Röportaj |
|
Örtü kadının haremidir |
Amerika’da üniversite okuyan eşiyle tanışarak Müslüman olan Aslı Sancar, hayatını ve Müslümanlığa geçişinde yaşadığı serüveni Yeni Asya’ya anlattı. Osmanlı dönemindeki harem ve tesettür kavramını karşılaştıran Sancar, “Evini götüremiyorsun, fakat örtünü götürebiliyorsun. Örtü bir şekilde kadının haremi oluyor” diyor. AMERİKA’DA üniversite okuyan eşiyle tanışarak Müslüman olan Aslı Sancar’la hayatını ve Müslümanlığa geçişinde yaşadığı serüveni konuştuk. Sancar, Türkiye’ye yerleştikten sonra İslâmda kadın konularını araştırmış ve kaynak olacak “Ottoman Woman” kitabını yazmış. Daha çok Osmanlı kadınları üzerine araştırma yapan yazarla “Harem” kitabını da konuştuk.
Eşinizle Amerika’da üniversite yıllarında tanışmışsınız. Müslümanlıkla tanışmanız eşiniz vesilesiyle olmuş… Üniversitede okurken eşimle komşuyduk. Eşim inançlı, ancak pratik olarak inancını çok uygulamıyordu. Eşim sayesinde tanıştığım diğer Müslümanlarda gördüğüm sıcak ve samimî hava çok hoşuma gitmişti. Eşimle tanıştığım sıralarda İslâm’ı çok konuşmadık, tedrici olarak İslâm’a yaklaştım.
Dünyanın öbür ucundan farklı inanışta biriyle evlenmek sizi ürkütmedi mi? Sevgi olunca akan sular duruyor (Gülüyoruz). Ben bu farklılığı büyük bir problem olarak görmedim. Zaten Türkiye’ye geldiğimde de büyük problemlerle karşılaştım diyemeyeceğim. Burada kendimi hiç yabancı gibi hissetmiyorum.
Türkiye’ye yerleşmek Amerika’daki aileniz için kabul edilebilir görüldü mü? Annem “Sen mutlu olacaksan ben mutlu olurum” dedi. Tabiî ki annemin olumlu yaklaşımı hasreti silmedi. Annem benim hayatımı değiştirmeme saygılıydı, ismimi değiştirdikten sonra bana “Aslı” diye hitap ederdi. Böyle bir kabul ediş oldu. Annemin güzel yaklaşımı birçok şeyi rahatlattı.
Eşiniz evlenmeden önce Müslüman olmanızı şart koşmuş. Din değiştirmek sizin için zor olmadı mı? Ben sadece dinimi değil, her şeyimi değiştirdim; dilimi, gelenek-göreneklerimi, memleketimi… ama isteyerek yaptığım için zor gelmedi.
İslâmı kabul edişinizde Hıristiyan inancınızın olumsuz tarafları oldu mu?
Hıristiyan olarak büyüdüm, yazları kilise okuluna giderdim, ancak üniversite yıllarında dini rafa kaldırdım diyebilirim. Artık din hayatımın merkezinde değildi ve din konularını konuşmazdık. Belki bundan dolayı İslâmı kabul edişim daha kolay oldu. Ancak tabiî her halükârda Allah’a olan inancım tamdı. Bu da bana annemden geçen güçlü bir inanç…
Said Nursî, Hıristiyan İsevîlerden bahseder. Allah’a inanan bozulmamış İsevîler… Böyle insanlar var mıydı etrafınızda? Bence var, hatta annemden hakikî İsevî olmasından şüpheleniyorum. Annem vefat etmeden önce yanındaydım. Cuma saat 11 gibi vefat etti. Bizde adet olduğu üzere başında Kur’ân okumuştum. Sonra başından bir müddet ayrılmak zorunda kaldım. Tekrar yanına döndüğümde vefat etmişti. Kızım ve oğlum Amerika’nın New York şehrinde yaşadıkları için cenazeye gelemediler. Anneannelerini kaybetmenin üzüntüsüyle bulundukları yerin camiine gitmişler. Camiye gittiklerinde ise hoca Müslüman olup da açıklayamayan Hıristiyanlar için gıyabî cenaze namazı kılacaklarını anons etmiş. Bunlar tevafuken gelişen olaylar. Daha sonra çocuklar beni arayarak, “Anneannem için cenaze namazı kıldık” dediler. Annemden aldığım birçok şey İslâma geçişimi kolaylaştırdı diyebilirim. Annem kiliseye gitmezdi, ancak güçlü bir inancı vardı. Her zaman Müslüman olarak bana saygılıydı, Müslümanlığımı hiçbir zaman dert etmedi. Ölmeden önce “Allah’ın beni affettiğini hissediyorum” demişti. Ölümle inanılmaz barışıktı.
