Basından Seçmeler |
Kırmızı kitap
AB ülkelerinin bir kısmında, ABD ve Rusya’da ulusal güvenlik politikaları hükümetler ya da devlet başkanı ekipleri tarafından hazırlanır ve kamuoyuna sunulur. Güvenlik belgesi, strateji belgesi, dış ve güvenlik politikası gibi isimler alan bu belgeler, genel olarak seçim dönemleri öncesinde kaleme alınır ve bu taslaktan seçmen haberdar edilir. Bu belgeler iktidarların küresel ya da bölgesel amaçlarını açıklarken tehdit tanımlarını ve tehditleri bertaraf etme yöntemlerini de ortaya koyar. Dolayısıyla ulusal güvenlik belgeleri, öncelikle iktidarların ülke için küresel düzeyde ne tür bir konumlanma öngördüklerini bilmeyi sağlar. Yine genel olarak fazla askeri ayrıntılara girilmese de bu tür belgeler neredeki savaşa destek verileceğini, nereye asker gönderileceğini, hangi tür barış girişimlerinin destekleneceğini ve devlet ya da halklarla öncelikli olarak ne tür ilişkiler sürdürüleceğini açıklar. Bizde ise güvenlik politikalarından kamuoyu yeni yeni bilgi sahibi oluyor, ancak hâlâ katılımcı olamıyor. Bununla birlikte, ülkenin tehditleri olarak ilan edilen konuları, düşmanları ve kardeş ülkeleri kimin saptadığı ve hangi gerekçelere dayandırıldığı bugüne kadar bilinmiyordu, en azından artık işin bu kısmı bilinebiliyor. Üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkede büyümüş bizler, yıllar boyu güçlü ve büyük bir orduya olan ihtiyaç konusunda ikna edilmiştik. Herkesin bizleri bölüp parçalamak istediği bir ortamda güvenlikten daha önemli hiçbir şeyin olmadığını düşünmek, bizleri özgürlüklerimizden güvenlik adına vazgeçmeye razı ediyordu. Değişen küresel güç dengeleri ve değişen Türkiye koşulları aslında en kritik dönemlerde bile Türkiye’nin anlatıldığı kadar çok düşmanı bulunmadığını, varolan düşmanlarıyla da zaten kendi başına mücadele etme olanağının olmadığını açığa çıkardı. Gerçekler açığa hızla çıkarken güvenlik belgelerinin gelişmeleri geriden takip etmesi, hatta bazı dönemlerde hiç takip etmemesi Türkiye’de güvenlik konusunun ya edilgen olduğunu ya da olmayan tehditten vazife çıkartıldığını ima ediyor. (...)Birçok ülkede kamuoyuna sunulan bu tür belgelerde “iç düşman” faktörü bulmak zordur, en fazla şiddete başvuran radikal eğilimler varsa özne belirtilmeksizin yüklem düzeyinde tanımlama yapılır. Radikal İslami eğilimler, ırkçı eğilimler, şiddet örgütleri gibi terimler kullanılır ve bu tanımlardan kimlerin kast edildiği toplumun geneli tarafından fazla anlaşılmasın diye flu bırakılır. Benzer durum dış düşman için de geçerlidir, ülkeler değil rejimler, hükümetler ya da bunların bazı uygulamaları tehdit olarak belirtilir. Örneğin ABD’de İran düşman olarak tanımlanmaz, İran’daki yönetimin nükleer çalışmaları tehdit olarak gösterilir ve konu genel insanlık durumlarıyla gerekçelendirilir, yani evrensel değerlerle açıklama yapılır. Bizde ise, dış düşman zaten herkes olduğundan bu konuda sorun bulunmazdı, iç düşman da gericiler, bölücüler ve yerli yabancılar olur bunda da bir sorun olmazdı. Evrensel değerler de devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği esasından 17. yüzyıl ulus-devlet oluşum süreçlerindeki değerlere dayanırdı. Bugün en azından dış düşmanlar konusunun aşıldığı, güvenlik konusunun sadece düşmanlık üzerinden çözümlenmediği gerçeğini kapsayan yeni bir siyaset üretiliyor. Muhtemelen iç düşman konusu da bu gelişmeye paralel bir düzenlemeden geçecek. Bu durumda güvenlik birimlerinin de gerçeklere uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerekecek. O kadar düşman yoksa, o kadar güvenlik önlemine de gerek yoktur herhalde.
