Banu YAŞAR |
|
Bir damla, iki iklim |
‘Bır yaz gecesi aile üyeleri damda uyumaktadır. Anne, oğlu ve hiç sevmediği gelinini yakın bir şekilde uyurken görünce, bu manzaraya daha fazla dayanamaz, onları uyandırıp, bağırır; ‘Bu sıcakta nasıl bu kadar yakın uyuyabiliyorsunuz? Bu çok sağlıksız ve tehlikeli...’ diye söylenir. Az sonra damın öbür ucunda kızı ve damadını, birbirine sırtını dönmüş olarak uyuduklarını görür. Onları usulca uyandırıp, ‘Canlarım, hava soğuk, bu serin havada böyle uzak uyumayın, üşürsünüz’ der. Bu sırada olan bitene şahit olan gelin, ellerini havaya kaldırır ve şöyle seslenir… ‘Allah’ım Sen ne büyüksün, ne yücesin… Bir damda bile, iki iklim yaratabiliyorsun’ der… Bu hikâyedeki gibi, bazen bakış açımız o kadar tarafgir olabiliyor ki, sıcak ve soğuğu algılayışımız bile değişebiliyor. Olayları tanımlarken ve değerlendirirken de bu sabit bakış açımızla bakıyoruz. Kişiye ve şartlara göre değişen algımız tepkilerimize de yansıyor. Sevdiğimiz insanların tutumları ve sözleri bize gayet normal gelirken, hoşlanmadığımız birinden duyduğumuz küçük bir söz bile kasıtlı ve problemli olarak algılanabiliyor. Damdaki iklimin bile farklı algılanmasına sebep olan bu tarafgirlik, hayatımızın neredeyse tamamına hükmediyor. Eğer kendimizdeki bu zaaflı tarafı fark edemezsek, kararlarımızın ve tercihlerimizin birçoğuna da etki edebiliyor… Belki çoğu zaman haksızlık yapmamıza ve diğerinin canını acıtmamıza da sebep olabiliyor. Sevmediğimiz, hoşlanmadığımız insanların davranışları, çoğu zaman bize doğru atılmış oklar olarak algılanır. Ondan bize hayırlı bir söz ya da davranış gelmeyeceğine dair inançlarımız zamanla kemikleşir. Ona dair bir şey duysak, hoş olmayan duygular ve öfke yaşarız. Bunların bir kısmı doğru olsa bile, diğer bir kısmı zihnimizin kalıplanmış bakış açısından kaynaklanan yorumlardır. Bazen o kadar tek taraftan bakarız ki, hikâyedeki olay gibi, bir damda aynı anda iki farklı iklim bile yaşanabilecek duruma gelir. Bu durum duyguları dolaylı yollardan anlatma geleneği ile birleşince mücadele edilemez bir hal alır. Doğrudan söylenen sözlere muhatap olmak ve cevap vermek daha kolayken, bu şekilde dolaylı olarak, başka sebepler bahane edilerek yapılan iletişim çoğu zaman karşılıklı atışmalara dönüşür. Açıkça ifade edilmediği için kişiler akıl okumaya başlar. Yani diğerinin sözlerinin altına yatan niyete ve sebebe dair akıl yürütür. Bu ise, öfkeyi ve huzursuzluğu doğurur. Bizim toplumumuzda özellikle hanımlar arasında yaşanan dolaylı anlatım tarzı, iki taraf içinde yıpratıcı olmaktadır. Karşılıklı söz savaşları sorunları büyütür ve içinden çıkılmaz bir hale getirir. Hikâyedeki gibi genellikle gelin-kayınvalide ilişkilerinde en dramatik örnekleri yaşanır. Açığını bulma, eleştirme, beğenmeme, hep eksik, kusurlu ve yetersiz görme alışkanlığı tamamen nefisten kaynaklanan rekabet ve üstün olma tutkusunun sonuçları olarak ortaya çıkar. Kimin kimden daha becerikli, daha yetenekli ve kuvvetli olduğunun yarışları yapılır. Can acıtmak için söylenen bu sözler yüzünden ilişkiler, evlilikler ve insanlar zarar görür. Evlilikler biter, eşler psikolojik rahatsızlıklar yaşar, ailenin düzeni ve huzuru bozulur. Doğrudan olmayan, dolaylı ifadeler kullanılarak yapılan ve çok da masum olmayan, can acıtan bu iletişim tarzı, maalesef ki çok yaygın olarak kullanılır. Karşılıklı söz atışmaları kim kime galip gelecek, kim diğerine baskın çıkacak hırsına dönüşür. İnsanın kalbine ve ruhuna zarar veren hırs, öfke ve kıskançlık gibi duygular da beslenmiş olur. Doğrudan olmadığı için mücadele etmek de zordur. Karşımızdaki söylediğini inkâr edebilir, bize söylemediğini, bizim problemli olduğumuz için bu şekilde anladığımızı bile savunabilir. İnsanı hırçınlaştıran, nefsini körükleyen ve iyi duygularını zedeleyen bu iletişim tarzı bazı insanlarda bir alışkanlık haline gelir. Maalesef ki, her sorunu bu şekilde çözmeye çalışırlar. Karşılıklı söz savaşlarının asıl mağdurları da bu insanlarla sürekli yaşamak zorunda olanlardır. Eğer bu konuda egzersizleri yoksa, sürekli ateş hattında olmanın yaralarını alırlar. İyi ve kötünün dengesini kaçırırlar. İyi gibi söylenen bir sözün aslında kötü anlamlara gelebildiğini çok sonraları anlarlar. İlişki içinde güven duyamamak, kendini emniyette hissedememek ve her an gelebilecek bir saldırıya karşı korunma psikolojisiyle hırçınlaşırlar. Onlar da öfkelerini en kolay çıkarabilecekleri alanlara yöneltirler. Bundan en çok nasibini alan da çocuklar olur. Diğerine ifade edilemeyen öfke en kestirme yoldan elimizin altındakilere doğru kayar. Kendini ifade edememe, hayır diyememe üzerine yetiştirilmiş olmanın getirdiği kişilik özelliği de, bu hali iyice besler. Bu sebeple, insan öncelikle kendini, kendi zaaflarını keşfetmelidir. Tutkularını ve hırslarını tanımalıdır. Çünkü insan olumsuz