Röportaj |
|
SAİD NURSî DE ÇAĞININ İHTİYAÇLARINA HİZMET VERMİŞTİR |
Siyasî tartışmaların ötesinde insanlığımıza, kulluğumuza ilişkin meseleleri kaçırıyoruz galiba. Biz de bu hafta Mevlevilerin üstadlarından Hayat Nur Artıran Hanımefendiyle söyleştik. “İnsan”ız diyoruz, ama insanın mânâsı nedir?
Efendim öyle bir soru ile başladınız ki, başka hiçbir soruya cevap verecek zaman bırakmayacak nitelikte; Hz. Ali Efendimiz, insanı ve içindeki potansiyel büyük gücü yorumlarken; “Sen kendini küçük bir varlık zannediyorsun. Halbuki sende koca bir âlem gizlidir der. Hz. Mevlânâ da: “Ve’t-Tîn” Sûresi’ndeki: "Biz insanı en güzel şekilde yarattık” âyetini oku. Şunu iyi bil ki, en değerli inci candır. İnsan değer bakımından arştan bile üstündür. İnsan, hâyale düşünceye sığmayacak kadar büyüktür. Bu bahâ biçilmez olan insanın değerini, hakikatını söylesem, bende yanarım bütün dünyada yanar” İnsan sûreti, dış yüzü ve yaratılışı ile dünyanın çok küçük bir parçasıdır. Eti kemiği ile diğer varlıklar gibidir. Fakat sıfat ve meziyet bakımından onu dünyanın aslı bil. Ben insanı kıyamete kadar anlatsam gene de bitiremem.” Dünya cihanın gizli hükümlerini ihtiva eden kitap gibidir. İnsanda o kitabın baş yazısı. Ne dediğimi düşün de bu meseleyi iyi anla” demiştir. Son yüzyılımızın tasavvuf büyüklerinden İkbal Hazretleri de: “Allah’ı inkâr edene hoca kâfir der. Bana göre ise kendini, kendindeki ilâhî gücü inkâr eden kâfirin kâfiridir” diyerek insandaki yüceliği dile getirmiştir. Bütün mesele kendimizi ve doğuştan var olan içimizdeki çok büyük ilâhî gücü tanımak ve onu harekete geçirmektir. Fakat bu ilâhî gücü kendimize rehber edinmekte salt zahiri bilgilerle mümkün değildir. Maddeyle mânâyı eşit seviyede takip etmek, ikisi arasında seviyeli ve dengeli bir köprü kurmak gerekmektedir. Cenâb-ı Allah’ta bir Hadis-i Kudside: “Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım” diye buyurmuştur. İşte bu nedenle ki insan kıyamete kadar anlatılsa gene de bitirilemez. İnsan evrendeki en ulvî varlıktır, ama yaratılışındaki hikmet icâbı kendisinde ikilik vardır. Kutsal olan rûh iyiden, doğrudan, güzelden, yana olmak isterken, nefsâni benliğimizde bunun tam tersini istemektedir. Onun içinde insan içten içe daimî bir mücadele ve dalgalanma halindedir. Vesselâm insan öyle bir varlıktır ki; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: “Bazen melekler bizim iyiliğimizi güzelliğimizi kıskanırken, bazen de şeytanlar bile bizim kötülüğümüzden korkup kaçar”
Günümüz insanın öne çıkan problemleri nedir sizce?
Efendim bendenize göre; gerek günümüz insanının, gerekse tüm zamanlarda yaşayan insanlık âleminin en büyük problemi mânâ ile madde arasında dengeli bir iletişim kuramamaktır. Kimimiz sadece maddeye dayalı bir yaşam sürerek özümüzü, yukarıda anlatılan gerçek insânî değerlerimizi, yaratılış gayemizi unutuyoruz. Bu nedenle de arayışlarımız, arzu ve isteklerimiz hiç bir zaman bitip tükenmek bilmiyor. Dolayısıyla da bedbaht, mutsuz ve çaresiz oluyoruz. Kimimizde madde âlemini tümüyle ayaklarımızın altına aldığımızı zannediyoruz, ne yazık ki bu durumda sadece zandan ibâret oluyor, mânâ’nın sadece şekline sûretine takılıyor, özden, hakikî gerçek değerlerden uzaklaşıyoruz. Elbette böylesi bir yaşam tarzı da bizleri mutsuz ve tatminsiz ediyor. Çünkü her iki halde de aslımız gerçek varlığımız olan rûhumuz aradığını bulamıyor dolayısıyla da gönül huzûrumuz eksik, insânî sorumluluklarımız ve hizmetlerimiz de sadece şekil ve sûretten ibaret kalıyor.
Psikologlar yalnızlık duygusunun aşırı hissedildiğini söylüyor. Yalnızlığı korkulu kılan şey ne sizce?