Beril Dedeoğlu,Star, 27 Ağustos 2010 |
28.08.2010 |
Teravihde bomba, afette yardım...
16 Ağustos Pazartesi günü, Ramazan’ın ilk haftası... Pakistan’ın Veziristan bölgesinde ABD’nin insansız uçağı, teravih namazı sırasında düzenlenen füze saldırısı sonucunda 20 Pakistanlıyı öldürdü. Sivil, masum insanlar hayatını kaybetti. Taliban ile mücadele adı altında yaklaşık 3 yıldır ABD güçleri, en ağır ve acımasız bir şekilde Pakistan’da sivil katliamlar gerçekleştirmeye devam ediyor. Pakistan topraklarında 110 saldırıda 1000’den fazla masum çocuk-kadın hayatını kaybetti. 2003 yılından bu yana Afganistan ve Irak’ta, ABD ve NATO askerî birlikleri, 7 yıldır Ramazan ayında çekinmeden Müslüman halkların kanlarını dökmeye devam ediyor. Pakistan sel ile boğuşurken, ABD askerleri diğer taraftan Pakistan halkının başına bomba yağdırmaya devam ediyor. Pakistan devleti ve hükümetinin siyasi yetersizlik ve beceriksizliğini bunun yanına eklersek, önümüzdeki dönem Pakistan halkı bu büyük afet ile birlikte belki de tarihinin en zor, bunalımlı günlerini yaşayacak. 180 milyon nüfusa sahip Pakistan halkı, selden çok büyük yara aldı. Felaket ne Açe tsunamisi, ne de Haiti depremi ile kıyaslanamayacak kadar vahim... Pakistan halkı ise, ABD yönetimine açık destek veren hükümete karşı çok büyük öfke içerisinde. Aynı şekilde ABD’ye karşı kin ve nefret her geçen gün büyüyor. Bu tablo, Pakistan’ın geleceği hakkında hiç de iyimser bir tablo vaad etmiyor. Sel felaketinde 8 milyon insanın yiyecek ve barınağa ihtiyacı var. Selden genel olarak etkilenenlerin sayısı 14 milyon olarak tahmin ediliyor. Binlerce ölü, yıkılan evler, sele kapılan hayvanlar ve sular altında kalan tarım arazileri. Bu tablo karşısında ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok batılı ülke liderleri ile BM Genel Sekreter Ban Ki-mun, acil yardım kararı alarak gerek Afganistan, gerekse Pakistan’da bozulan imajlarını cilalama hareketine giriştiler. BM 459 milyon dolarlık bir yardım bütçesi açıkladı. Bu vaad edilen rakamın ne kadarı toparlanacak, önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bütün doğal afetlerde ülkeler ve kurumlar verdikleri yardım sözlerinin genelde büyük bölümünü gerçekleştiremezler. “Pakistan için küresel dayanışmaya ihtiyaç var” feryatları yükselirken, diğer yandan Pakistan’ın siyasi düzenini bozmaya, Afganistan ve Irak’ın masum insanlarının hayatlarını katletmeye yönelik plan ve programlar devam ediyor. Ramazan, İslâm dünyası için maneviyatın en yoğun yaşandığı aydır. Ramazan ayı içerisinde ABD ve Batılı güçler, Afganistan, Pakistan ve Irak da özellikle Müslümanları katletmeye devam ediyorlar.. Bu arada sel ve deprem afetlerinde de yardım hareketine girişiyorlar. BM’nin, doğal afetlerde hayatını kaybedenler için bu kadar net inisiyatif alması tabiî ki eleştiri konusu olamaz ama 7 yıldır insanların tepelerine bombaların yağmasından daha büyük doğal afet olabilir mi? Irak, Afganistan ve Filistin de yıllardır siyasi afetler yaşanmasına seyirci kalan BM ve İKÖ, geçici afetler konusunda gösterdikleri hassasiyetlerin insani ve vicdani anlamda hiçbir değeri olmadığını bilmek zorundadırlar. İslâm dünyasının teravihde bomba, afette yardım manzaraları ikilemi, tezadı ve zavallılığı karşısında sesini yükseltebilecek kurumlardan mahrum oluşu, ayrı bir keder ve acıdır. Elimizdeki tek şansımız İKÖ’dür. O da maalesef BM gibi “adı olan, yaptırım gücü olmayan” sadece toplantılar ve demeçler örgütü olmanın ötesine geçemedi. Pakistan, anlaşılan siyasi kaos, şiddet ve yolsuzluk, yoksulluk sarmalında kaderini yaşamaya devam edecek.