duygularını hep karşısındakine yansıtır. Kendi kıskanç bir yapıya sahipse, bu duygunun kendinde olduğunu reddeder ve diğerine yöneltir. O beni kıskanıyor, çekemiyor diye düşünür. Hatta herkes beni çekemiyor diye kendi enaniyetini besler. Nefsini ve onun olumsuz hallerini bilmeyen insan, kibri ve şişmiş benliğini fark edemez. Hep kendini yüceltmeye ve yükseltmeye çalışır. Çevresindeki benliğini beslemeyen insanlara karşı, tarafgir ve dolaylı bir şekilde davranır. Öfkesini masum olmayan, can acıtan kelimeler seçerek ifade eder. Sürekli kontrol edip, bir eksik ve kusur arayarak baktığı için zamanla içindeki hırsı da artar, huzursuzluğu da… İnsanoğlu hırslarının ve heveslerinin farkına varmadığı ve bunları önce kendine ifade etmediği sürece bu problemli iletişim tarzları da devam edeceğe benziyor. İnsan en zor kendini görür, en zor kendine itiraf eder, ama bunu yapmadan da gerçek anlamda büyüyemez, olgunlaşamaz, özgürleşemez. Nefsini bilen, kendini bilir, kendini bilen haddini bilir, haddini bilen Rabbini bilir, Rabbini bilen huzuru ve emniyeti yaşar. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Oruç, tuttuğunu bırakmaz |
Başım dertte şu duvar saatimle epey zamandır. Sayısını unuttum. Kaç defa tamir ettirdiysem de düzelmedi bir türlü. Ya ileri gidiyor, ya geri kalıyor. Kendi bildiğini okuyup duruyor. Ne kadar ayar çektiysem de olmadı. Bıraktım artık kendi hâline. O ayrı bir zamanı yaşıyor odada, ben de ayrı bir zamanı. Dili olsa da konuşsa; “Doğru olan benim.” diyeceğinden zerrece şüphem yok hani. On bir yıllık dostumla bir türlü anlaşamıyoruz. Anlaşamayacağız da. Mümkünü yok yani. Bazen kızıp ters çeviriyorum yüzünü görmeyeyim diye. Alınıyor sanki. Tik-takları daha sert geliyor gibi kulağıma. Dayanamayıp tekrar düzeltiyorum.. Hiç olmazsa odamda aşina bir ses, eski bir dost sesi diyorum. Atmaya da kıyamam. Yerine de yakışıyor doğrusu. İkimiz de yaşlandık artık. O kendi hâlinde, ben kendi hâlimde… Ömür sayıyoruz günbegün aydan ve yıldan. Dakika düşüyoruz bize ayrılan paydan. Birlikte yaşamayı öğreneceğiz zor da olsa. Ahmet Hamdi Tanpınar: “İstanbul’da mevsim, takvimden ayrı yürür.” der. O da benim gibi dertli midir acep, garibim? Bilemem. Ama öyledir... İstanbul’da yaşayanlar bunu gayet iyi bilir. *** Bazen ne dışındakine, ne de içindekine yani nefsine söz geçiremiyor insan… Tam da böyleyken; yani uçuk uçurtma nev'înden, boşlukta kaybolmak üzereyken, çıkageldi mübarek Ramazan “pat” diye birden. “Hoop” dedi şöylece. Bir ayar çekti cümle yanıma, en başta içime. Sevmek, sevilmek gibi güneşi iki taraftan hissettim birden. Hilâliyle bir kaş çattı nefsime. Yetti... Hulûliyle şereflendirdi. Her şeyi yerli yerine çekti, getirdi. Az söyledi, öz söyledi. Sözü kısa olanın dili tatlı olur. Hepsi, işte hepsi budur. Ruhumuz içimizdedir, ama rengini, şeklini ve dahi ahengini dışımızdan alır. Gücünü ise kalbin imanından alır, sevgisinden alır. Aldı, oturttu gönlümüzle baş başa bizi. Aya, yıldıza bakmayı öğretti. Hilâlleri bir bir saymayı, sevmeyi öğretti Ramazan. O kızıl akşamüstlerini, iftar vakitlerini, oruçluların telâşlı hâllerini, aceleci yürüyüşlerini sevdirdi. Bir yudum suyu, bir kuru ekmeği özletti, sevdirdi bize. “Sevin ki…” dedi, “Çiçekli rüyalar göresiniz Yusuf misali.” Uykularımız da, rüyalarımız da değişti. Hatta zaman bile… Sözünü tuttuk. Gecenin yolunu izleyerek, gün ışığına ulaştık. Hem de daha ilk geceden başladık. En sıcak bir yaz ortasında hayret ki; akşamın serinliğiyle, pırıl pırıl salâ sesleriyle ve şırıl şırıl rahmetiyle geldi Rabbimizin Ramazanı. Hoş geldi. Hoş bulmadıysa da bizi, hoş etti içimizi. Bizi kendine benzetti. Ramazan hükmünü icra etti. Nefisleri ağladıysa da, kendini bekleyen sevdalıların ruhunu güldürdü Ramazan. Teravihle, sahurla, en bereketli vakitlerle… Süt gibi içirdi. Bembeyaz bir güzellik kattı tenimize, kalbimize. Her sabah aynaya baktıklarında, her gün bir başka güzel yüz gördü oruçlular. Bunu Rablerinden bildiler. Ramazan’ın da kalbi var. Kalbi ise, Kadir Gecesi. O kalbe muhatap olan, onu incitmeyen, o kalbe mukabil bir kalp taşıyan insan ne büyük bir insandır, ne güzel bir Müslüman’dır. Kara çalıda hiç gül biter mi? Kalbini temizlemeli ki insan, nice güller bitsin oradan. Yunus’a selâm gönderelim buradan. “Temiz et gönül evini Yar gelecek oturmaya…” Allah (cc), rahmetiyle, mağfiretiyle, sekînetiyle, tecellisiyle doyurur, sevindirir kalbimizi. Ramazan, bir armağandır bize Ondan, sonsuz rahmetiyle her şeyi yaratandan. Gündüzleri diri kılmak için geceden gelir Ramazan. Gecesini diriltmeyenin gündüzü de ölüdür. Ramazan’la dirilir gönüller. Oruçla açılır nice düğümler ve Kur’ân, âyet âyet şifa olur, nur olur gönüllere. Gecelerde bir sır var. O sırrı yaşatmak için gelir Ramazan. Göklerden yerdekilere ilâhî bir sofra serilir. Önce ruhlar doyurulur. Önce ruhlar ki; aylardır aç, Rahman’ın rahmetine muhtaç… İnananların ruhlarını doyurmaya gelir önce Ramazan. Hem de daha ilk geceden. Geceler ki anadır, velûddur. Gündüzler, gecelerin çocuğudur. Oruçla eğitilir, açlıkla terbiye edilir nefisler. Büyür de büyür kalpler. Almayı unutur, vermeyi düşünür. Oruç gündüz ibadetidir. İftar, teravih, sahur ise gece ibadetidir. Gündüzün, orucun kahramanı olmak, gecenin ibadetlerinden geçer. Daha ilk gecenin teravihiyle, sahuruyla ve daha ilk günün orucuyla değişti her şey. En müzmin hastalıklar bile deva buldu, iyileşti birden. *** Seksen yaşını aşmış bir halacığım var. Ramazanın başlarında konuşuyorduk. Bu sene orucunu tutamayacağından yana dertliydi. Çünkü hastalığı şiddetliydi. “Ne yapayım?” diye sordu. “Bismillah de, tut. Allah yardım eder.” dedim. Geçen gece iftara gittiğimde, hastaydı, yatıyordu. “Oruçla aran nasıl, hala?” diye sordum. “Dediğin gibi.” dedi. “Bismillah dedim, tutuyorum. Allah yardım etti.” İftar vakti ise sofrada beraberdik. Bir hayret daha… Evet, hastalar bile oruçla iyileşir. Allah’ın rahmeti işte böyle gelir. İhsanı, lütfu, böyle olur kullarına işte. Yardım paketleriyle, kolilerle gelecek değil ya. Allah’ın yardımı geldi mi, böyle gelir işte. Sessiz sedasız… En küçükten en büyüğüne, en hastadan en yaşlıya kadar kolaylaştırılır herkese oruç. Zorluklar Allah’ın yardımıyla aşılır. Mevsimler bile değişir. Bu da Allah’ın büyük bir mu'cizesidir. Her günün orucunda ve her Ramazan’da bunlar yaşanır. Orucunu tutamayacağını zannedenler yine yanıldı. Oruç onları gönüllerindeki sevdadan tuttu, bırakmadı. Halacığım yetmiş yıldır tutuyormuş. Bu sevdaya kim dayanır? Oruç, tutanı hiç bırakır mı? Oruç, tuttuğunu bırakmaz. Bir şey girdi dünyamıza, bir şey. Bir ışık, bir nur kapladı aydınlığıyla her yeri ve kalpleri. O ışık, hızla kıt’alar dolaştı. Dünyanın her yerindeki mü’min gönülleri fethetti, kuşattı. Ramazan bir fetih ayıdır. Kalplerin fetih ayıdır. Ramazan’da insan, önce kendini keşfeder. Dolayısıyla kâinatı… Bütün bir kâinatla birleşerek ve bütünleşerek kendisini aşabilmenin yollarını da gösterir ve öğretir. Bize yeni fetihler sunar Ramazan. Kaybolup gittiydik, gelmeseydi Ramazan. Gelmezdi Kur’ân. Bunun için oruçludur işte Müslüman. Yaratıcısının kendisine yüklediği sorumluluğun farkına bu ayla varır insan. Ramazan, insanın bu sorumluluğunu gözden geçirme zamanıdır. Bedenimiz, ruhumuzdan çala çala her gün biraz daha semizlenmişti. Öyle çalıyordu ki, farkında bile değildik. Uyuyorduk. Şükür ki birden oruçla uyandık. Ruhumuzun hazinelerine Ramazan’la beraber sahip çıktık. Kalbimizi Kur’ân’la güçlendirdik, ibadetlerle yeniledik. Evet, bir şey girdi dünyamıza. Nur mu? Işık mı? Bu çok özel bir şey. Hissediyoruz hepimiz. Benizlerimiz sararıp süzülse de, çetin bir mücadele veriyoruz. Sonunda Allah’ın yardımıyla başarıyoruz ve mutluyuz, huzurluyuz... Vicdanımız, kalbimiz şahididir bu şenliğin, bu zaferin, bu ziyafetin. İçimin tiktakları bir düzeldi ki sormayın. Bir kuruldu ki daha ilk günden, bu ayar ona bir yıl yeter. Bakım ayı, bakım günleridir kalbimize Ramazan. Zorluktan kaçan nefsimiz bile razı olmuş, teslim olmuş. İçimizin her yanı bir cennet köşesi. Nefsimizin ne dolaplar çevirdiğinin farkında artık kalbimiz. Hilebaz şeytanın da tuzaklarından uzak. Şeytanların azgınları da bağlandığı için, meydan baştanbaşa kalbin ve ruhun. Onun için Ramazan yoğun mu yoğun bir bakım ayı. Ramazan’ın kadrini, kıymetini bilenlerden biri de Enes kardeşimin oğlu Yusuf. İlk günlerde daha şöyle demişti: “Ramazan bir ay değil, keşke üç ay olsaydı…” Hak vermemek elde değil. Hani Yusuf’umun şu sözü, bir mahya gibi yakışırdı doğrusu şu bizim Karşıyaka Camiimizin minarelerine. Her yerden okunsun, sadece insanlar değil, melekler de görsün. Mekke’yi, Medine’yi, Bağdat’ı, İslamabad’ı, Tahran’ı, Taşkent’i, Kudüs’ü, İstanbul’u, Şam’ı, Kahire’yi, bütün dünya şehirlerini ve içindeki mü’minlerini şehir şehir, saf saf kıyama kaldırdı Ramazan. Kardeş olduğumuzu, Rabbimizin bir olduğunu hatırladık. Bir buçuk milyarı aşan bir koca cemaat, omuz omuza verdik. Uzak-yakın bir olduk. Gönülden duâlara durduk. Rabbimizden hayırlar ve güzellikler diledik. “Ey Rabbim! Senden bildiğim ve bilmediğim hayrın hem çabuk, hem geç olanını istiyorum. Ey Rabbim! Resulünün Senden istediğini istiyorum. Resulünün Sana sığındığı şeyden ben de Sana sığınıyorum.” *** Bir kıssa: Bir gün ayyaş bir adam, yoldan geçmekte olan bir Allah dostunu gördü ve kendi hâlinden utanıp saygıyla: “Efendim” dedi. “Oruçla, namazla iştigal bana ne sağlar?” Allah dostu cevap verdi: “Evlâdım, sarhoş olmadan kendinden geçmeni sağlar.” *** Elveda Ramazan... Elveda ey sevgili ay… On sekizinci günün ardından, daha sona yaklaşmadan, gözlerimizde hüzün dolu yaşlar birikti. Sen, mübarek ay… Nelere kadirsin… Seninle yeniden doğduk, kendimizden geçtik. Kendinden geçemeyenlere de ağladık. Aradıkları huzurun bu kadar yakında olduğunu bilselerdi, orucu tutmazlar mıydı? Evet, oruç tuttuğunu bırakmaz. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Namaz kılmaya mı, iktidar olup saltanat sürmeye mi geldik? |
