Basından Seçmeler |
Orduda reform ihtiyacı kapıya dayandı
ŞİDDET ve savaş yeryüzünden kalkana kadar ordular varlığını sürdürecek. Türkiye’nin de bir orduya, hem de güçlü bir orduya ihtiyacı olduğu tartışılmıyor. Derinleşen tartışma ordunun rolü ve etkinliğiyle ilgili. Giderek yaygınlaştığı anlaşılan görüşün iki ayağı var. Birincisi, ordunun demokrasiye geçişten bu yana üstlenmiş olduğu siyasi rolü, vesayet rolünü artık terketmesi ve seçimle gelen hükümetlere ve parlamento denetimine mutlak olarak tabi olacağı gibi, siyasi partiler arasında mutlak olarak tarafsız olması. İkinci ayak ise, ordunun sadece kendi işine, yani yurt savunması ve asayişin sağlanması görevlerine odaklanması; bunu da ehliyetle, etkin ve rasyonel bir biçimde yapması. Bunun için profesyonelleşmesi, ihtiyaçlara uygun şekilde eğitilmesi ve silahlanması. Son yıllarda, genişleyen demokrasi ve özgürleşen medya sayesinde demokrasiye bağlı ve aslî işini iyi yapan bir orduya ihtiyaç olduğu giderek daha iyi anlaşılmakta. Deniz Baykal yönetiminde demokrasi üzerinde bürokratik vesayetin baş sivil destekçisi haline gelen CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde tavır değiştirmesi, inandırıcı biçimlerde olmasa da ordunun siyasi rolünün karşısında olduğu mesajını vermeye başlaması ya da MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “ordu darbeci subaylardan temizlensin” demesi, elbette ki tesadüf değil. Ve bence ciddiye alınması gereken işaretler. Okullarında tabi tutuldukları vesayetçi endoktrinasyona rağmen, kamuoyundaki tartışmalardan, vesayet rejimine yönelik liberal-eleştirel söylemden etkilenerek, ordunun siyasi rolünden ve asli işini iyi yapmamasından çok rahatsız olan bir kesim TSK safları arasında yayılıyor olmalı. Bunun delilleri çok açık. Balyoz’dan Ergenekon’a, Kafes’ten İrtica ile Mücadele Eylem Planı’na kadar uzanan darbe planlarını, başta Taraf gazetesi olmak üzere demokrasinin yerleşmesinden yana tavır alan yayın organlarına duyuran (dilerseniz, sızdıran) muhakkak ki bu kesim oldu. Ordunun PKK ile mücadelesinde ortaya çıkan büyük zaafları hakkında da kamuoyu bu sayede bilgi sahibi oldu. Karşı karşıya olduğumuz vahim gerçek şu ki, bir milyona yaklaşan personeliyle dünyanın beşinci kalabalık ordusu olan ve kamu harcamalarının yaklaşık % 8’ini tahsis ettiğimiz TSK, güçlü bir ordu manzarası çizmiyor. Bunu görmek için sadece son yıllarda medyaya yansıyan savunma zaaflarının sadece başlıcalarını sıralamak yeter: Baskın düzenleneceğine dair istihbarat 9 gün önceden Genelkurmay ve tüm ilgili birimlere bildirildiği halde 21 Ekim 2007 günü Dağlıca karakolunda 13 asker şehit oldu... (Taraf, 24 Haziran 2008) Baskın düzenleneceğine dair istihbarat bir ay öncesinden Genelkurmay ve tüm ilgili birimlere ulaştığı halde 3 Ekim 2008’de Aktütün karakolunda 17 asker şehit oldu... (Taraf, 14 Ekim 2008) Van Başsavcılığı 27 Mayıs 2009’da Çukurca’da 7 askerin şehit olmalarına yol açan mayınların, Genelkurmay’ın iddiasının aksine, PKK değil TSK tarafından döşendiği sonucuna vardı ve suç duyurusunda bulundu. (Gazeteler, 8 Nisan 2010) 1 Mayıs 2010 günü Sarıyayla karakoluna yapılan saldırıda 4 er şehit oldu. 12 saat boyunca takviye birlik gönderilemedi. (Zaman, 2 Mayıs 2010) MİT’in 10 Ekim 2007’de tesbit ettiği bir telefon görüşmesinde havacı subay ‘kendi adamlarımız” dediği PKK’lılara çok zayiat verdirdiği gerekçesiyle insansız hava aracı Heron’un düşürülmesini ya da rotasının değiştirilmesini istedi... (Bugün, 15 Temmuz 2010) Baskın 3 gün önceden istihbar edildiği halde Gediktepe karakolunda 11 asker şehit oldu... (Taraf, 30 Temmuz 2010) Hantepe karakoluna 19 Temmuz 2010’da düzenlenen PKK baskınını Heronlar 20 dakika öncesinden itibaren anı anına görüntülediği halde karşılık verilemedi; 7 asker şehit oldu... (Taraf, 2 Ağustos 2010) Bu savunma zaaflarının neden meydana geldiğine dair Genelkurmay’dan herhangi bir açıklama yapılmadı. Apaçık ortaya çıkan gerçek şu ki, orduda reform ihtiyacı kapıya çoktan geldi dayandı.
