Banu YAŞAR |
|
Şükür terapisi |
Modern insan hem mutsuz, hem de her şeyden şikâyetçi olarak sürdürüyor hayatını. Günlük olaylar, havanın değişimi, insanların tutumları sıkıntı duymak için yeterli sebepler olarak algılanıyor. Yoğun olmak, zamanın azlığı, yetişememek, işleri bitirememek ve kronik yorgunluk hayatın içinde sürekli büyüyen sorun yığınları haline geliyor. Her şey sıkıntı ve şikâyet konusu oluyor. En sevdiklerimiz, yıllarca sahip olmayı beklediklerimiz bile bundan nasibini alıyor. Bu olumsuz tutum ve sözler zamanla o kadar yaygınlaşıyor ki, toplumda salgın bir hastalık gibi artıyor. Yani mutsuzluk bulaşıcı bir virüs gibi insandan insana sürekli yayılıyor. Söylendikçe artan, bulaşan ve bunaltan bir hastalığa dönüşüyor. Birbiriyle karşılaşan insanlar, nasılsın sorusuna, ne olsun yuvarlanıp gidiyoruz işte, tarzında birbirine benzeyen, serzeniş dolu cevaplar veriyorlar. Sanki hayatın içine atılmış ve öyle de bırakılmışlar gibi acziyetlerini öfkeyle ifade etmeye başlıyorlar. Hayatın içinde haksızlığa uğramış olduklarını ve herkesin aslında daha mutlu ve daha şanslı olduğunu düşünerek gizliden gizliye hayata, onun sahibine ve kadere öfke duymaya başlıyorlar. Bunu bazen bilerek, çoğu zamanda farkında olmadan ve düşünmeden dile getiriyorlar. Zamanla bu o kadar kanıksanıyor ki, yolda karşılaştığınız bir arkadaşınız, bugün çok iyiyim her şey yolunda dediğinde ve mutlu göründüğünde bile, bu halin gerçekliğini sorgulamaya başlıyoruz. Kendini özellikle böyle göstermeye çalıştığını, bu şekilde imaj oluşturduğunu, sıkıntısını bastırdığını ya da fazla düşünmediği için böyle mutlu göründüğünü düşünebiliyoruz. Kendini mutlu etmeye, hayata tutunmaya çalışan insanları da ya kafa karıştırıcı sorularla sorguluyoruz ya da onu kendi mutsuzluk bataklığımıza çekmeye çalışıyoruz. Modern dünyada, dış görünümlerdeki benzerlik zamanla ruhlara da yansımaya başlıyor. Herkes birbirine benzediği gibi şikâyetlerin muhtevası da bu aynılaşmadan nasibini alıyor. Sonuçta, herkes yorgun, hasta, endişeli, kaygılı, sabırsız ve bıkkın bir halde etrafta dolaşmaya başlıyor. Asık suratlar ve memnuniyetsiz ruhlar sadece kendilerine değil, çevrelerindeki insanlara da olumsuz duygularını enjekte ettikleri gibi etraflarına yaydıkları olumsuz enerji ile de içinde nefes alınamayan ortamlar oluşturuyorlar. Bunun yanı sıra, sahip olduklarımızda zamanla değerini yitirmeye başlıyor. Kendi hoşnutsuzluğumuz elimizdekileri de değersizmiş gibi gösteriyor. Oysa bir zamanlar onlara sahip olabilmek için ne çok duâ etmiştik… Ne çok istemiştik bizim olmalarını…. Şimdi bizim yanımızda olmalarına rağmen gözümüze görünmemeleri ne acı… Azıcık kaybetme korkusu yaşasak, belki de eteklerimiz tutuşacak, ama gözümüzün önünde olunca fark edilmemeleri ya da hep oradaymışçasına davranmamız ne büyük haksızlık… İnsan elindekilere aşinalık yaşamaya başladığında onların ne kadar kıymetli olduğunu ne yazık ki unutabiliyor. Elimizdekileri hep elimizde kalacakmış gibi hor kullanıyoruz. Onlara dair farkındalığımız da zamanla azalıyor. Bugün bu durumu tersine çevirebilmek için küçük bir liste hazırlayalım… İçine bize verilen ve kaybetmek istemediğimiz şeyleri birer birer yazalım. Sonra bunların bazılarının hayatımızda artık olmadığını, elimizden alındığını düşünelim… Ne hissederdik o zaman? Ne yaşardık? Kocaman bir boşluk ve acı yüreğimize otururdu, onları fark etmeden yaşadığımız zamana acıyıp dururduk. İşte bu yüzden insan elindekilerin farkına vardıkça, bunlar için minnettar oldukça kendini daha iyi ve daha mutlu hisseder. Bugün hayatımıza yeni bir terapi yöntemi ekleyelim… Mutluluk için yeni bir reçete… Yeni bir ilâç… Şükür terapisi… 19.09.2010 E-Posta: [email protected] |