Banu YAŞAR |
|
Bir damla, iki iklim |
‘Bır yaz gecesi aile üyeleri damda uyumaktadır. Anne, oğlu ve hiç sevmediği gelinini yakın bir şekilde uyurken görünce, bu manzaraya daha fazla dayanamaz, onları uyandırıp, bağırır; ‘Bu sıcakta nasıl bu kadar yakın uyuyabiliyorsunuz? Bu çok sağlıksız ve tehlikeli...’ diye söylenir. Az sonra damın öbür ucunda kızı ve damadını, birbirine sırtını dönmüş olarak uyuduklarını görür. Onları usulca uyandırıp, ‘Canlarım, hava soğuk, bu serin havada böyle uzak uyumayın, üşürsünüz’ der. Bu sırada olan bitene şahit olan gelin, ellerini havaya kaldırır ve şöyle seslenir… ‘Allah’ım Sen ne büyüksün, ne yücesin… Bir damda bile, iki iklim yaratabiliyorsun’ der… Bu hikâyedeki gibi, bazen bakış açımız o kadar tarafgir olabiliyor ki, sıcak ve soğuğu algılayışımız bile değişebiliyor. Olayları tanımlarken ve değerlendirirken de bu sabit bakış açımızla bakıyoruz. Kişiye ve şartlara göre değişen algımız tepkilerimize de yansıyor. Sevdiğimiz insanların tutumları ve sözleri bize gayet normal gelirken, hoşlanmadığımız birinden duyduğumuz küçük bir söz bile kasıtlı ve problemli olarak algılanabiliyor. Damdaki iklimin bile farklı algılanmasına sebep olan bu tarafgirlik, hayatımızın neredeyse tamamına hükmediyor. Eğer kendimizdeki bu zaaflı tarafı fark edemezsek, kararlarımızın ve tercihlerimizin birçoğuna da etki edebiliyor… Belki çoğu zaman haksızlık yapmamıza ve diğerinin canını acıtmamıza da sebep olabiliyor. Sevmediğimiz, hoşlanmadığımız insanların davranışları, çoğu zaman bize doğru atılmış oklar olarak algılanır. Ondan bize hayırlı bir söz ya da davranış gelmeyeceğine dair inançlarımız zamanla kemikleşir. Ona dair bir şey duysak, hoş olmayan duygular ve öfke yaşarız. Bunların bir kısmı doğru olsa bile, diğer bir kısmı zihnimizin kalıplanmış bakış açısından kaynaklanan yorumlardır. Bazen o kadar tek taraftan bakarız ki, hikâyedeki olay gibi, bir damda aynı anda iki farklı iklim bile yaşanabilecek duruma gelir. Bu durum duyguları dolaylı yollardan anlatma geleneği ile birleşince mücadele edilemez bir hal alır. Doğrudan söylenen sözlere muhatap olmak ve cevap vermek daha kolayken, bu şekilde dolaylı olarak, başka sebepler bahane edilerek yapılan iletişim çoğu zaman karşılıklı atışmalara dönüşür. Açıkça ifade edilmediği için kişiler akıl okumaya başlar. Yani diğerinin sözlerinin altına yatan niyete ve sebebe dair akıl yürütür. Bu ise, öfkeyi ve huzursuzluğu doğurur. Bizim toplumumuzda özellikle hanımlar arasında yaşanan dolaylı anlatım tarzı, iki taraf içinde yıpratıcı olmaktadır. Karşılıklı söz savaşları sorunları büyütür ve içinden çıkılmaz bir hale getirir. Hikâyedeki gibi genellikle gelin-kayınvalide ilişkilerinde en dramatik örnekleri yaşanır. Açığını bulma, eleştirme, beğenmeme, hep eksik, kusurlu ve yetersiz görme alışkanlığı tamamen nefisten kaynaklanan rekabet ve üstün olma tutkusunun sonuçları olarak ortaya çıkar. Kimin kimden daha becerikli, daha yetenekli ve kuvvetli olduğunun yarışları yapılır. Can acıtmak için söylenen bu sözler yüzünden ilişkiler, evlilikler ve insanlar zarar görür. Evlilikler biter, eşler psikolojik rahatsızlıklar yaşar, ailenin düzeni ve huzuru bozulur. Doğrudan olmayan, dolaylı ifadeler kullanılarak yapılan ve çok da masum olmayan, can acıtan bu iletişim tarzı, maalesef ki çok yaygın olarak kullanılır. Karşılıklı söz atışmaları kim kime galip gelecek, kim diğerine baskın çıkacak hırsına dönüşür. İnsanın kalbine ve ruhuna zarar veren hırs, öfke ve kıskançlık gibi duygular da beslenmiş olur. Doğrudan olmadığı için mücadele etmek de zordur. Karşımızdaki söylediğini inkâr edebilir, bize söylemediğini, bizim problemli olduğumuz için bu şekilde anladığımızı bile savunabilir. İnsanı hırçınlaştıran, nefsini körükleyen ve iyi duygularını zedeleyen bu iletişim tarzı bazı insanlarda bir alışkanlık haline gelir. Maalesef ki, her sorunu bu şekilde çözmeye çalışırlar. Karşılıklı söz savaşlarının asıl mağdurları da bu insanlarla sürekli yaşamak zorunda olanlardır. Eğer bu konuda egzersizleri yoksa, sürekli ateş hattında olmanın yaralarını alırlar. İyi ve kötünün dengesini kaçırırlar. İyi gibi söylenen bir sözün aslında kötü anlamlara gelebildiğini çok sonraları anlarlar. İlişki içinde güven duyamamak, kendini emniyette hissedememek ve her an gelebilecek bir saldırıya karşı korunma psikolojisiyle hırçınlaşırlar. Onlar da öfkelerini en kolay çıkarabilecekleri alanlara yöneltirler. Bundan en çok nasibini alan da çocuklar olur. Diğerine ifade edilemeyen öfke en kestirme yoldan elimizin altındakilere doğru kayar. Kendini ifade edememe, hayır diyememe üzerine yetiştirilmiş olmanın getirdiği kişilik özelliği de, bu hali iyice besler. Bu sebeple, insan öncelikle kendini, kendi zaaflarını keşfetmelidir. Tutkularını ve hırslarını tanımalıdır. Çünkü insan olumsuz duygularını hep karşısındakine yansıtır. Kendi kıskanç bir yapıya sahipse, bu duygunun kendinde olduğunu reddeder ve diğerine yöneltir. O beni kıskanıyor, çekemiyor diye düşünür. Hatta herkes beni çekemiyor diye kendi enaniyetini besler. Nefsini ve onun olumsuz hallerini bilmeyen insan, kibri ve şişmiş benliğini fark edemez. Hep kendini yüceltmeye ve yükseltmeye çalışır. Çevresindeki benliğini beslemeyen insanlara karşı, tarafgir ve dolaylı bir şekilde davranır. Öfkesini masum olmayan, can acıtan kelimeler seçerek ifade eder. Sürekli kontrol edip, bir eksik ve kusur arayarak baktığı için zamanla içindeki hırsı da artar, huzursuzluğu da… İnsanoğlu hırslarının ve heveslerinin farkına varmadığı ve bunları önce kendine ifade etmediği sürece bu problemli iletişim tarzları da devam edeceğe benziyor. İnsan en zor kendini görür, en zor kendine itiraf eder, ama bunu yapmadan da gerçek anlamda büyüyemez, olgunlaşamaz, özgürleşemez. Nefsini bilen, kendini bilir, kendini bilen haddini bilir, haddini bilen Rabbini bilir, Rabbini bilen huzuru ve emniyeti yaşar. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |