isimle anılmaktadır. Fakat Cennet ve Cehennem hayatlarının sonsuzluğu başta olmak üzere, insana verilen arzu ve isteklerin, hayallerin sonsuzluğu gibi insana bahşedilen sonsuzluklar Cenâb-ı Hak’kın sonsuzluğundan farklılık arz etmektedir. Demek ki Cenâb-ı Hakk’a ait sonsuzluk kavramı daha farklı bir kavramdır. Sonsuzluğu diğer bir sonsuzlukla topladığımızda ortaya yine bir sonsuzluk çıkacağını az çok anlayabilmekteyiz. Peki, sonsuzluğu sonsuzla çarptığımızda, yani sonsuz kadar sonsuzların olabileceğini, bunun bir adım ötesinde de sonsuzun sonsuz ile sonsuza kadar çarpımının ifadesi olan sonsuz üssü sonsuzun ne olduğunu algılayamıyoruz. Bunun içindir ki matematikçiler bu kavramlara belirsizlik ismini vermişlerdir. Fizik, kimya gibi fen bilimlerine teorik düşüncelerde önderlik eden, bu ilimlerin bir nevî padişahı sayılan matematik, burada susmaktadır. İşte insan anlayışının sustuğu bu sınır, Otuzuncu Söz’de ifade edilen hakikatin ta kendisidir. Yani, kâinatta tecelli eden gizli hazineler olan Esma-i İlâhiye hakikatidir. Sıfıra çok yakın, aslında var olmayan, ama yokluk denen sıfırdan da farklı olan, yani varsayılan “ene” nerede? Sonsuz üssü sonsuz mertebesindeki, sonsuzluk ötesi sonsuzluk diyebileceğimiz Cenâb-ı Hakk’ın Ulûhiyetinin Azameti nerede? İşte Rabbine karşı azgınlaşan insanın Rabbi karşısındaki gerçek yüzü budur. Mü'min ise Rabbine olan manevî bağlantı ile o sonsuzluğa rükû ve secdede baş eğerek bir bakıma o sonsuzluğa karışıp gitmektedir. Ne mutlu, sahip olduğu enesiyle bu gerçeğe ulaşabilenlere.
OĞUZ KİRAZ |
Son duâmız hamd olsun |
Ne güzel mübarek üç aylar... Yaşıyoruz doyasıya... Zaman akıp gidiyor... 2010’da bitecek göz açıp kapayınca... Yeni bir yıla da gireceğiz. Sonra yepyeni bir hayata dahil olacağız... Ya mahşerimiz nasıl olacak? Üç ayların o doyumsuz güzelliklerini dolu dolu yaşayan ve yaşamayanlar... Kısa hayatta geçit vermez o günler ve geceler... Gözlerin kapalı, kulakların açık olduğu gençlik... Hepsi gelip geçecek... Hayatta karşılaştığımız güzellikler, çoğu zaman karşılaştığımız zorlukları öylesine hafifletiyor ki, gökten boşalırcasına yağan yağmurun yağmasını keyifle seyrediyorum meselâ... Çünkü rahmet, dünyanın kirini temizliyor. Geçtiğimiz gün şimşeklerin şiddeti ve yağmurun sesi inanılmaz güzellikteydi. Duâlar okuyarak pencereden gökyüzünü seyrederken “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyorum. Yağmur damlaları yüzüme inerken, gözlerimden de yaş akıyor, yüreğim de yağmur gibi boşalıyordu. Rabbim her an bir mu'cize bağışlıyor insanlara... Tabiî ki anlayana... Ağaç yaprakları pırıl pırıl görünüyor yağmurdan dolayı... Yağmur yağdığı ilk andan itibaren mis gibi toprak kokusu kaplıyor her tarafı... Derin bir nefes alıp kokladıktan sonra tekrar “Hamdolsun” diyorum; “Rabbim dünya pisliğini rahmetiyle temizliyor.” Yağmur sularının bereketiyle çiçeklerimi suluyorum. Sanki onların da hamd ve senalarını işitiyorum... Şimdi ne kadar da mutluyum çiçeklerimin bu canlı ve parlak haline... Evin akan çatısına gözüm ilişiyor sonra... Önce kovalarla içeri akan suyu engellemeye çalışıyorum. Sonra hafif bir gülümsemeyle bu çabamdan vazgeçip, rahmetin içeri dolduğu tesellisiyle avunuyorum. Üç aylar, mübarek gün ve geceler de böyle yağmur gibi temizliyor ruhumuzu. Ruh hanemize misafir edelim o rahmeti. Doyasıya ve dolu dolu yaşayalım, ıslanalım rahmet yağmurlarında. Hayata hep bu bereketle ve bu gözle bakalım. Son duâmız hep hamd olsun. Hamdolsun..
REFİYKA ERDEM |
07.08.2010 |