Şahin Alpay/ Zaman, 5.8.2010 |
06.08.2010 |
Yasal işlem korkutmacası...
DÜN Jandarma Genel Komutanlığı’nın web sayfasına konulan açıklama karşısında insan ister istemez, ‘yine mi, bu kaçıncı?’ diye sormadan edemiyor. Açıklamanın son cümlesi şöyle: “Söz konusu maksatlı ve gerçek dışı ifadeleri kullanan basın yayın organları ve şahıslar hakkında yasal işlem başlatılacaktır.” Açıklama, Hatay’ın Dörtyol ilçesinde 4 polisi şehit eden teröristlerin rehin aldığı Payas Belediye Meclis Üyesi MHP’li Bestami Kılıç’la ilgili. Açıklamada, “Bestami Kılıç, Jandarma istihbarat elemanı olmayıp, bölgede zaman zaman bilgisine başvurulan vatandaşlardan birisidir” ifadesine yer veriliyor. Bu ifade en azından Bestami Kılıç ile Jandarma arasındaki irtibatı doğrular nitelikte. Bu isimle kurumsal irtibat ne düzeydedir ve bu kişinin aracının PKK tarafından kaçırılması ve olayda kullanılması sadece bir tesadüf müdür, bu soruların cevabını elbette yapılacak araştırmalar ortaya koyacaktır. Madem böyle bir irtibat vardı, şimdiye kadar açıklamada neden gecikildi sorusu da önem kazanıyor. Tıpkı, saldırıda kullanılan aracın Bestami Kılınç’a ait olduğunun, çok garip bir şekilde ancak dört gün sonra öğrenilebilmesi gibi. Basının görevi methetmek, yağcılık yapmak, örtbas etmek değildir. Zihinleri kurcalayan soruları kamuoyu adına sorgulamak, yetkililerden cevap almaya çalışmaktır. İnsanı en fazla rahatsız eden açlık, bilgi açlığıdır. Yetkili makamlar zamanında bilgi vermekte gecikirlerse, verdikleri bilgilerde eksik ve tutarsız olan yanlar varsa, insanoğlu yaradılışında olan merak saiki ile o boşlukları kendince doldurmaya çalışır. Gelelim son açıklama vesile ile altını çizmek istediğimiz hususa. Yaşanan hadiseler karşısında kamuoyuna ikna etmekte zorlanan kimi kurumlar, resmi açıklamalarında hergeçen gün dozu biraz daha artan oranda yasal işlem tehdidi ile gazetecileri yıldırma gayretinde oluyorlar. Nitekim meslektaşlarımıza binlerce dava açıldı. Bilmiyorlar ki, nice zamandır zaten kelleleri koltukta yazıyor gazeteciler. Ürkmeden, çekinmeden... Bu davalar bu aşamaya yürekli gazeteciler sayesinde geldi. Bir gazeteci kafasını kaldırıp ülkede neler olup bitiyor diye etrafına şöyle dikkatlice bakmaya görsün, küt de bir balyoz darbesi ile başını eğmeye çalışıyorlar. ‘Otur oturduğun yerde, haddini aşma’ dercesine... Tıpkı gazeteci Şamil Tayyar’a yapmaya çalıştıkları gibi. Ama kervan yürüyor... Ülkenin kirlerlerden ve üstü örtülmüş karanlık geçmişinden arınma süreci devam ediyor. Keşke biri üşenmese de incelese, son 2 yılda TSK’dan yapılan açıklamaların kaçı, “Söz konusu maksatlı ve gerçek dışı ifadeleri kullanan basın yayın organları ve şahıslar hakkında yasal işlem başlatılacaktır” cümlesi ile bitiyor diye. Ardından da, açıklamalara konu olan hadiseler daha sonra nasıl sonuçlandı, gelişmeler hangi istikamette seyretti diye bir baksa... Gündemi yakından takip edenler biliyorlar ki, birçok konuda gelişmeler, resmi açıklamalarda öne sürülen konuların aksi istikamette gelişti. Bakalım Jandarma’nın son açıklamasının mumu ne kadar yanacak? * * * Gül, İlker Paşa’ya sordu mu?
