Yasemin YAŞAR |
|
Kader yazıları- (7) “Tercih bilâ müreccih” meselesi - 2 |
Geçen haftaki ‘tercih bilâ müreccih’ yazımızda bu mesele ile ilgili öncelikli olarak zihne oturması gereken temel kavramlardan bahsettik. Bu hafta da yine aynı konu etrafında biraz daha örnekleme yaparak meseleyi daha da derinleştirmeyi istiyoruz. En son olarak, “Kulların iradesini sebepler bağlamıyorsa, Allah’ın iradesini de benim tercihlerim bağlamaz. Sebeplerin bir araya gelmesi insanın kesbine bir sebep olabilir. O isterse yaratır, istemezse yaratmaz” demiştik. Şunu ifade ederek başlayalım: Allah gönderdiği dinler, kitaplar ve peygamberler ile insanlara iyi veya kötü işleri, bunlara karşılık olan nimetleri ve azapları bildirerek, kulların iradelerine sebepler hazırlamıştır. Zihinlerde iyi veya kötü yola sevk eden, birbiriyle sürekli mücadele halinde olan düşünceleri de yaratmıştır. Bu düşüncelerin çatışmasında iyilik tarafı ağır basarsa, insan, iyi işler irade eder. İnsanda hem iyi hisler, hem kötü hisler, hem nefis, hem vicdan beraber bulunmaktadır. Bu yüzden tercihleri ne kadar vicdanî olursa o derece hayır üzere olur, ne kadar nefsî olursa o derece de şer üzere olur. İnsanın gün içinde yaptığı veya yapacağı tercihleri vicdanîleştiren etkeni Bediüzzaman şöyle tesbit etmiştir: “Duâ ve tevekkül hayra olan meyelânı arttırır, istiğfar ve tövbe şerre olan meyelânı keser” (26. Söz) Ayrıca İşârâtü’l-İ’câz adlı eserde de, ibadetlerin insanın meyillerini temyiz ve tenzih eden unsur olduğu tesbitini yapar. Yani insanın duâları, tövbe ve ibadetleri sadece hazır zamana ait bir kulluk değil, aynı zamanda kişinin sonraki zamanlardaki tercihlerinin zeminini oluşturan ve meyil kazandıran bir özelliğe sahiptir. Yine bunlar insanın en kritik anlarda vereceği kararların ve tercihlerin istikametini belirleyici bir öneme haizdir. İbadet etmeye sebep olan düşünceler, yani Cenâb-ı Hakk’ın o ibadet karşılığında vereceği mükâfat, nimet veya yapmadığı takdirdeki azap, kişi için tercih edecek sebep olur. Fakat iradesini ve ihtiyarını elinden almaz. Bir insanı öldürmek veya ona kötülük yapmak için bütün sebepler olabilir. Bu sebepler tercih edecek sebep iken, irade ve ihtiyarı ref etmez. Çünkü o anda nehy-i İlâhî akla gelebilir ve kişi vazgeçebilir. İşte nehy-i İlâhîyi akla getiren, yani şerre olan meyli kesen, elbette Cenâb-ı Hakk’ın meşieti olduğu gibi, kulun da ibadetleri, duâları, tövbeleri önemlidir. Fakat burada ne mutezile gibi duâ ve ibadetlerin bu sonuca sebep olduğunu düşüneceğiz, ne de Cebriye gibi bunlar olmaksızın ‘Cenâb-ı Hak istedi’ diyerek kulun iradesini yok farz edeceğiz. Bu mevzuyu Peygamber Efendimizin (asm) bir hadisinden hareketle şekillendirelim. Efendimiz (asm), Hazret-i Âdem ile Hazret-i Musa arasında cereyan eden bir konuşmayı bize şu şekilde nakleder: “Hazret-i Âdem (as) ile Hazret-i Musa (as) karşılaştılar. Yüzyüze geldiler. Hazret-i Musa (as), Hazret-i Adem’e (as) dedi ki: ‘Sen bizim babamız Âdemsin. Bizi hüsrana uğrattın. Cennetten çıkmamıza sebep oldun.’ Bunun üzerine Hazret-i Âdem ona şu karşılığı verdi: ‘Sen ki Musa’sın, Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi. Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?’ Allah Resûlü (asm) burada durdu ve üç defa, ‘Âdem, Musa’ya galebe çaldı’ buyurdu.” Bu meselenin hiç şüphesiz birçok anlam ve hikmeti bulunabilir. Fakat konuyla ilgili olarak şöyle anlamak mümkündür. Bilindiği gibi kaderin iki yönü vardır. Birisi Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve tayin ettiği yöndür, bu Allah’a bakar. İkincisi insanın iradesine bakan yönüdür. Hazret-i Musa (as), Hazret-i Âdem’i (as) Cennetten çıkmanın sebebi olarak değerlendirdiğinde sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü ele alıp değerlendirmiştir. Hazret-i Âdem ise, hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbiti ve takdiri açısından, hem de kulun iradesi açısından bakmış ve değerlendirmiştir. İnsanların emr-i itibârî hükmünde olan (haricî vücut giymeyen) iradesi, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına bir âdî şart olmuştur. Bu yüzden işlediği hataların mesuliyetini de kişi çeker. Hayırlar Allah’tan, şerler nefistendir. Fakat bir de meşiet-i İlâhiye vardır. İnsan, Allah’ın dileğinden başka hiçbir şey dileyemez. İnsan Sûresi 76. âyette, “Siz ancak Allah’ın dilediğini dileyebilirsiniz” buyrulmuştur. Bu âyette insana haddini bildirmek vardır ve şöyle anlamak gerekir. İradeniz aslında bir şey yaratmaya, halketmeye sebep olacak bir şey değildir. Fakat bu incecik hat (irade) küllî iradeye rapt olduğu zaman anlam kazanır ve neye yaradığı ortaya çıkar. Zatında bir hiçtir. Fakat Allah, insanın iradî fiillerini bu âdî şart yani hiç üzerine yaratmaktadır. Bu meseleyi formülize etmiş biçimde Sa’d-ı Taftazânî iman tanımı içinde bize sunar: “İman, Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” (İşaratü’l-İcaz) demiştir. Ehl-i sünnet görüşünü yansıtan bu tanımın ilk cümlesi, meşiet-i İlâhiyenin varlığını, O dilemeksizin hiçbir şeyin olamayacağı dersini verir. Sadece bu kısmıyla Cebriyeciler gibi düşünürken, birden ikinci cümle gelir: ‘Cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra’ diyerek Cebrî görüşü kaldırır. Cümlenin ikinci tarafını esas alarak bakan Mutezile ise, ‘cüz-i ihtiyarinin sarfının iman için yeterli olduğunu, bu sebebin Cenâb-ı Hakk’ın iman nurunu yaratmasını muztar kıldığını düşünürken’ hemen birinci cümle de onlara hadlerini bildirerek, ‘Cenâb-ı Hakk’ın meşietini (istemesi, dilemesi)’ hatırlatır. İtikadî açıdan yanlışa sapmamak için Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinin asıl olduğundan yola çıkarak, “Allah diliyor, onun olmasını murad ediyor, sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve oluyor” diye düşünmek en sağlıklı olanıdır. İşte burada ehl-i sünnet âlimlerinin, “İnsan iradî işlerinde hürdür, fakat iradesinde hür değildir” görüşü açıklık kazanıyor. İmam-ı Gazali de, “Ben yapmıyorum, fakat diliyorum” diyenlere, “Peki dilemeyi veren kimdir?” sorusunu soruyor. Kader meselesine çok ihatalı bir nazarla bakmak gerekir. Sebebi ve müsebbebi, suâli ve cevabı ayrı düşünmeden, her birine ayrı bir kader tasavvur etmeden, sebeple müsebbebi beraber yaratıyor diye düşünmek, itikadî