Röportaj |
|
Kur’ân-ı Kerim fıtrî bir ihtiyaçtır |
Emrullah Hatipoğlu, Türkiye’nin en göz önünde olan camisi Sultanahmet’te 32 yıldır imamlık yapıyor. Hatipoğlu, 1972 yılında, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini, 1975 yılında ise İstanbul Üniversitesi Arap-Fars Dili bölümünü bitirdi. Emrullah Hatipoğlu ile, binlerce turistin ve uluslar arası devlet misafirinin ağırlandığı camide imam olmanın nasıl bir duygu olduğunu, gelen yabancı konukların İslâmiyete bakışını, camideki cemaatin niteliği gibi birçok konuyu konuştuk. Papa 16. Benediktus, Obama ve Clinton’un Sultanahmet’ten nasıl etkilendiklerini anlatan Hatipoğlu, camiye uğrayan yabancı ziyaretçilerin neler yaşadığına dair gözlemlerini de aktardı. Ayrıca Hatipoğlu, istatistiklere göre insanların büyük bir kısmının Kur'ân-ı Kerim’e uzak olduğu sonucunu değerlendirdi. Herkesin yapması gereken vazifeler olduğunu hatırlatan Hatipoğlu, “Kulla Allah arasındaki rabıtayı kurunca polise, bekçiye ihtiyaç duyulmaz” dedi. 32 yıldır Sultanahmet Camiinde imamlık yapıyorsunuz. Böyle büyük bir camide imamlık yapmak nasıl bir duygu? Sultanahmet Camiinde imam olmaya nasıl başladınız?
Allah’a hamd, Resulüne salât ve selâmdan sonra Sultanahmet Camiinde imam olmayı, tabiî her mihrabı hedefleyen Müslüman kardeşimiz arzu eder. Türkiye’de ne kadar Diyanet mensubu varsa, bunların içinde de imam olmaya veya müezzin olmaya ne kadar niyetli insan varsa mutlaka gönüllerinde bir gün Sultanahmet Camiinde imam olabilme arzusu geçmektedir. Bu bizde de oldu muhakkak. Sultanahmet gibi bir camide imam olabilmek arzusu vardı. Ancak tabiî insan arzu eder de Allah’ın takdiri. 1975–76 tarihlerinde bir Cuma günü İslâm ülkeleri dışişleri bakanları ilk defa İstanbul’da toplanmışlardı. Sultanahmet Camiinde Cuma namazını kılacaklardı. Biz o zaman Diyanet Haseki Eğitim Merkezinde Arapça bölümünde okuyorduk. Bir hocamız hutbe okuyacaktı, ona göre hazırlık yapıldı. Ve o gün müstesna bir gündü. Biz de geldik, hocamız var, bakanlar var, çok kalabalık bir cemaat var. Hutbe okunurken konuşmuyoruz ya, içimden geçti “Rabbim” dedim. “Bize düşmez, ama eğer burada imamlık lütfetsen ne güzel olur” içimden böyle bir arzu geçti o kadar. Aradan bir buçuk sene gibi bir zaman geçti. Biz Haseki’yi bitirdik. Bir gün müftülükten bir dâvet geldi. Gittik, önümüze dilekçe koydular, oku ve imzala dediler. Bu dilekçede benim adıma hazırlanmış bir metin vardı. Beni Sultanahmet’in imamlığına getirmek istiyorlardı. Ben istemiyordum, çünkü turistler var, kalabalık. İnsan sevaptan çok günaha girebilir. Gönlümden geçen Bayezid Camii'ydi. Orası üniversite muhiti olduğu için gençler gelir diye düşünüyordum. Fakat teklifi önümüze koyan vekilimiz “hayır” dedi. “Biz İstanbul Müftüsüyle görüştük