Anayasamıza göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Hepimizin merak ettiği konu şu: 196 kişinin “sanık” sıfatıyla yer aldığı Balyoz soruşturmasında aralarında 26’sı emekli, 26’sı muvazzaf 52 general toplam 102 kişi hakkında tutuklama kararı çıktı. Karar 23 Temmuz’da çıktığına göre üzerinden 2 hafta geçmiş. Fakat devletin aradığı bu isimleri yine devlet görevlileri bulamıyorlar. İddialara göre, haklarında yakalama bulunan muvazzaf ve emekli TSK mensuplarını olası bir yakalama riskine karşı 3 güvenli bölgeye taşınmış. Özellikle YAŞ’a girecek personelin bir gün bile tutuklu kalmaması için belirlenen 3 toplanma yerinin, oldukça korunaklı olduğu ifade ediyor. Şimdi merak ediyoruz. Acaba Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan bu iddiaları İlker Paşa’ya sordular mı? Eğer orduevlerinde saklandıkları iddiaları doğru ise, MİT’in bunu bilmemesi ve bu bilgiyi üstleri ile paylaşmamış olması düşünülemez. MİT’in bunu tespit edememesi, Ankara’da Anıtkabir’in varlığından haberdar olmaması kadar tuhaf olur. Eğer Sayın Cumhurbaşkanı kanunlar karşısında imtiyazlı bir sınıf ve zümre oluşturmak istemiyorsa, yasaların herkese adil ve eşit uygulanmasını istiyorsa, bu iddialar doğru ise gereğini yapmalıdır. İlker Paşa kendisine konu sorulduğu halde öyle olmadığını iddia etmişse, daha sonra orduevlerinde saklandıkları gerçeği ortaya çıkarsa, hakkında işlem yapılmalıdır. Kamuoyunun gözleri önünde oynanan bu müsamere, devlete ve TSK’ya olan güveni tamamen bitirmektedir.
Osman Özsoy Yeni Şafak, 5.8.2010 |
06.08.2010 |
Genelkurmay raporu da 2003 seminerine eleştirel bakıyor
BİLİRKİŞİ Kara Pilot Kurmay Binbaşı Ahmet Gündoğan, dönemin Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan’ın seminer çalışması için Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan gelen “Yalnızca dış tehdidi görüşün, iç tehdide bakmayın” emrini uygulamaya koymadığını, bu emre rağmen planlamayı dış ve iç tehdit üzerine birlikte kurguladığını ortaya çıkartmıştı. Balyoz İddianamesi ve ekleri incelendiğinde, Binbaşı Aydoğan’ın bu konudaki saptamasını aslında Genelkurmay’ın atadığı kalabalık bir bilirkişi heyetinin de önemli ölçüde paylaştığı ortaya çıkıyor. İki rapor arasında Balyoz Planı’nın gerçekte var olup olmadığı konusunda önemli farklılıklar var. Bunu ayrıca değerlendireceğiz. Ancak seminerin planlanma aşaması büyüteç altına yatırıldığında, Birinci Ordu Komutanlığı ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı arasındaki yazışmalarda ve emir komuta düzeninin işleyişinde çok ciddi sorunların yaşandığını her iki raporda da görmek mümkün.