Şeytanın işbirlikçisi nefsimize namaz çok ağır gelir. Bunun içindir ki, Kur’ân’da “Şeytan içki ve kumar yoluyla aramıza düşmanlık ve kin sokmak ve bizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister” 1 diye beyan edilir. Namazın önemi, farz kılındığı Mi’rac’da muhteşem bir hadisede de vurgulanır: Önceleri 50 vakit emredilen namaz, Hz. Musa’nın (as) Peygamberimize (asm), “Ümmet’in buna güç yetiremez, kısaltılmasını talep et!” demesiyle; 40, 30, 20, 10 ve nihayet 5 vakte kadar indirilir. Tek seferde olabilecek bir mesele, neden böyle uzatılıyor? Bu gidiş-gelişlerden, aslında namazın kâinat çapında bir ibadet olduğu ve sema ehline dahi ilân edilerek önemine dikkat çekilmek istendiği hakikatini çıkartabiliriz. Yoksa, tek seferde beş vakte tahsis edilebilirdi. İkinci vurgu: Peygamberimiz (asm) ölüm-kalım savaşı Bedir’de değil namazı terk, cemaatle kılmanın ehemmiyetini ifade için şu formulü geliştirir: Bir grup iki rekâtı kılıp savaşa katılıyor, diğerleri ise son iki rekâtı tamamlıyor! Namazın, bütün varlıkların, sınıfların ibadetlerini ve sair ibadetleri içine alan bir fihriste ve kâinat çapında bir ehemmiyeti olduğunu ifade eden Bediüzzaman, “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” der. Eğer, aynı zamanda bir “zaman programlaması” olan namazın psiko-sosyal ve sâir anlamlarının derinliğine inerek onu tadil-i erkân ile kılsaydık; bugün İslâm âlemi olarak içinde bocaladığımız sıkıntıların pek çoğunu asgarîye indirecektik. Nefsimize şu hususları kabul ettirmeliyiz: Gerçekten kıbleye, gerçekten namaza yönelmeli. İbadetin ruhu, bir anlamda yakıtı, elektriği ihlâstır. İhlâs, bir ibadetin sırf Allah rızasını gözeterek yapılmasıdır. Diğer faydalar ve güzellikler, onu ancak teşvik edebilirler. Zira, Hakim-i Mutlak, yarattığı her şeye pekçok özellik, güzellik, fayda ve netice takmıştır. Emrettiği ibadetlere de sayısız ferdî, içtimâî, ahlâkî, hatta ekonomik güzellikler, özellikler takmıştır. Zira, Cenâb-ı Hak değil bizim ibadetimize, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama, biz ibadete muhtacız.2 Ayrıca, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemalata vasıtadır ve Hâlık’la abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.3 Hepimizin derdi, namaz kılanları, namaz kılınan mekânları çoğaltmak değil mi? Allah’ın evlerini yeryüzüne inşâ etmek değil mi? Müslüman bu dünyaya namaz kılmak ve namazı tebliğ için gelmiş. Yoksa, iktidar olmak, saltanat sürmek için değil! Namaz ve mescid bizatihi İslâm şeâiridir, hükmüdür, sembolüdür. Bunları ihya etmek veya ihyâları için mücadele vermek bizatihî hizmettir. Farzlarda riya yoktur. Namazı açıktan kılmak, bizatihî tebliğdir.
Dipnotlar: 1- Kur’an, Mâide, 91. 2- Lem’alar, s. 142 3- İşaratü’l-İ’caz, s. 140. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Çelikhan sevdiği-mütevazı eski başkanını kaybetti |
Yazının başlığına bakıp içinizden “Siyasilerden de hiç mütevazı insan olur mu?” diyorsunuz her halde. Haklısınız, çünkü siyasetle iştigal edenlerin ekserisinde bir gurur, bir enaniyet göze çarpar. Siyasilerin çok az bir kısmında belki bu his bulunmayabilir, alçakgönüllülük gibi güzel bir haslete sahip olabilirler. İşte güzel hasletlere sahip olanlardan birisi de, geçenlerde bu dar-ı faniden dar-ı bekaya yolladığımız, Çelikhan’a unutulmaz hizmetlerde bulunan, eski belediye başkanı Mustafa Şahin idi. Son mahalli seçime iki hafta kala, seçim çalışmalarının en yoğun bir döneminde nükseden amansız bir hastalıktan kurtulamayarak onu rahmet-i Rahmana yolcu ettik. Saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok özellikleri vardı merhumun. Daha delikanlılık çağında, Yeni Asya’nın muhabirliğini üstlenmişti. Yetmişli yılların başında bu amansız hastalığına duçar olduğu zaman çok iyi bir okuyucusu idi. Hatta iki dönemlik belediye başkanlığında her gün iki gazetemizi alır, birisini resmî makamına, birisini de evine götürürdü. Her yerde herkesin yanında gazetemizin propagandasını çekinmeden yapardı. Vefatına kadar samimiyetimiz, dostluğumuz aralıksız devam etti. Çünkü Nurlara ve Nurculara fıtrî bir meyli ve dostluğu vardı. Huyu, mizacı aslında siyasete uygun değildi. Fıtraten; sessiz, gösterişsiz, tek kelime ile efendi diyebileceğimiz bir yapıya sahipti merhum. Bunun bir sonucu olarak hemen herkes, ona çabucak ısınıyor, beğeniyor ve seviyordu. Çok geniş bir dost ve akraba çevresi vardı. Her görüşten, her yaştan, her baştan insanla samimî bir yakınlığı, bir dostluğu vardı rahmetlinin. Onun siyasete girmesinin önemli bir sebebi her halde bu