Efendim şu bir gerçek ki; insan hiçbir zaman yalınız değildir, yalnızda olmayacaktır. İlk sorunuzda dile geldi, Hz. Mevlânâ ben insanı kıyamete kadar anlatsam bitiremem, insanın hakikatını anlatsam bende yanarım dünyada yanar diye buyuruyor. Böylesine ulvî değerlerle bezenmiş, eşref-i mahlûkat olarak yaratılan bir varlık nasıl olur da yalnız olur? Bir insanı yalnızlık ve çaresizlik duygusuna iten sadece kişinin kendi ilâhî varlığından, özündeki rahmâni güçten gafil olması, aslından uzaklaşmasıdır. Cenâb-ı Allah’ın kuvvet ve kudretinin mahiyetini bilen nasıl yalnızlık duygusuna kapılır. Hz. Mevlânâ: “Kendini yalnız hissetme içinde çok gizli birisi var. Korkma herkes seni terk etse o terk etmez” der. Eğer bizler yüce yaratıcımızın kullarına karşı muhabbetini, şefkat ve merhametini yeterince idrâk edebilsek ne yalnızlık ne korku ne de ümitsizlik olur. Bizi yanılgıya düşüren Cenâb-ı Allah’ın lütfunun kahır gibi görünen başka bir lütuf içerisinde gizlenmiş olmasıdır. Psikolojik vak'aların artması topraktan gelip toprağa gidecek olan beden üzerinde yoğunlaşıp, rûhumuzu ihmal etmemizdendir.
Bir röportajınızda dinî meseleleri anlamak için önce güçlü bir imana sahip olmamız gerektiğini söylüyorsunuz. O zaman imansızlar nasıl iman sahibi olacaklar diye düşünüyor insan?
Efendim en basit ve yüzeysel şekliyle; imân inanmaktır, herkesinde kendine göre inandığı bir şey var. Ateist bile bir inanç sahibi. Önemli olan çoğu taklit olan bu inancımızı nasıl tahkike ulaştırabiliriz ? Bunu başarabilmek ancak İslâmiyetin aslı ve özü olan teslimiyetle mümkündür. Kime teslimiyet? denecek olursa: Her türlü kudret ve kuvvet sahibi Cenâb-ı Allah’a, eşref-i mahlûkatın en şereflisi habibine ve gerçek akıl ve şuûr sahibi olan onun vârislerine. Şuûrlu bir imâna sadece Allah bir demekle ulaşılır. Allah’ın birliğine inanmakta sözle olmuyor. Dilimizin bir dediğini halimizin tasdik etmesi gerekir. Allah’ın birliğine inanmak bu kadar kolay olsaydı Kur’ân-ı Kerim’de bu konu üzerinde bu denli durulmazdı. Bizler zaten elest âleminde beli diyerek Cenâb-ı Allah’ın Rabbimiz olduğunu kabul ettik. Bu âleme gelmekten maksat bu sözü hâl ile tasdik etmektir. O nedenle bu âleme imtihan dünyası denmiştir. İlahlık taslayanlar, Allah’ı inkâr edenler olmuştur, ama Allah iki üç diyen kimseye rastlanmamıştır. O nedenle söylediğimizi yaşamadıktan sonra Allah bir demenin kimseye faydası yok. Hâl ile tasdik etmenin en küçük belirtisi, ilâhi takdir karşısında kahrı ve lütfu bir bilmektir. Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz âyet-i kerimesini okumakla kalmayıp biraz da yaşamaya gayret göstermektir.
İman kazanılır mı yoksa verilir mi?
Elbette her şey Yüce Yaratıcının kendi kudret elindedir, tüm bunlar onun lütfu keremiyle olur. Fakat bizlerin de bu konuda bir çabası, emek ve gayreti olmalıdır. Hiçbir çaba sarf etmeden, mânâmızı maddemizden daha değerli kılmadan, ‘Allah kerimdir, lütfu keremi büyüktür, kulunu bağışlar, affeder, lütfeder’ demekte kulun kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Bizler bir adım atmalıyız ki, o bize on adım gelsin. Bizler gönülden samimiyetle aman Yâ Râbbi demeliyiz ki, bu aman deyişe de bir ilâhî rahmet, ses sadâ gelsin.
Toplum olarak bağışlamayı da unuttuk galiba? Kötülükte yarış haline girmiş gibiyiz katılır mısınız?
İlk bakışta çok doğru bir yaklaşım gibi görünse de, bendeniz bu görüşe pek katılmıyorum. Göz önünde olup bitenler hiç de iç açıcı olmasa da, çok güzel şeylerin yaşandığına da inanıyorum. Çoğu insan gençlerimizin durumunun vahim olduğunu düşünüyor. Bendeniz bu yaklaşıma da sıcak bakmıyorum doğrusu. Böylesi bir dünyada insanî değerlerimizin idrâki içersinde olan nice gençlerimiz var. Bunların varlığını azdan az olarak ta kabul etmek yanlış olur. Bu dünyada her şey zıddı ile kaimdir. Bu durum ilâhî kanun gereğidir. Zıddı olmayan tek varlık Cenâb-ı Allah’tır. O nedenle farklılıkları gayet tabiî kabul etmelidir. Bunu engellemeye çalışmak beyhude bir emek olur. Karanlıklar sözle kavga gürültüyle aydınlatılmaz. Karanlık karanlığını arttırdıkça, nûr da nûrunu arttırmalıdır. Bir mum ışığı metre karelerce karanlığı yutar. Başkalarının karanlığıyla uğraşacağımıza, kendi nûrumuzu arttırmaya çalışmak gerekir. Çok güzel bir Çin atasözü vardır: Karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum da sen yak.