TÜMGENERAL DAYSAL’IN ÖNEMLİ TESPİTLERİ İkinci bilirkişi raporu, Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Mehmet Daysal başkanlığında iki kurmay albay, bir kurmay binbaşı ve bir mühendis üsteğmenden oluşan 5 kişilik bir heyet tarafından hazırlanmış. Rapor oldukça yeni, 28 Haziran 2010 tarihini taşıyor. Bu rapor da birinci askeri bilirkişi raporunda olduğu gibi 5-7 Mart 2003 tarihlerinde Birinci Ordu karargahında gerçekleştirilen seminer çalışmasının amacının dış tehdit olduğunu vurgulayarak yola koyuluyor. Rapor, bunu iki temel belgeye dayandırıyor. Birincisi, Genelkurmay Başkanlığı’nın 20 Kasım 2002 tarihli “Tatbikatlar Programı 2003-2006 Kitabı”, ikincisi ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 2 Ocak 2003 tarihli “2003 Yılı Tatbikatlar Programı”dır. Gerek Genelkurmay’ın gerek Kara Kuvvetleri’nin bu planlarında söz konusu “seminerin gayesi” Türk Yunan krizini konu alan Egemen Harekat Planı’nın geliştirilmesi ve uygulama hazırlıklarının gözden geçirilmesi, yani dış tehditle sınırlıdır. Rapora göre, başında Orgeneral Çetin Doğan’ın bulunduğu Birinci Ordu Komutanlığı, 12 Aralık 2002 tarihli bir emirle ast birliklere, seminerin maksadına iç tehdidin eklendiğini bildirir. Başında Orgeneral Aytaç Yalman’ın bulunduğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı, bunun üzerine 3 Ocak 2003 tarihinde gönderdiği bir yazıyla iç tehdide ilişkin bölümün ertelenmesini, bu bölümün daha sonra “plan çalışması” olarak incelenmesini, ayrıca bunun için “planlanacak tarihin de bildirilmesini” Birinci Ordu Komutanlığı’na “emreder”. Birinci Ordu Komutanlığı, ilginçtir ki, bu kesin emre rağmen 31 Ocak tarihinde ast birliklerine iç tehdidin de seminer gündemine dahil edildiği bir uygulama emri yayımlar. Bu uygulama emri, KKK’lığının 3 Ocak tarihli emri ile açık bir şekilde çatışmaktadır.
YALMAN, EMRİN DELİNMESİNE NEDEN GÖZ YUMDU? İlginç bir nokta, Tümgeneral Daysal’ın raporunda “KKK’lığı ve 1’inci Ordu Komutanlığı karargahında yapılan incelemelerde, 1’inci Ordu K’lığının 31 Ocak tarihli (iç tehdide ilişkin) Seminer Uygulama Emrine nasıl bir cevap verildiğine dair bir kayda rastlanmamıştır” denilmesi. Bu durumda akla şu sorular geliyor: Birinci Ordu’nun başındaki Orgeneral Doğan, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yalman’dan sözlü olarak onay alıp mı bu planlamayla girişmiştir yoksa Ankara’dan gelen emre rağmen kendi bildiği gibi mi hareket etmiştir? Birinci Ordu’nun seminerde iç tehdidi görüşeceğini öğrenince 3 Ocak 2003 tarihinde müdahale edip “yapmayın” diyen Orgeneral Yalman, bu uyarısının dikkate alınmadığını fark ettiğinde ikinci bir uyarı göndermediyse, bu tutum değişikliği nasıl açıklanmalıdır? Orgeneral Yalman’ın müdahale etmeme keyfiyeti, kendisinin tutum değiştirmesinden mi yoksa bir kriz çıkmaması için otoritesinin aşınması pahasına durumu sineye çekmesinden mi kaynaklanmıştır? Orgeneral Doğan’ın o yılın ağustos ayında emekliye ayrılacak olması sessiz bir çözüm olarak mı düşünülmüştür?
GENELKURMAY’DAN SEMİNERE ÖVGÜ Havada asılı duran bu soruların yarattığı belirsizlik içinde önemli bir nokta, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde yapılan ve irtica ve bölücülük tehditlerine dayalı senaryoların da görüşüldüğü plan seminerinde Genelkurmay Başkanlığı’ndan 6, Kara Kuvvetleri’nden 7, Hava Kuvvetleri’nden de 2 gözlemcinin hazır bulunmuş olmasıdır. Genelkurmay gözlemcilerinin seminere ilişkin raporu dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın önüne gitmiştir. KKK gözlemcilerinin raporu ise Orgeneral Yalman ile o tarihteki Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a sunulmuştur. Genelkurmay gözlemcilerinin hazırladıkları rapor Balyoz İddianamesi’ne ek delil dosyasının 14’üncü klasöründe yer alıyor. Dört sayfalık bu raporda Birinci Ordu’daki Plan Semineri- 2003’ün “son derece başarılı” bulunduğu belirtiliyor. Rapordaki olur’un altında imzası olan kişi ise Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Büyükanıt’tan başkası değildir.
Sedat Ergin Hürriyet, 5.8.2010 |
06.08.2010 |