idi. Çevresi, onu, kendilerine bir rehber, bir lider olarak görmek istiyordu. Yakın çevresinin takdir ve teşvikleri, onu belki istemeyerek de olsa siyasete girmeye sevk etti. Asil ve varlıklı bir aileye mensup olduğundan, maaş ve maddî bazı imkânlara da aslında ihtiyacı yoktu. O doğup büyüdüğü memleketine ve insanlarına hizmet maksadıyla belediye başkanlığına talip olmuştu. Demokrat misyonun samimî ve şuurlu bir mensubu idi merhum Mustafa Şahin. Çok genç yaşından vefatına kadar hemen hemen bu çizgisinden hiç sapmadı o. Son yıllarda konjonktürün gereğine kapılıp parti değiştiren bazı eski siyasilerin baskı ve telkinlerine rağmen, en güçsüz zamanında, hatta seçimi kaybetmeyi dahi göze alarak partisini değiştirmemesi, onun ne derece vefalı ve samimî bir hizmet adamı olduğunu gösterir her halde. Bu noktada hatta yakın akrabalarının dahi parti değiştirme yönündeki telkin ve tavsiyelerini geri çevirerek “Tek başıma da kalsam, seçimleri de kaybetsem, asla demokrat misyondan vazgeçemem” diyerek merdane bir duruş sergilemesi, takdire şayan bir durum olsa gerek. Bu isabetli ve şuurlu duruşunu Yeni Asya’dan öğrendiğini, bundan dolayı da bu gazeteye ve mensuplarına çok şey borçlu olduğunu söylerdi rahmetli başkan. Merhum, iki dönem belediye başkanlığı yaptı Çelikhan’da. Seçim çalışmalarını sessiz ve sakin yapardı. Bir çok siyasetçinin yaptığı aldatmalardan, yalanlardan, içi boş vaad ve sloganlardan uzak bir şekilde çalışırdı. Her türlü incitme ve kırıcılıktan uzak durur; herkese eşit davranır, rey vereni de, vermeyeni de baş tacı ederdi merhum. Ne kırar, ne kırılırdı, ne küser, ne de küstürürdü. Ama onu kıran, ona haksızlık eden çok olurdu. O yine onlara da hiç kızmaz, hiç darılmaz, herkesi hoş karşılardı. Rey versin veya vermesin sıkıntıda olan herkesin yardımına koşar, elinden tutar, görülecek işi varsa mutlaka görürdü. Halka açık bir belediye başkanıydı o. Sade bir vatandaş yaklaşımı içinde idi halka karşı. Makamına her insan istediği zaman serbestçe girer, derdini, meramını anlatmaktan çekinmezdi. Mekânın Cennet olsun mütevazı, örnek başkan. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Çin yollarında |
“Bir denizcinin Çin yollarında ne işi var?” demeyin, zira bazen işimiz gereği zamanımızın bir kısmını karada da geçirme durumumuz olabiliyor. Nitekim en son gemide de böyle oldu. Gemimiz Somalili korsanların saldırısına uğradıktan sonra yanmış. Daha sonra onarımlar için Çin’e gelmiş. Ben de burada gemiye katıldım. Geldiğim zaman geminin köprüüstü ve kaptan katı yoktu. Yeniden inşâ ediliyordu ve burada kalması gereken kişilere, tersanenin yakınındaki bir otelde yer ayrılmıştı. İşte bu sebeple her gün sabah otelden gemiye gidiyor, akşam mesai bitince de otele dönüyordum. Bu vesile ile 20 gün boyunca Çin yollarında gidip geldim. Bu yazıda da izlenimlerimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Bir çok Çinli gibi çalışanların çoğu sabahın köründe bisikletlerine atlayıp işlerine gidiyorlar. Daha önce Daishan Adasında gördüğüm gibi burada şarjlı mobiletler pek yok. Çoğu bisiklet kullanıyor. Ne de olsa bulunduğumuz yer düz bir sahil bölgesi. Pedal çevirmek öyle çok zor olmasa gerek. Otobüsler de sabah ve akşam saatlerinde çok sıkışık oluyor. Kişi başına 2 Yuan alıyorlar, yani bizim parayla 25 Kuruş’a denk geliyor. “Amma da azmış” demeyin zira burada ücretler çok düşük, üç kuruşluk bilet parası bile bazı çalışanlara çok gelebiliyor. Onlar da ayak bileklerine kuvvet, bisikletleri ile işe gidip geliyorlar. İnsanın aklına “Niçin gemi onarımı için ta Çin’e gidiyorsunuz, Türkiye’de bu işi yaptırsanıza” diye bir soru gelebilir. Lâkin buradaki onarımlar yaklaşık 3 kat daha ucuza geliyor. Bu sebeple bir çok gemi sahibi armatör, gemisini onarmak ve bakım yaptırmak için Çin’e gönderiyor. Kısacası tamamen “duygusal nedenlerle!” Çin tercih ediliyor. Çin yabancı sermayeyi ülkesine çekmek için iki önemli faktörü kullanıyor. Birincisi ucuz iş gücü, ikincisi ise neredeyse bir buçuk milyara yakın nüfusu ile büyük bir pazar olması. Burada üretilen her ürün elde kalmaz, o kadar çok insan var ki, muhakkak bir müşteri bulursunuz. Bütün dünya ekonomik krizle pençeleşip küçülürken Çin % 8 büyüdü. Bu rakam onlar içinde kötü, zira her yıl % 11 büyüyorlardı. Şu ana kadar gittiğim Çin şehirleri hep doğuda, yani zengin bölgede. Şanghay, Pekin (Bejing), Guangzou, Nantong, Zousan gibi şehirler oldukça gelişmiş. Avrupa şehirlerini aratmıyor. Çok hızlı bir kalkınma çabası var. Hemen hemen her yer şantiye alanı. Karada yer kalmayınca denizleri dolduruyorlar. Her yerde asma köprüler var. Hatta dünyanın en uzun köprüsünü de Çinliler yapmış. Yolu 120 km kısaltmak için denizin üstüne kilometrelerce uzunlukta köprü inşâ etmişler. İnsan şaşırmadan edemiyor. Bizde üçüncü köprü yapılacak diye kıyameti koparanları düşününce, niçin kalkınamadığımız