Sami CEBECİ |
|
Vicdânen tâzip etmek |
İnsanlık tarihi boyunca bozulan kavimlere, ümmetlere ve milletlere Allah tarafından seçilerek gönderilen peygamberlerin yüklendikleri vazife, ahlâken çökmüş, bozulmuş ve hak dinden sapmış ümmetleri yeniden hakka, doğruya ve semâvî dinlere döndürmekti. Ancak peygamberler tarihi incelendiğinde, insanlardan hiçbir ücret istemeyen ve ücretini sadece Allah’tan istediğini söyleyen o mübarek insanlara, kavimlerinin yaptığı zulüm, işkence ve hatta öldürmeye varıncaya kadar uzanan envâ-i çeşit eziyetler, insanı hayretler içinde bırakmaktadır. Kaderin bunlara verdiği müsaade ise, bin bir hikmetle doludur. Çoğunun sırlarını anlamakta insan âciz kalmaktadır. Başta, kâinatın yaratılış sebebi olan Sevgili Peygamberimizin (asm) başına gelenler ve sâir peygamberlerin başından geçen olaylar, bizleri hep ibrete sevk etmektedir. Onlardan sonra “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” hadisinin iltifatına mazhar olan İslâm âlimlerinin başlarından geçenler de insanı düşündürmektedir. İmam-ı Âzam, Bağdat hakimliğini kabul etmediği için suçlu bulunup, yetmiş yaşındayken zindanda kırbaçlanarak şehit edildi. İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel “Kur’ân mahlûk değildir. Kelâm-ı Ezelinin tecellisidir” diyerek fikrinden vazgeçmediği için yıllarca zindanda çile çekti. Misallerin haddi hesabı yok. Zalimler her zamanda zalim, mazlûmlar da her seferinde mazlûm durumundaydı. Asrımızın büyük İslâm âlimi olan Bediüzzaman Hazretlerinin durumu da onlardan farklı değildi. Hayatı boyunca dünya zevki namına bir şey tatmamış, bütün ömrü harp meydanlarında, esâret zindanlarında yahut memleket mahkemelerinde geçmişti. Görmediği eza, çekmediği cefa kalmamıştı. Ama o, mahkûmken de hükmediyordu. Çünkü haklıydı. Haklı olan ise kuvvetliydi. 31 Mart Hadisesinde suçlu olmadığı, hatta yatıştırıcı rol oynadığı halde, Divan-ı Harb-i Örfî’de idamla yargılandı. Askerî hâkim olan paşalara yaptığı şahane müdafaasında “Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş. Nasıl kemâl-i hahişle görmeyi arzu eder. Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hahişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse beni vicdânen tâzip ediniz! Ve illâ başka sûretle azap, azap değil; benim için bir şandır” diyordu. Müdafaasının sonlarına doğru söylediği sözler ise, daha ibret vericiydi: “Ey ulü’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim, kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihati tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifem var, kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûreten mahkûmiyetim, vicdânen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira, nasihatımdaki tesiri kırdınız. Saniyen kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i katıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?” Cumhuriyet döneminde Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul mahkemelerinde, savcıların yaptığı suçlamalar da asılsızdı. Adalete, hakka, hukuka ve kanunlara dayanmıyordu. Onun için, kanunlar muvacehesinde mahkûm edememişler; sadece Eskişehir’de, yukarılardan gelen ağır baskılara dayanamayan hâkimler, “kanaat-ı vicdâniye” ile “keyfî” bir şekilde Bediüzzaman’ı on bir ay hapse mahkûm etmişti. Zaten yirmi aydır Üstad ve talebeleri hapiste yattıklarından tahliye edildiler. Kanun nâmına kanunsuzluk yapan ve Bediüzzaman’ı vicdânen tâzip edemeyen zalimler, nesl-i âtînin vicdanlarında asıl kendileri mahkûm oldular. Tuh! Tuh o asrın zalimler gürûhunun merhametsiz yüzlerine!... 23.06.2010 E-Posta: [email protected] |