Tanıştığınız İslâmla, daha sonra araştırdığınızda karşınıza çıkan İslâm arasında bir fark var mıydı? Bazı insanlar, “Müslümanları tanısaydım İslâmı seçmezdim” diyorlar. Katılır mısınız? İslâmı tanıdıktan sonra dinî konuda derinleşme oldu. Müslümanlarla ilgili söylediğiniz gibi bir şey hissetmedim. Ben daha çok kendi hatalarımla ilgilenmeyi doğru bulurum. Aslına bakarsanız hepimiz bir yoldayız. Onun içinde bizden önceki idraklere ve sonraki idraklere hüküm giydirmemeye çalışıyorum. Bakarsınız bizden geride düşündüğümüz insanlar bizi geçebilirler. Hepimiz aynı yolculukta olduğumuza göre, herkese hayırlı yolculuklar! (Gülüyoruz)
Şahsî olarak kendinizi nerde hissediyorsunuz? Doğu’da, ya da Batı’da... Amerika’da, ya da Ortadoğu’da… Müslümanların kaderine ortak hissediyor musunuz meselâ?
Üst kimlik olarak kendimi Müslüman olarak görüyorum. Kendimi Doğulu, ya da Batılı gibi kavramların içine sıkıştırmayı doğru bulmuyorum. Ben kendimi dünya vatandaşı olarak hissediyorum. Bir tarafım Amerika vatandaşı, bir tarafım Türk vatandaşı… Otuz yıldır Türkiye’deyim ve çok mutluyum. Her iki kültürün de güzel taraflarını almaya gayret gösteriyorum.
Çocuklarınızın Amerika’da olduğunu söylediniz. Türkiye’ye dönmelerini ister misiniz? Tabiî, hergün bunu diliyorum. (Gülüyoruz)
Aslen Amerikalı olarak çocuklarınızın memleket olarak Türkiye’ye dönmesini istiyorsunuz… Çocuklarım Türkiye’de büyüdüler. Kızım yedi yaşındayken Türkiye’ye geldik.
OSMANLIDA KADINLARIN HUKUKÎ ŞAHSİYETLERİ VARDI
Osmanlı kadınlarını araştırmaya hangi vesileyle başladınız?
Amerika’dan Türkiye’ye gelmiş bir Müslüman olarak inanç yolculuğumun anlatılması istendi. İskenderpaşa Cemaati’nin o dönem “Kadın ve Aile Dergisi” vardı. Oraya yazılar yazmam arzu edildi. O dönemden beri İslâmda kadın konusunu işliyordum. Daha sonra 90’larda bir “mit”e dönüştürülen haremle ilgili kitaplar dikkatimi çekti. Daha sonra son Osmanlı kadınlarıyla röportaj yapma imkânına sahip oldum.
Konuştuğunuz son Osmanlı kadınları nasıl bahsediyordu atalarından? Osmanlı’da aile nasıl diye sormuştuk Ayaşlı Hanım’a. O da bize “Şiir gibiydi” dedi. Büyüklerin küçüklere iltifatları, küçüklerin büyüklere saygıları, hediyeleşmeler, güzel sözler… Bunlar bize öğretilenden daha farklı bir tablo çıkarıyor karşımıza.
Peki ‘Harem’le ilgili araştırmalar yapan biri olarak, sizce ‘harem kadınları’ cinsel olarak metalaştırılmış kadınlar mıydı?