Sultanahmet’te hizmet var ve bu hizmeti sen yapabilirsin” ben düşünmüyorum desem de vekil beni ikna etmeye çalışırken bu Cuma hutbesi esnasında içimden geçeni hatırladım. O aklıma gelince “tamam” dedim. Hutbe esnasında içimden temenni olarak geçen, telâffuz dahi etmediğim bu fikri, Rabbim bana dua olarak lütfetmiş, kabul etmiş ve şu an önüme böyle bir fırsatı koymuş. Madem Rabbim beni buraya uygun gördü, ben de hiçbir dünyevî cazibenin beni Sultanahmet’ten alıkoyamayacağı hususunda kendi kendime söz verdim. Kastım bana maddî imkân sağlayacak kaynaklardı. Ve kovulmadan da gitmeyeceğim dedim. Biraz iddialıydı bu lâfım. Bu gün 32 yılı geride bıraktık. Elhamdülillah. Bu temenni herkeste var demiştim. Bizde de vardı. Herkes temenni ettiği halde imam olamaz. Allah bize lütfetti. İnşallah utandıracak şeyler yapmadık, korunduk, ama bu makamın gerçek sahibi Hz. Peygamber’dir. Ona lâyık olmak kolay değil, mihrabın hakkını vermek zor. Ama o gayret içerisinde olunca da Cenâb-ı Allah yardım ediyor. Bu güne kadar O'nun lütfuyla geldik Elhamdülillah. Yaş haddinden son 1 buçuk seneyi yaşıyoruz.
Buraya değişik ülkelerden turistler geliyor, siz turistlerle birebir görüşüyor musunuz?
Pek tabiî olarak. Her gün binlerce turist geliyor. Yerli ziyaretçiler de son zamanlarda yoğunlaşmış vaziyette. Beş bin en soğuk günlerdeki rakam. On bin, on beş bin gibi rakamların telâffuz edileceği bir yoğunlukta ziyaretçi geliyor. Bu da Allah’ın Sultanahmet’e bir lütfu tabiî. Sultanahmet Camii'ni yaptıran samimî sultan I. Ahmed İstanbul’a öyle bir şey kazandırdı ki; ülkemize gelen turistlerden önemli bir kısmı Sultanahmet’i ziyaret ediyor. Şu anda Türkiye’de turist ziyaretçisi en çok olan camii Sultanahmet’tir. Ayasofya-Sultanahmet arası oturulan bir yer var. Ses ve ışık gösterileri için yapılmıştır. Meselâ orada oturanlar Sultanahmet’e dönerler, fotoğraflarında hep orası vardır. İlginin böyle bir yönü de var. Bunu da Sultanahmet’in samimiyetiyle birlikte düşünmek lâzım. O 14 yaşında sultan olmuş, 14 yıl sultan kalmış ve 28 yaşında vefat etmiştir. Vefat ettiği tarihte de cami tamamlandı. Sanki onun dünyadaki yaradılış gayesi, ona yükletilen görev bitti. Hünkâr Kasrına özel bir yer yaptırdı. Ramazan ayının son on gününde itikâfa çekilen bir sultan. Eski sultanlarımız nasıldı bunun güzel bir örneği. 21 yaşındayken bu caminin temelini atıyor. 7 senede de bu tamamlanıyor. Sanki buradaki işlevi bitiyor.
Yabancı ziyaretçiler İslâm’a ilgi gösteriyorlar mı?
Bu cami ancak sağlam bir medeniyetin eseri olabilir. Gelen turistlerin tabiiyetiyle ilgileri ilk önce mimariye oluyor. Ardından arka planı ilgi çekiyor. İslâma ilgileri artmış oluyor.
Sultanahmet’e gelenler içinde, manevî atmosferden etkilenip Müslüman olanlar var mı?