çok bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Ne diyeyim; Allah, akıl fikir versin… Çin’in iç kesimlerine gitmedim, lâkin bir Türk iş adamının dediğine göre Batı bölgesinin aksine İç ve Doğu Çin tam bir perişanlık içinde. Parası olmayan insanların ölüme terk edildiğini söyledi. Benim gördüklerimle tamamen çelişkili olsa da, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Demek ki bu ülkede bölgeler arasında büyük fark var. Çinli insanlarda görüp de şaşırdığım en önemli konu; aşırı derecede uysal olmaları. Şiddet neredeyse hiç yok gibi. Hani o vurdulu kırdılı Çin filmlerindeki sahnelerin hiçbirisi yok. Aynı zamanda suç oranı şaşılacak derecede düşük. Gecenin bir yarısında yalnız başınıza yürüyün, kimse size dokunmaz. Bu durum beni çok şaşırttı. İngilizce’den anlayan birkaç kişiye bu durumu sordum. Dedim ki siz hiçbir dine inanmıyorsunuz. Hâlbuki bütün dinler, insanları ahlâksızlık, cinayet, hırsızlık gibi kötü davranışlardan korur. Bunu nasıl başarıyorsunuz? İlginç cevaplar aldım. Öncelikle Mao’nun ne derece dehşetli bir terör estirdiğini anlamış oldum. Evet, Çin’in meşhur “Kültür devrimi” esnasında 50 milyon insan öldürülmüştü. Korku dağlara taşlara sinmiş. Çinli vatandaşların kendi asker ve polisinden ödü patlıyor. Bir gemicinin anlattığına göre; insanlar satranç benzeri bir oyun oynarken bir polis geliyor ve masayı yıkarak, bağırıp çağırıyor. İnsanlardan hiçbir tepki yok, sadece başlarını eğip polisin gitmesini bekliyorlar. Polis gittikten sonra pek iddialı olduğu görülen oyunlarına devam ediyorlar. Bir yazımda Çin’de “4” sayısı pek kullanılmıyor demiştim. Hani ölüm kelimesi ile aynı anlama geldiği için kimse bu rakamı kullanmıyordu. Hatta Çin’in Şanghay havaalanındaki otelde dördüncü katın bulunmadığını asansörde 4 rakamı yazmadığını söylemiştim. Evet, Çinliler ölümden çok korkuyorlar. Devlet de bu korkuyu bildiği için küçük suçlarda bile “idam” cezasını hiç acımadan kullanıyor. İdam denince yağlı ilmek aklınıza gelmesin, kurşuna diziyorlar. Gerçi idam cezası ile ölümün hepsi kötü. Elektrikli sandalye çok mu insânî? Fakat kötü olan tam bir hukukî soruşturma yapılmadan insanların idam edilmeleri. Geçenlerde Doğu Türkistan’da olaylar olmuştu. Hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan yüzlerce insan öldürüldü. Bir kısmı da idam edildi. Bu olaylar bütün dünyanın gözü önünde cereyan ettiği için fazla detaya girmiyorum. Lâkin insanların ne derece sindirilmiş olduğunu şimdi daha iyi anlamışsınızdır sanırım. Bir hadiste “Hazret-i Âdem’den Kıyamet kopuncaya kadar Deccal’dan daha büyük bir fitne çıkmayacaktır” buyurulmaktadır. Büyük Deccal’in Bolşevik devrimi ile ortaya çıktığını Bediüzzaman’ın eserlerinden anlıyoruz. Evet, “Komünizm” öyle dehşetli bir fitnedir ki insanları işte böyle perişan etmiş. Rabbim hepimizi bu ahirzaman tehlikesinden muhafaza etsin. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kötü sözlerle melekleri kaçırmayalım |
Sinirli hâlinde de, sakin hâlinde de “insan” sıfatına en çok yakışan ve “insan” sıfatımızla asla taviz vermememiz gereken temel davranışlar; nezaket, nezahet, tatlı dil, yumuşak huy, hilm, güzel söz, güzel huy ve güzel davranıştır. Öfkeyle ne dediğimizi, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duymadığı sözler sarf etmek bizi hep utandırmış, hep mahcup etmiş, hep pişman etmiştir. Güzel dinimizde de bundan dolayı kötü söz sarf etmek haramdır, günahtır. Ama gelin, görün; bunu şeytanımıza ve “emmâre” sıfatıyla nam salmış nefsimize anlatın! Zor mu zor! İşte konunun imtihan konusu olduğu buradan anlaşılıyor! Kolay bir şey imtihan konusu olur mu? Olsa, ne kadar sevap ve feyiz getirebilir? Zor olmalı ki, sevap ve feyzi de bol olsun! Ahrette bize sevap ve feyiz lâzım çünkü, öyle değil mi? Kur’ân’da, “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle aranda düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiştir!” 1, “Onların sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir.” 2, “Kötülüğü en güzel şeyle uzaklaştır! Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri daha iyi biliriz!” 3 buyurulur. Âyetlerde Cenâb-ı Allah, kötülüğü iyilikle savanlara iki kat mükâfat vaad ediyor! Biz ise öfkemize yenik düşüyoruz ve en yakınımızdaki Müslüman’ı kötü sözlerle incitip çıkıyoruz! Kendimizde haklılık aramaya devam edebiliyoruz! Bakın; yukarıdaki âyetlerin tefsiri sadedinde Bediüzzaman diyor ki: “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur.” 4 Ben buradan, saygıdeğer okuyucularıma çağrı yapmak istiyorum: Şu güzel satırların yaşanmış hikâyesi varsa-–mutlaka vardır—lütfen bana yazın. Burada paylaşalım. İçinizde kalmasın. Güzel örnekler artsın. Bakın en yakınımızdaki kimselere—karımıza/kocamıza—bile bazen nezaketi ve iyi sözleri unutuyoruz ve şeytan bizi kendi kulvarına çekmeyi başarabiliyor! Şeytana