Hayır! Bugünden bakanların bakışı bu yönde. Bu da oryantalistlerin bize kabul ettirdikleri bakış açısı… O dönemde kadınlar şahsiyeti olmayan, hakları olmayan insanlar gibi tanıtılıyor, ancak bunlar efsane…
Hak sahibiydiler diyorsunuz yani? Osmanlı’da kadın, ‘harem’de yaşayan kadın feminen ve anne ruhluydu. Bunun yanında üstlendikleri görevler ve sorumluluklar hiç de küçümsenmeyecek düzeydeydi. Ancak beni en çok şaşırtan şey; Osmanlı’da kadınların hukukî haklarının varlığı ve kadınların bunları kullanma bilincinde olmasıdır. İngiltere’de 1882’de kabul edilen kadının mal sahibi olma hakkı, çok daha öncelerinden Osmanlı’da kabul edilmişti. Osmanlı’da kadınların hukukî şahsiyetleri vardı; başkaları onlara dâva açabildikleri gibi, onlar da başkalarına dâvâ açabiliyorlardı. Osmanlı’da kadınlar iş ve evlilik anlaşmaları yapabiliyorlardı. Bu başka yerlerde yoktu. Kadın evleneceği erkeğe evlilik şartlarını yazılı olarak sunabiliyor, erkek kabul ederse evleniyorlardı.
Yani kadın hak ve hukuku sistem tarafından güvenceye alınmış… Bir örnek verilmesi gerekirse; tarlada çalışan bir kadının bahçesine komşunun eşeği giriyor. Kadın eşeği kovuyor. Ancak eşeğin sahibi adam, kadına küfrediyor. Bunun üzerine kadın yanına iki şahit alarak adamı kadıya şikâyet ediyor. Buradan varacağımız sonuç, toplumda belli bir ayrıcalığı olmayan bir kadının bile hak arama şuuruna sahip olmasıdır.
Osmanlı’da kadına değer veriliyor muydu? Çok değer veriliyordu. Bugünden bakıldığında, haremde kadınlar hapsediliyor gibi algılanabilir, ancak harem kelimesinin kutsal anlamı taşıdığını da unutmamak gerek. Buna örnek Harem-i Şerif… Osmanlı’da kadınları korumak ve onere etmek için harem vardı. Hareme girmek her kadına nasip değildi, bir ayrıcalıktı. Kadını kontrol etmek için değil, ona saygı ve değer verdiğini göstermek için harem vardı.
Harem bir şekilde kadınlar için kutsallığı ve korunaklıklı olmayı temsil ediyor. Modern zamanlarda tesettür de bir bakıma haremdir diyebilir miyiz? Bir nev'î… Evini götüremiyorsun, fakat örtünü götürebiliyorsun. Örtü bir şekilde kadının haremi oluyor.
O dönemin kadını ile yaşadığımız döneminin kadınını karşılaştırmak mümkün mü? Bunu kıyaslamak çok zor. Dünyalar değişmiş, şartlar değişmiş, kavramlar değişmiş. Bugünkü kadın sosyal hayata alışmış. Haremi hapis gibi algılayan bir kadını hareme sokmak zulüm olur. Halbuki, o günkü şartlarda haremde kadınlar mutlu oluyorlardı. Osmanlı’da kadının ve erkeğin dünyası farklıydı. Bugün ise, kadın ve erkek birbirlerinin dünyasında yaşıyorlar. Tabiî, bu Osmanlı döneminde kadın erkeğin dünyasına hiç girmiyordu anlamına gelmez.
Yani siz bugünü düne çevirmemiz mümkün değil, geçmişi geçmişte değerlendirmek lâzım diyorsunuz? Ben iki dönemi eşit tutmuyorum. Bence, o dönemin kavramlarına yeni bir elbise giydirip bugüne taşımak gerekir. Eskiden toplumda kadının güzel bir yeri vardı. Şimdi ise, kadın açısından birçok şey kayıp…
Ancak erkeğin kadınını sahiplenmesi bugün kölelik gibi algılanıyor… Bugün kaybolan şey; kadın ve erkek arasındaki denge... Aslına bakarsanız İslâm kadın ve erkek arasındaki dengeyi çok güzel bir şekilde kuruyor. Bugünkü şartlarda kadın erkek karşısında zayıf düşmüş durumda. Halbuki İslâm kadına özel bir önem veriyor ve erkeklere kadınlara karşı sorumluluklarını gösteriyordu.