Hidayet Allah’tan tabiî. Kaldı ki bir kere gelerek ne kadar etkilenir. Zaman içinde mutlaka etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Bir zamanlar Sultanahmet Camiindeki turistlerden birisiyle namazda karşılaştık. Namaz öncesi avluda gördüğüm uzun boylu, sakallı, sarışın, cübbeli, sarıklı, şalvarlı bir kişi, namazda baktım birinci safta. Namaz sonrası bana geldi Arapça Namazdan sonra yanıma gelip ‘Takkabbel Allah” yani “Allah kabul etsin” dedi. Ben de ona Arapça, “Min eyne ente” yani “Nerelisin?” dedim. Bu sefer Türkçe olarak Amerikalı ve Müslüman olduğunu belirterek hikâyesini şöyle anlattı: “İlk defa İstanbul’a gelmiştim, yolculuk yorgunluğuyla otele gittim yattım. Bir güzel sesle uyandım. Hayatımda o güne kadar duymadığım en güzel sesti, sabah ezanı.” Tarifine göre Aksaray tarafında muhtemelen Lâleli Camii tarafında okunan ezan. Anlamını bilmiyor olmasına rağmen o ezanın güzel okunması onun hidayetine sebep oluyor. Öyle bir etki yapmış ki hayatımda duyduğum en güzel sesti dedi. Ve içimden bir ses bana emretti ne duruyorsun? Kalkıp gitsene, kalktım, giyindim, seri bir şekilde o sesin geldiği camiye gittim. İçeriye girdim. İnsanların bir kısmı oturuyordu bir kısmı yatıp kalkıyordu. Daha sonra kalkıp dizildiler, ben de o saftaki cemaatin arasına katıldım, onlarla yattım, onlarla kalktım” dedi. Bir ezan… Biz zaman zaman müezzin arkadaşlarla paylaşırız. Okurken benim ezanım insanların hidayetine vesile olabilir diyerek okumalı. Örneğin; orta yaşlı Alman bir hanım bizim imam odasının hemen yanındaki fil ayağın önünde gözleri kızarmış vaziyette, gözyaşlarıyla dinliyordu aşrı. Onu getiren rehber arkadaş da namaz kıldı. Hocam dedi bu hanımefendiye bir bakar mısın? dedi. Bir Alman ve bir ateist. “Bir hafta önce gelmiştik burayı bir kere gördü, fakat aradan günler geçince özledi. Israrla tekrar gelmek istedi. Bizim namazı takip etti, aşr-ı şerifi dinledi. Ve ağlıyor dedi” Bu fıtratın ihtiyacı olan şeyi burada bulması sebebiyle gözyaşı döküyor. Çünkü Batı dünyası dünyevî ihtiyaçları alabildiğine karşılıyor, ama manevî ihtiyaca cevap alamıyor. Cevap vermesi gereken kilise. Kilise ona cevap veremiyor, ama vergi alıyor. Bunlar da bu vergiden kurtulmak için biz dinden çıkıyoruz diyorlar. Ateistiz. Neresi ateist? Böyle bir insan ateist olur mu? O arzu ettiğini burada buldu. Buna benzer; meselâ, İspanyol genç bir hanım camiye girdi, devamlı ağlıyordu. Vakit geçti, ziyaret bitti. Çıkaracaklar, çıkmıyor. Akşam namazı vakti geldi, namazı takip etti. Dedi ki ben öyle bir güzelliği yaşıyorum ki burada, ne olur beni mahrum etmeyin. Tabiî bunu biz bilemiyoruz, bunun izahı zor. Ama bu bir vakıa. Bunları hep burada görüyoruz. Bunlar hep bizim turistlerle alâkalı müşahede ettiğimiz şeyler.
Sultanahmet’te birçok devlet misafiri ağırladınız. İçlerinde en çok etkilenen kimdi sizce?