Osman Atalay, Vakit, 27 Ağustos 2010 |
28.08.2010 |
Dakıyka bir faul bir
25 Ağustos târihli yazımda artık tedrîcen yeni GK Başkanı General Işık Koşaner’in TSK’yı demokratik bakımdan hiç değilse bir nebze “hizâ”ya sokup sokamayacağının sorulduğuna değinmiş ve şahsen pek ümidvâr olmadığımı belirtmişdim. Çünki bu yasal yapı içinde değil Koşaner Gâzî Osman Paşa gelse köklü değişime gidemez. Kaldı ki yeni GK Başkanı da bu orduda orgeneralliğe kadar yükselebildiğine göre seleflerinden pek de farklı bir özellik gösteremez. Bir Hilmi Özkök o zâviyeden bir tür “iş kazâsı” gibidir. Zâten tek çiçekle bahâr olmaz. Kısacası Orgeneral Koşaner’in de yine tipik TSK kumandanı üslûbunda üzerine vazîfe olmayan askerlik dışı konulara daha fazla ilgi göstereceği endîşesini ileri sürmüşdüm. Doğrusu bu kadar sür’atle haklı çıkacağımı kendim de beklemiyordum. Meğer bu yazının yayınlandığı gün müstakbel GK Başkanı beni doğrulama gayreti içine girmiş bile! KK Komutanlığı görevini selefi General Erdal Ceylanoğlu’na devrederken “bâzı medya organlarının TSK’ya karşı mesnedsiz iftirâları”ndan ve ne yapılsa “bundan vazgeçmeyecekler”i kanaatinden dem vurmuş. Yâni diyor ki “huylu huyundan vazgeçmez!” Bence de, Paşam! Bunun en vecîz örneklerinden biri de zât-ı âlîniz! Bir de Halef-i Muhtereminiz Erdal Paşa! Zîrâ o da aynı telden çalıyor. Bense min gayri-haddin, sâdece şöyle demek cür’etini (!) gösteriyorum: Dağlıca, Aktütün, Sarıyayla, Gediktepe, Hantepe! 1985’den bugüne baskın yiyen 33 karakolunuz ve şehid verilen “yoksul âile çocuğu” 357 fidan! Ergenekon, Yakamoz, Balyoz ve mümâsilleri... Heronlar, dağlara göz göre göre mevzîlendirilen 175’er kiloluk Daçkalar... Emireri, uşak ve garson olarak kullandığınız 160.000 rütbesiz vatan evlâdı! OYAK! Ondan sonra da “iftirâ” öyle mi? Evet, hakıykaten de huylu huyundan vazgeçmezmiş!
Dakıyka bir faul bir! Yağmur Atsız, Star, 27 Ağustos 2010 |
28.08.2010 |