bu başarısında fırsat vermememiz hepimizin boynumuzun borcu olsun! Bediüzzaman, Kur’ân’dan süzüp çıkardığı o güzel sözleriyle “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış” derken biz hâlâ ona buna eşimize dostumuza adavet etmekle, adavet çeken ve düşmanlık tetikleyen sözler sarf etmekle, küfretmekle, küfürle itham etmekle ve bunda kendimizi haklı bulmakla meşgulüz! Gelin bir kere deneyelim Allah aşkına: Bize kötü söz sarf eden eşimize aynı veya daha fazla kötü sözle mukabele etmeyelim; bir gün de eve bir gül ile gelelim! Bakın buzlar nasıl eriyiverecek! Ve bakın şeytan nasıl kahrolacak! Ve bakın rahmet-i İlâhiye nasıl tebessüm edecek! Ve bakın kalplerimiz nasıl yumuşayıp, barışıverecek! Peygamber Efendimiz (asm) ile Hazret-i Ebû Bekir (ra) oturup sohbet etmekteydiler. Bir adam geldi ve Hazret-i Ebu Bekir’e sövüp saymaya ve hakaret etmeye başladı. Hazret-i Ebu Bekir (ra) yüzünü çevirdi ve cevap vermedi. Peygamber Efendimiz (asm) tebessüm buyurdu. Ama adamın çenesi açılmıştı bir kere; kötü sözlerini ve hakaretlerini gittikçe arttırdı. Bu defa Hazret-i Ebu Bekir de (ra) adama cevap vermeye, hakaretlerini iade etmeye başladı. Peygamber Efendimiz de (asm) oradan kalkıp ileriye doğru yürüdüler. Hatasını anlayan Hazret-i Ebu Bekir (ra) derhal adamı bırakıp Peygamber Efendimiz’e (asm) yetişti ve özür diledi. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdular ki: “Evvelce senin yanında bir melek zahir olmuş; adama hak ettiği cevapları veriyordu. Sen adama cevap vermeye ve hakaretlerini iade etmeye başlayınca melek gitti, orada şeytan peydah oldu. Ben şeytanın bulunduğu yerde bulunmam!” Kötü sözümüzle meleği kaçırmak ve şeytanı dâvet etmek hiçbirimizin içine sinmez, değil mi?
Dipnotlar: 1- Fussilet Sûresi: 34. 2- Kasas Sûresi: 54. 3- Mü’minun Sûresi: 96. 4- Mektubat: s. 256. 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Gündoğdu’daki felâket |
Her bölgenin kendisine has özellikleri, güzellikleri ve tehlikeleri vardır. Karadeniz de yeşili ve mavisi ile bütün dünyanın ilgisini çekerken, bir yandan da hemen her yıl yaşanan sel felâketleriyle gündeme geliyor. Temmuz ve Ağustos ayları bol yağışlı olduğu için çoğu zaman seller meydana geliyor. Şimdilerde de Rize’nin Gündoğdu beledesinde yaşanan sel felâketinin yaraları sarılmaya çalışıyor. Gündoğdu, Rize ile Çayeli arasında şirin bir belde. Bir yanda deniz, bir yandan yemyeşil çay bahçeleriyle gözlere ziyafet çeken bir yer. Bölgede, şimdiye kadar bu ölçüde bir sel felâketi yaşanmamıştı. Takdir böyle imiş, sel sadece ‘gelip geçmedi;’ beraberinde 13 canı da aldı. İlahiyatçıların ifadesine göre ‘selde boğularak ölmek’ hükmen şehitlik hükmüne geçiyor. Bu vesile ile sel ve toprak kayması sebebiyle vefat edenlere Allah’dan (cc) rahmet, kederli ailelerine ve yakınlarına da sabırlar dileriz. Mekânları Cennet olsun inşallah. Gündoğdu’da meydana gelen ‘afat’ sonucu Hakkın Rahmetine kavuşanlardan Akif Kopuz’u yakinen tanımamız ve hadisenin yıllık iznimiz sebebiyle memleketimizde (Çayeli’nde) bulunduğumuz bir vakitte meydana gelmesi bizi de dolaylı olarak ilgilendirdi. Allah rahmet etsin; annesi, babası, hanımı ve iki çocuğuyla (aslında eşinin çocukları) birlikte vefat eden Akif Kopuz uzun yıllardan beri Çayeli’nde esnaflık yapan bir isimdi. Hatta bir dönem bir akrabamızın iş ortağıydı. Bu vesileyle her yıl ‘sıla-i rahim’ vesilesiyle memlekete gittiğimiz zaman kendisiyle uzun süre sohbetler ederdik. Mesleğimiz itibarıyla bize her türlü soru sorar ve vermeye çalıştığımız cevapları da itimatla dinlerdi. Ticaretle meşgul olduğu dükkânı, Çayeli Sahil Camiine çok yakın bir mesafedeydi. Camide ezan okunduğunda mutlaka cemaatle namaz kılar, yanında çalışanları da bu konuda ikaz ederdi. ‘Namaz dostu’ olarak bildiğimiz hemşehrimizin, kıldığı namazlarının kendisine ‘Burak’ olmanısını temenni ederiz. Sel ve heyelan felâketinin meydana geldiği gün, Rize’nin hemen her bölgesinde yağmur yağıyordu. Mesela, Senoz Vadisi de çok yağmur yağan yerlerden biri. Hatta, felâketin meydana geldiği günün gecesi, öyle yoğun ve sert yağmur yağdı ki, toprak kayması meydana gelebileceği yönünde ciddî endişelere kapıldık. Sabah olup hava açınca gördük ki, toprak kayması olmamış. Ama her an bu tehlike söz konusu. Netice itibarıyla bir ‘iklim değişikliği’nin olduğu akla geliyor. Güneşli günlerde yanıyor, yağmurlu günlerde de sel ve heyelan korsusuyla yaşıyoruz vesselam. Sel ve heyelan sebebiyle yapılan ‘teknik açıklamalar’ı uzmanlara bırakalım. Çünkü biz ne dersek diyelim, ‘devlet’ bildiğini okumanın peşinde. Felaket sonrası Karadeniz Oto Yolu’nın bir yönü trafiğe kapatılmıştı. Bölgeye yoğun trafik sonrası ulaştık ve yoğun çalışmalara şahit olduk. Nasıl ki “Marmara Depremi” akılların almayacağı büyüklükte tahribatlara sebep olmuştu, Gündoğdu’daki felaket de kendi