Sultanahmet yabancı devlet ricalinin de ziyaret ettiği ilk cami. Bu bakımdan çok misafir ağırladık. Geldikleri zaman onlarda müthiş etkileniyor tabi. Amerika Cumhurbaşkanları çok gelmiştir. Meselâ Clinton, hanımı kızıyla beraber geldi. Kızı müthiş etkilenmişti. Kur’ân-ı Kerim hediye etmiştik kendisine. Aldı bağrına bastı, çıkıncaya kadar elinde taşıdı. Normalde hediye verildiğinde alıp memuruna verirler hemen. Ama bu öyle değildi. Seyrederken adeta yüzünün rengi değişiyor, ondan anlıyorsunuz. En son Obama geldi meselâ. Onlar gelince tabiî devlet temsilcileri de geliyor. Onun Hüseyin ismini burada usturuplu bir şekilde zikrettik. Dinimizde Hasan Hüseyin diye iki önemli isim diye hatırlatma yaptık. Başbakan da kendi ismiyle bütünleştirerek “Barak Hüseyin” dedi, çok güzel bir sahneydi. Dışa yansıdı bazı şeyler. Clinton, resmî ziyaretinin ardından tekrar geldi meselâ. Hatta yanında bir grup getirdi, onlara camiyi kendisi anlatıyordu. Hoş geldiniz dedik, teşekkür ettik ilgisinden dolayı. Bir arkadaş grubuyla Türkiye’ye geldiğini söyleyen Clinton; “Arkadaşlara buraya kadar gelip de Sultanahmet’e uğramamanın büyük bir kayıp olacağını söyledim, onları Sultanahmet’e getirdim” dedi. İşte Sultanahmet böyle şeylerin sürekli olarak yaşandığı bir cami. Böyle bir iki misalle anlatılamaz buraya gelip etkileniyorlar.
Peki cemaatte gençlerin oranı nasıl?
Bizim Batıdan ayırt edilmemizi sağlayan, müthiş bir nüfuz artışımız var. Tabiî tek taraflı bakmamamız lâzım. Camideyiz. İnsanları camiden gördüklerim olarak değerlendiremeyiz. Ama gençlerimizi camilerde görmek bizi çok sevindiriyor. Evet, cemaatte bir gençleşme vardır. Sadece burada değil. Hacca ve umreye gidildiği zaman bu açık bir şekilde görülüyor. Eskiden yaş ortalaması 60 ve üzerinde bir rakamla ifade edilirken bugün 30-40’lara doğru bir iniş gösterdi. Büyük bir gelişme var. Bu gelecek açısından çok önemlidir. Niye? Çünkü yaşlılarla bu din mezara girmeyecek. Hesaplamalar bunun üzerine yapılmıştır. Yani bir eğitim içerisinde Kur’ân eğitimine, din eğitimine yer vermezseniz, masum bir ifadeyle “aile reisi öğretsin derseniz” gençler öğrenemez. Bütün bunlara rağmen Allah mü'minlere bu engelleri aşma hususunda, gösterdikleri büyük gayretlerin bir semeresi olarak yeni kapılar açtı. Devlet eliyle yasaklanırken, Kur’ân eğitimi, yine devlet eliyle yapılır hale geldi. İmam Hatip’ler açıldı, Kur’ân kursları açıldı, bu çerçevede özel gayret gösteren grupların cemaatlerin çalışmaları güzel neticeler verdi, semeresi güzel oldu. Diğer taraftan da ulaşılması gereken çok insan var. Hem içerde, hem dışarıda. En azından sorumluluk gereği yapılması gereken şeyler var. Hidayet Allah’tandır. Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Allah dilediğini hidayete erdirir. Bu anlamda tebliğ denilen unsurları iyi belirlemek lâzım.
