Röportaj |
|
Hayat, insanın kendi kendine yolculuğundan ibaret |
Hayatımızın akışı hangimizin elinde ya da hangimiz planladığımız her şeyi uygulayabiliyor ki? Güç biz de mi, başkasında mı? “Bir rüya gibi geçti” denen hayatlar, uyanışa hazır mı? Yoksa hep uyuyarak mı geçirdik zamanımızı… Ses san’atçısı Deniz Arcak, bize gönlünün kapılarını açtı. Hayatının akışını anlattı ve onun hayatı hâlâ akmaya devam ediyor. Tıpkı bizimkiler gibi… Söyleşi ile ilgili özet yapmak istemiyorum, ancak Allah’ın isterse insan hayatını nasıl yönlendirdiğine şahit olacağız. Bazı durumların ve duruşların sahibinin biz olmadığımıza tanık olacağız. Said Nursî ile Mevlânâ arasında kopmayan çizgiyi göreceğiz…
Deniz Arcak’ın manevî yolculuğu ne zaman başladı?
Her halde bunu anlatmak için doğduğum yerden başlamak gerekir. Baba dedem Kurşunlu Camii vaiziymiş. Ben iki yaşındayken dedem vefat etmiş, ama anlatılanlara göre babaannemin diz boyundayken onunla birlikte namaz kılarmışım. Bana, “Bir şey yapma” deyince mutlaka yapardım, ama “günah” deyince durup düşünürdüm. Lisedeyken sınavlarda başarılı olmak için Allah’a duâ eder, namaz kılardım. Ne zaman ablam beni namaz kılarken görse, “Mutlaka sınavı var” derdi. Daha sonra bir dinî grubun ismini duydum, daha sonra üniversiteye geldiğimde dinî grubun lideriyle tanıştım. Ama bana sapkın bir yol göründü. Maalesef birçok arkadaşım bu yolda telef oldu. Midemi bulandıran şeyler oldu. Daha sonra dinî kitaplar okumaya başladım. Tabiî, o zaman İslâm konusunda bilgimiz olmadığından, insanların Kur’ân’dan çıkardığı kendine göre yanlış yorumları algılayamıyorsunuz. Onun fikrine kapılıyorsunuz.
Midenizi bulandıran şey neydi?
Çok içlerine girmedim o grubun, sadece tanıştım. Bana sorarsanız bir riya hissettim. Onlara tabi olan arkadaşlarım o kadar kötü şeyler yaşadı ki anlatamam. O zamanlar o kadar asiydim ki, grubun başındaki adama akıllara durgunluk verecek şeyler söyledim. Kızlara “tavşan” diyorlardı. Bana da “Sen akıllı tavşan bizimle kal” gibi şeyler söylediler. Akıllı, bilinç düzeyi yüksek arkadaşlarımız bunlara kapıldı. Artık bu grubu tanıdıktan sonra benim için din bitmişti. Benim için Allah var, din yok diyordum.
Sonra sizi dine tekrar getiren ne oldu?
Hayatımın bir döneminde inanılmaz bir sıkıntıya girdim. Karanlık bir hiçlik duygusuna kapılmıştım. Bir gün, apartmanın merdiveninde bu halde otururken, telefonum çaldı. Arayan çok yakın arkadaşımdı “Ne yapıyorsun?” diye sordu. “Mümkün bir zamanda ölmek istiyorum” dedim. Daha sonra arkadaşım geldi. Biraz sohbet ettikten sonra bana “Kur’ân oku” dedi. Ben de yine aynı asiliğimle “Daha önce bir çok tefsir okudum, ben onlardan daha hümanistim” dedim. Arkadaşım da “Aklınla değil, gönlünle oku” dedi. Bunun üzerine tekrar Kur’ân tefsiri aldım ve okumaya başladım. Kitap benimle konuşuyor gibiydi. Ne olduğunu anlamıyordum. Gördüğümüz dünyanın dışında bir yerlerde başka şeyler olduğunu hissediyordum.
Ya Mesnevî ile tanışmanız?