istikameti netice verecektir. İşte buraya kadar anlattığımız bu karışık meseleleri Bediüzzaman dört beş satırda, “tercih bilâ müreccih” meselesi ile anlatmıştır. Netice olarak; emr-i itibari olan tercihlerimizde sebeplerin bir araya gelmesi veya sebeplerin olmaması tercih yapamamamız anlamına gelmez. Ne sebepler tercihlerimizi bağlar ve iradeyi elimizden alır, ne de tercih edecek bir sebep yokken bile iki şeyden birini tercih edememek söz konusu değildir. Tercih bilâ müreccih caizdir ve irade bunu gerektirir. Daha çok Mutezilevârî yaklaşımda bulunan veya günümüzün her şeyi bilimsellikle açıklamaya çalışan din yorumcuları, “Tercih bilâmüreccih muhaldir” yaklaşımıyla “Tercih edecek üstün bir vasıf olmaksızın tercih mümkün değildir” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın tercihlerini, hikmetlere, sebeplere bağlayarak zorunluymuş gibi düşünüp, Allah’ın iradesini yok saymaktadırlar. Yani Allah’ın tercihlerinde illâ ki bir sebep olması gerekmez. O sebebi veya hikmeti Allah’ın iradesinin önüne çıkarmak, O’nun iradesini iptal anlamına gelir. Bu meseleyi âlimler şu misâlle açıklar: Allah, içkiyi yasaklamıştır. Fakat yasaklaması, illâ içkinin zatında kötü olduğu için, haram kılınmış değil. “Allah haram kıldığı için içki kötü olmuştur” yaklaşımı doğru olanıdır. “Tercih bilâ müreccih caizdir” kısmında, irade sahibi biz insanların fiillerinden yola çıkarak, Cenâb-ı Hakk’ı da “Tercih bilâ müreccih caizdir” makamında görmek, doğru olan ehl-i sünnet yaklaşımıdır. Allah’ın tercihleri için bizim kesbimiz de dahil, bütün sebeplerin bir araya gelmesi O’nun iradesini iptal etmez, hiçbir sebep olmaksızın da Allah meşiet eder ve bir şeyi tercih edebilir. Çünkü Allah mutlak irade sahibidir. Burada şöyle bir parantez daha açmak gerekirse, “Tercih bilâ müreccih muhaldir” kavramını, ehl-i sünnet görüşüne göre şöyle düşünmek sağlıklı olacaktır: Yaratılmış olan her fiil, her mahlûk, her hadise, kısacası herşey, tercih eden bir Zatın tercihiyle mümkün olmaktadır. Her şeyin Hâlıkı, tercih etmezse, biz kullar için tercih bilâ müreccih muhaldir. Kâinattaki herşeyin, yokluktan varlık âlemine çıkarılması bir tercihin sonucudur. Tercih eden bir Zât olmaksızın, tercih bilâ müreccih muhal olacaktır. Gayet derin konuları ihtiva eden bu meseleyi elbette tam anlamıyla anlamak bizim gibi insanlar için mümkün değildir. Fakat şunu anladık ki, vicdanen hissettiğimiz cüz-i ihtiyari ile vahid-i kıyasî yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini anlamış olmamız, itikadî açıdan bir çok problemlerimizi, sapmaları ve isyanları önleyecek bir itikat kazandırmıştır. Kader meselesi ile ilgili olarak yedi hafta süren okuma programı meyvesi bu yazılarımda bazı kavramların açıklanmaması, okuyucunun biliyor olduğu kanaati taşınmasındandır. Yoksa bu meseleyi iyi anlamak için, Bediüzzaman’ın kullandığı terimleri ve mânâlarını iyi bilmek gerekecektir. Meselâ cüz-i ihtiyari, emr-i itibarî, illet-i tâmme, meşiet-i İlâhî, suâl ve cevap, dâî ve iktiza, tevekkül, ata, kaza gibi kavramların zihinde oturmuş olması gerekir. 11.09.2010 E-Posta: [email protected] |