Peki erkeklerin kadınların kendilerine bir şekilde emanet edilmesini kötüye kullandıklarını, nefislerinin istemedikleri şeyler doğrultusunda kadınları yönlendirdiklerini düşünüyor musunuz? Peygamberimiz eşlerine nasıl davranıyorsa, erkeklerin de eşlerine öyle davranması gerekir. Hz. Ayşe, Peygamberimiz (asm) için “Bize Allah’ın emrettiği şeyleri emrederdi” diyor. Erkeğin kadınlar üzerinde hakkı olduğu gibi, kadının da erkekler üzerinde hakları var. Kadın fiziksel olarak güçlü olmadığından, erkek Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorsa, direkt boşanma hakkına sahiptir.
Osmanlı kadınlarına dönecek olursak... “Padişahlar üzerinde anneler etkilidir” denir, yani kadınlar yönetimde etki sahibidir. Bu doğru mu? Sultanların annelerinin oğullarının hayatları üzerinde büyük etkileri vardır. Padişah olacak bir kişi bulunduğunda, onun eğitimiyle, her türlü sorunuyla anneleri ilgilenirdi. Anneler, onlar için en iyi dost, en iyi hocaydı. Anneler, padişah olacak oğullarını etraftan gelecek her türlü kötülüğe karşı korurlardı. Bu şartlarda yetişmiş bir padişahın annesine danışmasından daha doğal ne olabilir!
Padişahın yetiştirilmesinde büyük etkileri olan annelerin eğitimleri nasıldı? Saraya küçük kızlar olarak gelirler, ciddî eğitimler alırlardı. Genellikle sultan eşlerinin kendilerine ait kütüphaneleri vardır. Bunun nedeni birgün valide sultan olma ihtimalidir.
Cariyeler köle gibi mi kullanılırdı? Saraydaki cariyelerin mecburi olarak dokuz senelik bir hizmet dönemi vardı. Onlara her türlü eğitim verilirdi. San'atın hangi alanına yatkınlarsa o dalga özel eğitim aldırılırdı. Buradaki kızlar evlenme çağına gelince ise saraydaki erkek kölelerle evlendirilirlerdi. Tabiî bu erkekler de eğitimden geçirilmiş kişilerdi. Vezir olacak, bürokrasinin çeşitli kademelerinde bulunacak erkeklerdi. Osmanlı kendi içinde çok iyi bir sistem kurmuştu.
Bugün Türkiye’ye baktığınızda kadına verilen değeri nasıl buluyorsunuz? Bu toplumda anneye karşı duyulan saygı dünyaya göre daha fazla, ancak Osmanlı’da anneye karşı sonsuz bir saygı vardı. Bunun kaynağı ise Kur’ân’ın Nisa Sûresi’dir. Peygamberimiz de (asm) anne hakkının çok önemli olduğunu defalarca vurgulamış ve ikaz etmiştir.
Bugünkü dejenerasyonun sebebi modernitenin erkek ve kadın rakip haline getirmiş olması olabilir mi? Batıya bakıyorum insanların eğitim seviyesi çok yüksek, bilimsel ve modern anlamda her şeyleri var, ancak kadına karşı şiddet çok yüksek.
Bu toplum, Batıda karşı şiddetin bizdekinden daha yüksek olduğuna inanmaz!
İnterneti açıp yapılan araştırmalara baksınlar o zaman. Batıda birkaç dakikada bir kadına tecavüz ediliyor. Cinayete kurban giden kadınların yüzde sekseninin katili ya eşleri, ya da sevgilileri… Kadın erkek arasındaki rekabetle birlikte kadını koruma mevhumu yok oldu. Öbür taraftan bir kadın da erkeğin canına okuyorsa, erkekle rekabete girmişse, erkek güçlü olduğundan ortaya çıkacak sonuç malûm. Demek ki harem sisteminde de bir hikmet var. Orada kadın ve erkeğin dünyaları birbirine girmiş değil. Dünya güçlü bir aile peşinde, onun için de Alman Aile Hukuk Profesörü “Dünyanın en sağlam ocağı Osmanlıda” sözüne önem vermemiz gerekir.
H. HÜSEYİN KEMAL |
01.08.2010 |