Ülkemizde Kur’ân öğrenimi konusunda yaş sınırı var. Siz bu yasağı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fıtratın ihtiyacını, fıtrata göre neler verileceğini Yaratan bilir. Onun adına bu işi Peygamberimiz yürütüyor. Peygamberimiz diyor ki: “Çocuklarınız 7 yaşına girdiğinde ona namazı emredin” Bu bir terbiye talimatıdır. 7 yaşına giren çocuk namaz kılacak ve namaz kılacak kadar Kur’ân bilgisi olacak. Niye namaz kıldığını bir inanç temeli olarak akaidi öğreteceksiniz. Allah’ı Peygamberi, ahireti, vahyi anlatacaksınız. Hz. Peygamber, “namazı emreder” derken bütün bunların talimatını vermiş oluyor. Kaldı ki ona da bu talimatı Allah verdi. Aile örnek olacak. Kur’ân okumayı aile ana-baba bilecek çocuğuna öğretecek. Şimdi siz insan fıtratına uymayan bir yapı oluşturuyorsunuz. Çocuk acıkmış, yemesi lâzım siz diyorsunuz ki; “hayır senin yeme vaktin gelmedi bir kaç saat sonra olacak” bu olmaz. Çocuk acıktığı zaman nasıl feryat ediyor. Samimî feryadıyla anneyi uykusunun en derin yerinde uyandırıyor. Çünkü çok büyük bir ihtiyaçtır, bunu geciktiremezsin. Aynı bunun gibi nasıl yemek, içmek ihtiyaç haline geldiğinde erteleme hakkın yoksa, ruhun ihtiyaçlarının da erteleme hakkı yoktur. Ruh, Allah’ı zikretmeye muhtaç, “12 yaşını bitir sonra Allah demeye başla” diyemezsiniz bu fıtrata, insan yapısına, eğitime ve sosyal yapıya aykırıdır. Kulla Allah arasındaki rabıtayı kurunca polise bekçiye ihtiyaç duymazsınız. Dünyada emsali görülmeyen yanlışlar yapıyoruz biz. Eğitimde yaş sınırlaması da hep bunun kötü örnekleridir. Bir çarpıklık vardı, ama onu da aştı bu millet Elhamdülillah. Yasak zaten yanlıştı, belki de uyanış sebebi oldu.
Bu yıl Ramazan oldukça sıcak günlere denk gelecek, İnsanlar oruç tutmakta güçlük çeker miyim telâşı içinde. Okuyucularımıza Ramazanı nasıl geçirecekleri hususunda tavsiyeleriniz var mı?
Geçmişe baktığımız zaman bir kere Allah kullarına yardım ediyor. Bazen sıcaklar gelir, “ne olacak” derken Allah değiştirir. Bu mevsimde yağan yaz yağmurlarını, kışın bile bulamıyorduk. Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder buyrulmuştur. Allah bunu vaat ediyor. Şöyle de yapabilir ilk birkaç gün yanarsınız. Allah kullarını böyle deneyebilir. O da bir imtihandır. Ama “Rabbimiz emretti biz bu emri yerine getireceğiz” dersen tamam, Allah da sana bir ödül vaat edebilir. Bakmışsın ki 3 gün sonra mevsim değişir. Allah hakkında suizanda bulunmamak lâzım. Ben kulumun bana beslediği zan üzere ona muamele ederim buyruluyor, bu kutsî bir hadistir. İbrahim'e (a.s) her şeyi yakan ateşi soğutucu kılan, ama ondan ders almasını bekleyebiliriz. Biz onun emrini yerine getirmeliyiz. Onun için katlanan, kaybetmez.
Diyanet İşleri Başkanlığı 2010 yılını Kur’ân yılı ilân etti. Kur’ân yılında amaçlanan nedir?
Her halde 2010 akıllarda kalacak bir rakam olduğu için bu yılı tercih etti. Kur’ân-ı Kerim’in 1400. yıl dönümü, bunlar unutulması mümkün olmayan rakamlar. Bu bir vesile, bir harekettir, hedef gösteriliyor. Kur’ân’la bağlantısı zayıf olanlar bu vesile ile ona yönlendiriliyor.
Kur’ân-ı Kerim anlamak için meal okumak yeterli midir? Evrensel mesajları anlayıp hayatımıza aktarmak için hangi kaynaklara başvurmalıyız?
