Yasemin YAŞAR |
|
Zindan-ı atalet yazıları (4) |
Atalet ve yanlış kader inancı
İnsan iki şekilde kader inancına sahiptir. Birisi, bir faaliyeti yapmadan önce, diğeri ise eylemi yaptıktan sonraki kader inancıdır. Bir işi yapmadan önceki yanlış kader inancı, o insanın çaba ve gayretini yok eden, hiçbir faaliyet ve aksiyonda bulunmayan bir halet oluşturacaktır ve bu, atalet hâlidir. Genelde acz ve nefsin itimatsızlığından ortaya çıkan tefvîz (havalecilik) hastalığı, ümitsizlik kaynaklı olup, ümitsizlik de yanlış kader anlayışının bir neticesidir. Böyle kader inancı taşıyan insanlar her şeyin kaderde olduğunu düşünür, “Kaderimde varsa olur” düşüncesiyle kendini tembelliğe atar. İstikbal için kullanımı yanlış olan bu düşüncenin altında acizlik ve kendine olan güven kaybı vardır, neticesi de atalettir. Doğru kader inancı, içinde sabır ve tevekkül bulunduran inançtır. Yani kişi elinden geleni yapar, neticeyi Cenâb-ı Hakk’a bırakır. Bu düşünce insanın psikolojik olarak ruh sağlığını da koruyucu bir inançtır. Tevekkül, doğru bir kader inancının neticesinde ortaya çıkan yüksek bir haslettir. Üstelik yapılan işin neticesini düşünmek, insanın kaygılarını arttırır. Kaygının artması stresi, stres ise, düşünme kapasitesini zayıflatan bir durumdur. Dolayısıyla insanın kontrol edemeyeceği bir şeyi hedeflemesi hem sabır, hem de kader inancı noktasında kişiyi sıkıntılara sokacaktır. İnsanın hasenâtlara, iyi neticelere, hayra kavuşmasının şartını Bediüzzaman, iman, duâ, rıza ve şuur olarak tesbit etmiştir. İşte rıza denen şey de bu olsa gerektir. Yani, neticeye razı olmak hâli. Bu düşünce insanı mutlu kılar. Çünkü neticeyi kontrol etmek bizim elimizde değildir. Bu aynı zamanda kulluğun edebine de yakışmaz. İşte bu yanlış kader inancı, mutezilevârî fikir akımlarını netice vermiştir. Kişi, tercihleri ile kendi fiillerini ve neticeyi de oluşturacağını düşünmektedir. Bir başka anlayışta ise, razı olmadan kabullenme vardır. Eylemsiz, hareketsiz ve tembelce bir kader anlayışıdır ki, buna cebrî kadercilik de denir. Her ikisi de itikadî açıdan doğru değildir. Birisi, ‘Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır’ diyerek, Yaratıcıyı dışlayan bir yaklaşımda bulunur, diğeri ise, ‘Kul, rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir’ anlayışıyla, cüz’î iradeyi dışlar ve sorumluluktan kaçar. Olması gereken; aktif bir halde olup, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp, neticeden korkmadanve neticeye karışmadan faaliyetini yapıp, kötü sonuç çıksa, sabır ve rıza ile kabullenmeyi başarmak anlamında olan ehl-i sünnetin kader anlayışıdır. Bunu başarabilmek elbette sağlam bir imanî alt yapı gerektirir. Bu yüzden Bediüzzaman, kader meselesini, imanın nihayet hududunu gösteren bir mesele olarak tesbit etmiştir. Böyle bir kemâlâta ulaşmanın ve doğru kader inancına sahip olmanın yolu, çektiği sıkıntılara isyan etmemek, rıza ile karşılamak, ahirette alacağı mükâfatı, rıza-i İlâhîyi ve peygamberlere bu noktada kardeş olacağını düşünmektir. İnsan, şu Kur’ânî düsturu hayatına mihenk yapsa, bir çok noktada ifrat ve tefritten kurtulacaktır: “Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma / Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza’a sarılma.” (Bediüzzaman, Lemaât) Yani, elinden gelen şeyler noktasında acze düşme, çalış. Senin elinde olmayan şeylerde de, ceza’a, yani sabırsızlıkla sızlanmaya sarılma, aksine neticeyi kabullen ve tevekkül et. İnsandaki kader inancını bozmaya çalışan şeytan, tevekkül konusunda da insanı kandırmaya çalışır. Doğru tevekkül, kalbin Allah’a güven duyması demektir. Fakat bu güven duyması, onu çalışmadan, faaliyetten alıkoyan, tembelleştiren bir güven duygusu değil, tam tersi insanı aksiyoner bir hale getiren, gayrete ve hamiyete sevk eden tevekküldür. Şeytan, tembellik ve tenperverliğin adını bazen tevekkül olarak algılatıp, insanı tembelliğin kucağına atar. “Tevekkül ettim” zannıyla onu azıksız, hazırlıksız yola çıkarır. Bir gün, “Tevekkül ederek Mekke’ye azıksız gitmek istiyorum” diyen adamın birine Ahmed bin Hanbel: “Öyleyse kafileden ayrıl ve tek başına git” der. Adam, “Hayır, onlarla gideceğim” deyince, İmam Hanbel, “Öyleyse sen insanların çantalarına tevekkül etmişsin” der. Yani tevekkül etmek isteyen, sadece Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmesi gerekir. Tembelliğin, acziyetin ve miskinliğin adını tevekkül koymak, tembelliğe kılıf bulmak anlamındadır. Kişiyi atalete atmak için şeytanın türlü türlü hileleri vardır. Bunlardan biri de, şöyledir: “Ben salih kimselerden değilim. Nasıl başkalarına nasihat ederim, hizmette bulunur, faaliyetlerin içinde yer alırım” diyerek, emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker vazifesini terk ettirir, himmeti zapteder. Aslında ataletine bir özür niteliğinde sunduğu bu düşünce, kişiyi farz vazifesinden uzaklaştıran şeytânî bir düşüncedir. Oysa bir kişiye nasihatta bulunmak, onu yanlışa gitmekten kurtarmak için bir çaba ve himmet sergilemek, kişi aynı günahı kendisi işlese bile, başkasını ondan men etmeye çalışması vaciptir. Fakat şu da bir gerçektir ki, kötülüklerden uzak ve başkasını uyardığı günahı işlemeyen birisinin sözündeki tesir daha kuvvetli olacaktır. 26.06.2010 E-Posta: [email protected] |