30 yıllık arkadaşım birgün bana geldi, dayısının muayenehanesinden Tahiri Mevlevi Mesnevîleri’nin çalındığını söyledi. Ancak hırsız çok geçmeden yakalanmış ve Mesnevîleri hangi sahafa sattığını arkadaşımın dayısına söylemiş. Dayısı sahafı bulmuş, durumu anlatmış ve “Bunlar benim mesnevîlerim, parası ne ise tekrar satın alayım” diyor. Sahafsa incelemek üzere, çalınan mesnevîlerin biraz daha kendisinde kalmasını istemiş; “Tahiri’nin öğrencisi Şefik Can’ın mesnevîleri var, bunu incele” diyor. Böylelikle Şefik Can Mesnevî şerhleri elimize geçmesine bir hırsız vesile oluyor. Biz sahaflardan mesnevîleri alıyoruz, daha sonra ayrılıp ben vapura biniyorum. Mesnevîlerin poşetini yırtıyorum ve gerisini hatırlamıyorum. Mesnevî beni kendine çekiyor. Bundan sonra hayatımda mesnevî dönemi başladı. Arkadaşlar beni yemeğe dâvet ediyorlar, onlar yemek yerken ben mesnevî okuyorum. Bir gün de köpeğim Karpuz’u yıkamaya götürmüştüm. Arkadaşım Alphan, “Şefik Can burada oturuyor” dedi. Şefik Can Dedemin kapısını çalıyoruz. Hayat Nur Hanım kapıyı açıyor ve bir daha oradan ayrılamıyorum.
Sizce dünyanın koşuşturması gözümüzü kör ediyor, başka boyutlardaki hakikatleri algılayamıyor muyuz?
Bir yerde okumuştum; aynı anda bedenimizle dünyada, nefsimizle berzahta, ruhumuzla ahirette yaşıyormuşuz. Üç paralel dünyada vücut bulmuş vaziyetteymişiz. Bir yerlerde bir şeyler oluyor, ancak benim bundan haberdar olmadığımı Allah bana kesin bir şekilde gösterdi. Kafamda bir şey planlıyorum ve kesin yapacağım diyorum, ancak kendimi bambaşka bir yerde gözlerimden yaşlar çıkarken buluyorum. Burada ağlayan kim diyorum… Benim, benden haberim olmadığını net olarak görüyorum.
Bu yolculuğa çıktıktan sonra hayatınızda neler değişti?
Neler değiştiğinin farkında değilim… Bu konulara ilgi duyduktan, hayatıma Mesnevî ve Şefik Can Dedem girdikten sonra, saygı görmeye başladım. Eskisinden daha farklı bir itibar mı diyeyim, çünkü hayata bakışınızda bilinçlenme oluyor. Her şey dönen atomlardan oluşuyor, yani canlı. Siz her şeye bu gözle bakıp davrandığınızda, her halde evren de size öyle davranıyor. Şefik Can Dedemin çayını karıştırdığımda, “Şimdi bu çay daha tatlı oldu, çünkü onu sen karıştırdın” derdi. Onun yaratılmışlara verdiği değer, artık hale geçmişti. Bu değeri gördükçe, değer vermeye başladıkça kâinat size geri dönmeye başlıyor.
Yani nasıl bakarsak öyle görüyoruz…
Bülbül karşı dağa seslenir, geri dönen kendi sesidir. Mevlânâ “Baktığın her yerde çöp görüyorsan, o çöp senin gözündedir, çıkar da bak” diyor. Aslına bakarsanız gördüğümüz bizdeki. “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Ya nice okumaktır”. Bu hayat, insanın kendi kendine yolculuğundan ibaret.
Sıkıntılı dönemler yaşadığınızı söylediniz. İnancınızı kaybedip tekrar o karanlığa düşmek gibi bir korkunuz var mı?
Bir arpa boyu yol gidemedim ki, böyle bir korkuyu yaşayayım. Bir takım vecibeleri yerine getiriyor olsam da hayat bambaşka akıyor diyeceğim bir şey yok.
Dine en uzak hayatlar genelde san’at dünyasından çıkıyor. Sizce san’atçılar dine neden bu kadar uzak?
Yanlış uygulayanlar yüzünden. İnsanları korkutan, yargısız infaza tabi tutan yobazlar yüzünden. Onlar dini öyle sahiplenmişler ki, Allah’ı ve dini başka kimseye bırakmamışlar. Onların dini ve Allah’ı sahiplenemeyeceğini anlayınca, siz gönlünüzdeki Allah’la buluşabiliyorsunuz. Yaratılmış kul adedince Allah’a çıkan merdivenler var. Allah bize, “Ben sizin zannınız üzereyim” diyor. Bu âyet beni çok etkiler. Zannı da samimî tutmak gerek… Şefik Can Dedem “Gönül kalp değildir, kan pompalayan bir kas olamaz, gönül düşüncedir, düşünce!” derdi. “Allah gönlüne göre versin” demek, aslında “düşüncene göre versin” demek. Düşünce suret dokumasının ipliğiyse, o zaman iyi düşünmek lâzım, iyi bakmak lâzım. Din kimsenin tekelinde değil, bunu bilmek lâzım. Din kategorize edilemez, çünkü Şefik Can Dedem “ O çeşit seviyor, çeşit” derdi. Hepimiz bir çeşidiz. Bir gün derviş müridine “Allah zaten razı, iş ki biz razı olalım” demiş. Onun takdiri olmadan yaprak kıpırdamıyorsa…
“Eğer günah işliyorsak O’nun rızası var demek” değil her halde kast ettiğiniz?