Marmara denizine iki elime kova alıp gitsem, kovaları doldurup gelsem size de desem ki: “Ben size Marmara denizini getirdim” doğru bir beyan olur mu? Ama size “Marmara denizinden taşıyabildiğimi getirdim” bu doğru olur. Meal da böyle bir şeydir. İnsanların Arapçaya vukufiyeti, hâkimiyeti Arap Dilini ve edebiyatını bilmemeleri sebebiyle, Arapça olan Kur’ân-ı Kerim’i anlamaları farklı olabilir, bunu ifadelendirirlerken belli kalıplara koyarak ifadelendirir. Ama o âyetlerin inişinde hedeflenen, Allah’ın bildirmek istediği mesajı meal veremez. Meallerle bir şeyler olur, ama âyetin iniş sebebini bilmiyorsak yetmez. Hadis-i şerifte geçiyor: İnsan bildikleriyle amel ederse Allah ona bilmediklerini de öğretir. O zaman ilim demek müsteşriklik değildir. Batılı bilim adamları gibi; ömrünü Kur’ân araştırmalarına vermiştir, ama cehennemden kurtulamaz. Kur’ân’a inandığından değil, hata bulmak için araştırır. Onun Kur’ân’dan aldığı bir hiçtir. Sahabe özelliği ise, Kur’ân’dan aldıklarını uygulamasıdır. Yoksa Sahabe-i Kiram’ın eline Kur’ân’ın tamamı inmemişti. Ama öyle bir yaşayış sergilediler ki, Allah onlardan razı olduğunu bildiriyor. O yapıya ulaşmalarının sebebi ilmiyle amel etmeleridir. Biz de İnşallah Kur’ân’ı Kerimi yaşayanlardan oluruz.
Diyanet’in yakın zamanda yaptığı bir ankette, Türkiye’de yüzde 20’lik bir kesimin Kur’ân-ı Kerim’i hiç eline almadığı, yüzde 60’ın ise Kur’ân-ı Kerim’i eline aldığı ancak yüzüne okuyamadığı ortaya çıktı. Siz bu sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz Türkiye’de yaşıyoruz ve bu insanlar Müslüman. Nüfus kâğıdında Müslüman yazıyor. Ama onları Yaratan’ın kitabıyla konuşamıyor. Kitabına hiç el değmiş değil. Burada çok büyük bir ayıp var. Acaba bu onların ayıbı mı, yoksa Müslüman olma sorumluluğunu taşıyan bizim ayıbımız mı, ya da ülkeyi yönetenlerin ayıbı mı? Burada hepsinin payı olduğu muhakkak. Bu ayıptan kurtulmamız lâzım, o halde herkes bir şeyler yapacak. Sanırım Diyanet İşleri Başkanlığımız da bunun farkına vararak Kur’ân yılı ilân etmiştir. Kur’ân’a dokunmayan bu büyük oran, inkâr ettiği için mi Kur’ân’la teşrik-i mesai yapmıyor. Hayır, fırsat olmadı, ortam olmadı diye. Düşünün İslâm dinimiz var, ama hepsi o kadar. “Ben de yemeğe otururken Bismillah derim, kalkarken de Elhamdülillah derim, bayramlarda ben de camiye gidiyorum ben de Müslüman‘ım” diyerek Müslümanlığını bu şekilde ispat eden insanlar var. Bayramda camiye gelen, ama namaz kılmayı bilmeyen insanlar var. Gelişleri çok güzel, ama bilmiyorlar. Bunun bu halde bırakılması büyük bir ayıptır ve büyük bir sorumluluktur. Nasıl bir metot geliştirelim ki insanları Kur’ân’a yakın hale getirelim bunu düşünmeliyiz. Kur’ân’ı uygulama hususunda araştırma yaparsak, oranlar çok daha düşük çıkar her halde. Peki, insanların nerede İslâm’la yolu kesişecek. Namaz kılınması hususundaki istatistiklerde de pek hoşnut edici rakamlar yok. Ama bunun sistemin sorgulanmasını gerektiren örnekler, içinde ele alınması lâzım. Kur’ân’la temasa geçmeyenler niye hiç karşılaşmadı. Okulda öğrettiniz de mi biz almıyoruz dediler. Hayır, siz önünü tıkadınız o zaman bunun vebalini taşıyorsunuz. Madem böyle bir vebal var, bizim de yerine getirmemiz gereken görevler var. |
06.08.2010 |