Modern dindarlık konusundaki görüşleriniz neler? Bu konuda yanlışlar yapılıyor mu?
Efendim bendenize göre dinin moderni klâsiği olmaz. Din insanı hayvandan ayıran ve sadece insanlara mahsus olan mânevî ve insânî değerlerdir. Bu değerlerin çerçevesi de Cenâb-ı Hakk tarafından çizilmiştir. İlâhî kudretin çizdiği sınırlar da modern veya klâsik diye ikiye ayrılmaz. Fakat burada çok önemli olan ve dikkat edilmesi gereken bir şey var ki; o da herkesin anlayışı, idrâki, görüş ve düşüncesi, aşk-u muhabbeti de bir olmaz. Bunu birlemeye çalışmak Cenâb-ı Hakk’ı ve Efendimizi bilmemek, gerçeği idrâktan âciz olmaktır. Sıradan herhangi bir insanın din anlayışı ile âlimin din anlayışı arasında, âlimin din anlayışı ile, âşığın din anlayışı arasında söze sayıya sığmaz farklılıklar vardır. Tabandan tavana doğru kademe kademe yükselen bu anlayış insanların yaşamlarına da farklı şekillerde yansımaktadır. Önemli olan bu konuda ne kadar samimî ve halis bir gönle sahip olduğumuzdur.
Hz. Musâ ve çoban hikâyesi buna çok güzel bir örnektir. İbâdet ve taattan maksat içerisinde gizli olan hâldir. Şekil ve sûretten ibaret olan kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a arz edemeyiz. Bizimle mezara girecek olan bu ibâdetlerden hasıl olan cevherdir. Üzülerek belirtmeliyim ki, İslâm âlemi olarak Kur’ân-ı Kerim’in de, Efendimizin de şekline sûretine takılıp kalmışız. Çoğunluk olarak özden, gerçek mânevî değerlerden oldukça uzaklaşmışız. Bunun en büyük kanıtı da; şu anki Müslümanların içerisinde bulunduğu durumdur. Ramazan ayını geçtik. Ne büyük bir şereftir ki zekât Muhammed ümmetine farz olmuştur. Yâni veren el olmak Muhammed ümmetine lütfedilmiştir. Hangi Müslüman ülkesi veren eldir? “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Komşu sadece ev komşularımız değil ki. Sağındaki solundaki yoksul ülkelere yardım edecek bir Müslüman millet var mıdır? Tüm bunlar dinimizi, Efendimizi, dolayısıyla da Rabbimizi yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Zamanımız Müslüman âlemi için tefekkür etme, kendini sorgulama, İslâmiyetin gerçek mânâsını anlama vaktidir. Daha ne kadar şekle sûrete takılarak yaşayıp gideceğiz? Hz. Mevlânâ: “Sen şekilde sûrette kalırsan puta tapıyorsun demektir. Her şeyin sûretini bırak da mânâsına bak” der.
İnancın ayrılmaz parçası olan bazı ritüeller ve adabı belirleyen hareketleri sizce sağduyunun önüne mi geçirdik?
Efendim gerek sûfiliğin bir parçası olan bazı ritüeller gerek İslâmiyetin şartları hepside çeşitli sembollerle ifade edilmiş merkez işaretler gibidir. Ne yazıktır ki genellikle şekiller sûretler mânânın önünde gidiyor. Namazımız, orucumuz, zekâtımız bile dışardan görünen şekliyle işin maddî boyutudur. Bunlar dış kapıyı çalmak gibidir. Kapıyı ısrarla çalmaktan maksat da içeriye girebilmektir. İçeriye girmekten maksatta evin sahibini görmektir. Namaz sadece eğilip doğrulma olsaydı sporcuların hepsi evliya olurdu. Oruç aç kalma olsaydı Afrika cennetten bir bahçe olurdu. Çoluk çocuk cevizle oyun oynar, bilen kişi kırıp içindekini yer. Gördüğünüz gibi dönüp dolaşıp aynı yere, aynı söze, geliyoruz. Mânevî sorumluluklarımızı yerine getirirken bir hedefimiz, amaç ve gayemiz olmalı. O da şekilden sûretten kurtulup şekilden sûretten münezzeh olana ulaşmaktır. Yoksa bu mânâda çok güzel bir beyit var ki, onun muhatabı oluruz: “Bu taç marifet tacıdır sanma gayrı taç ola. / Taklit ile tok olan hakikatta aç ola”
Said Nursî, “Eğer ben Mevlânâ döneminde gelseydim Mesnevî’yi yazardım” demiş. Said Nursî hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Tüm mânevi büyüklerimiz kendi yaşadıkları çağın sosyal, kültürel ve dini ihtiyaçları çerçevesinde hizmet vermiştir. Said Nursî Hazretleri de bunlardan biridir. Kimin ağzından dökülürse dökülsün hakikat birdir değişmez.
H. HÜSEYİN KEMAL |
13.09.2010 |