Yok, hayır! Bizim başımıza gelenlere razı olmamızı anlatmak istiyorum. “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Arif onu seyreyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler”. Kötü bir olay yaşadığımızda, felâket yaşıyoruz zannediyoruz, ancak bir mesele beni Şefik Can Dedemin kapısına getirdi. Felâket seni bazen güzel manzaralara taşıyor. Her şey zevkle, aşkla rıza göstermekte bitiyor. Ahhh! Bunun ardında bir güzellik var demeyi bir becerebilsek…
Hiç Deniz Arcak “dinci oldu” gibi yakıştırmalaratabi tutuldunuz mu?
Ekşi Sözlük sitesinde “Allah’ın popçusu, Yunus Emre muamelesi görüyor” diye yazmışlar. Ben kendimi yanlış anlatmış olabilirim. Ben kimim, o işler kim? Popçu olmam “dinci” yakıştırmalarını engelliyor. Kimse benden mazbut bir hanımefendi olmamı beklemiyor. İçsel edebimden eminim, ancak dışsal edebim bazen çizgiyi aşıyor olabilir. Bazen de ezber bozmak için bilinçli şeyler yaptığım da oluyor.
Dışsal edebinizi daha iyiye götürmek için mücadele ediyor musunuz?
Ediyorum, etmez olur muyum?
İnsanların bu yola girdikten sonra da bazı zorluklar yaşadığı doğru mu?
Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi? Yemeği ocağa koyuyorsun, cayır cayır yanıyor. Bir de karıştırıyorsun ara sıra. Pişmek için ateş lâzım. Bu yollara düşünce de insan olmaya talip oluyorsun. Pişeceksin o zaman…
“Ezber bozmayı seviyorum” dediniz az önce. Ne tür ezberleri bozmayı seversiniz?
Hangi esmaya tekabül ediyor bilmiyorum, ama Allah’ın da bir isminin ezber bozan olduğunu düşünüyorum. Hayat baştan aşağı ezberlerimizi bozmak üzere akıyor. Beklemediğimiz bir şeyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Kendime dönecek olursam, kalıplaşmış şeylerle uğraşmayı seviyorum. Ezber bozmayı seviyorsanız, şaşırma alışkanlığınız da var demektir.
Sohbetleriniz de muziplik yapıyor musunuz?
Sakarımdır, bazen absürdlükler üst üste gelir. Bazen sorularımla şansımı zorluyorum, ancak farkında olmadan da sorduğum şeyler oluyor. Bir ara Farsça öğrenmeye karar verdim. Tatile gittiğimiz Kaş’ta İranlı bir kadına musallat oldum, bana Farsça öğretmesi için. Akşamları Farsça öğreniyordum. Tatil sonrası derslere Yıldız Teknik’te hoca olan kuzenimle devam ettik. Aradan zaman geçti, bir akşam Mevlânâ Hazretlerinin 21. kuşaktan torunu Selahattin Çelebi’nin evinde oturuyoruz, sohbet ediyoruz. Selahattin Bey’in başının üstündeki tabloyu okumaya çalışıyorum “Bu da” yazıyor. Yazının tamamını çözemiyorum. Herkes tam bir sükûnetle sohbete dalmışken, “Bu da geçer yâ Hû” diye çığlık atıyorum. O ortam olacak şey değil. Selahattin Çelebi, “Aferin” dedi, ancak olan olmuştu. Sizden bu tür ortamda disiplin isteniyor…
Zorlanıyor musunuz bu tür disiplinlere uymaya?
Zorlanıyorum evet… Meselâ oruç süper, oruçluyken ruh halimi çok seviyorum. Hayatta hep aktif olmayı sevdim, ama oruçla birlikte seyretmeyi öğreniyorsunuz. Hoşuma da gidiyor. Benden bazı yerlerde susmam bekleniyor, ancak 42 yaşındayım, yaşımın insanı olamıyorum. Bazı yerlerde susmayı öğrenmem lâzım… Yaşından başından insanların beklentileri olmaya başlıyor olabilir. Ben bulunduğum ortamlardaki insanları çok seviyorum, onların da beni sevdiğinden eminim…
H. Hüseyin Kemal |
29.08.2010 |