ölçülerinde böyleydi. İş makinaları ve kamyonlar ‘toprak’ değil, ‘sulu çamur’ taşıyıp denize döküyordu. Hakikaten bilinen sel felaketlerine benzemiyordu. Felaketin meydana geldiği alan da çok sınırlı. Düşünün, ‘can’ların gittiği Gündoğdu’ya komşu olan ‘Balıkçılar’ semtinde ‘sel’e dair küçük bir işaret bile yoktu. Aynı şekilde, Çayeli ilçesi ile Gündoğdu beldesinin arasında sadece 10 km mesafe var ve Çayeli’nde de ‘sel’in işareti yoktu. Benim, başka bir nokta dikkatimi çekti: Sel felaketinin yaşandığı günün ertesi Cuma’ydı. Hiç değilse Rize ve ilçelerindeki camilerde bu konuda vaat ve hutbe verilmesini beklerdik. Ne yazık ki sel felaketinde vefat eden Akif Kopuz’un uzun yıllar namaz kıldığı Çayeli Sahil Camiinde de verilen vaat ve hutbede bu konuda tek kelam edilmedi. Üstelik, canezelerin 5’i aynı caminin ‘morg’undaydi! “Vefat edenlerden biri, camimizin cemaatiydi; Allah rahmet eylesin. Ruhlarına bir fatiha okuyun” demek çok mu zordu? (Bu konudaki serzenişimi caminin imam-hatibine bizzat ilettim.) Vefat edenler o caminin cemaati olmasa bile 10 km ötede ciddî bir felaket yaşanmışken ve bu işler de ‘tesadüf’ olamayacağına göre ‘standart’ hutbeleri bir kenara bırakıp ‘özel gündemli hutbe’ okunamaz mıydı? Biz mi çok ‘saf’ız; yoksa insanlar ‘her şeye alıştı’ mı? Bu vesileyle geçmişlerimize de Mevla’dan rahmet diliyoruz. Hepsinin mekânı cennet olsun inşallah... 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Görüşme” ya da “pazarlık” ve akıbeti… |
PKK’nın beş haftalık “geçici eylemsizlik kararı”nın akabinde Başbakan Danışmanı Yalçın Akdoğan, hükûmeti savunma maksadıyla “devletin terörist başı Öcalan’la irtibatının olduğunu” dile getirdi. Ardından Başbakan Erdoğan, “hükûmet değil, devlet görüşür” dedi. Ve bütün bunlar, beraberinde “PKK ile pazarlık yapılıp yapılmadığı” tartışmasını getirdi. Ancak, binlerce mahkûm arasında devletin ya da hükûmetin terör örgütü ile görüşmesi münâkaşaları ortasında, görüşmelerin akıbeti gürültüye geldi, geliyor. Nitekim, “Öcalan’la müzâkere değil de geyik muhabbeti mi yapıyorlar!” tepkilerine karşı, “Elbette devletin ilgili kuruluşlarının devletin cezâevinde kalan bir mahkûmla bir diyaloğu olacaktır” diyen Akdoğan, Öcalan’ın “12 Eylül’e kadar izleyip bakacağım, sonra daha büyük bir savaş başlayabilir’ tehdidinin, tek taraflı bir durum olup, bir anlaşma ve mutabakat olmadığına” delil olarak gösteriyor. Öcalan’ın yeni bir kart açarak, süreci şekillendirmeye çalıştığını söylüyor… Bu durumda, daha 13 Ağustos’a kadar karakol ve askerî birlik baskınları ve saldırılarıyla yoğun bir biçimde devam eden terörün sözkonusu müzâkerelerle durdurulmadığı; devlet ya da hükûmetin, terörist başı ile yaptığı görüşmelerde bir netice elde etmediği açıkça anlaşılıyor… Görünen o ki, hangi kanalla olursa olsun, “devlet görevlileri”nin ya da “hükûmet adına bürokratlar”ın, en son MİT Müsteşarı Yardımcısının İmralı’ya giderek bizzat Öcalan’la görüşmesinde açığa çıktığı gibi, terör örgütüyle müzâkereleri bir işe yaramıyor. Terör, tamamen terörist başının tâlimat aldığı hâricî mihrakların direktiflerine göre azıyor, azdırılıyor. “Açılım” sürecinde Öcalan’ın “muhatap” alınmasının terörü durdurmada bir sonuç vermediği ortaya çıkıyor…
FIRSAT DEĞERLENDİRİLMEMİŞ… ABD’nin Öcalan’ı Kenya’ya yollayıp paketleyerek teslim etmesinin üzerinden on bir yıl geçti. Belli ki Emniyet eski İstihbarat Dairesi Başkanı Hanefi Avcı’nın belirttiği gibi, bu fırsat değerlendirilmemiş. Önce Anasol-M, peşinden iki dönemdir AKP hükûmeti, bu esnada sıradan bir mahkûm gibi Öcalan’ı cezaevinde tutmuş. Öcalan’ın hücresinin 17 santim küçüldüğü, penceresinin boyu ve sineklik takılması, sağlığı gündeme gelmiş… Gerçek şu ki, günlerce terör örgütü sempatizanlarının bombalı, molotoflu, havai fişekli olaylı sokak gösterilerine konu oldu. Adalet Bakanlığı, bu konuda açıklamalar yaptı. Lâkin, her hafta avukatları aracılığıyla kamuoyuna, iç ve dış basına “mesajlar” veren, terör örgütüne “tâlimatlar” yağdıran terörist başı, terörün durdurulması için hiçbir “tâlimat” vermedi… Devlet ya da hükûmet terörist başı ile görüştü; fakat terörist başından bu süre zarfında, başta Kandil olmak üzere, Kuzey Irak terörist yuvalarındaki ya da Türkiye’nin dağlarındaki teröristlere terörü bırakmaları için hiçbir “emir” iletilmedi… Öcalan kâh “deve”, kâh “kuş” misâli, sürekli oyaladı. Zaman zaman terör örgütü üzerinden tehditler savurdu. BDP-DTP sözcüleri ile birlikte, “daha çok kan akacak!”, “terör tırmanacak, orta ölçekli isyanlar şehirlerde yayılacak!” şantajlarında bulundu. Sıkışınca da “inisiyatif elimde değil”, “aradan çekiliyorum, terör örgütü kendi kararını kendi verir” demeçleriyle işin içinden sıyrılmaya çalıştı… Gelinen safhada Öcalan “terörün durdurulması”ndan bahsediyor. Tam da “Demokratik Toplum Kongresi”nin ve “Daimi Meclis”in başta “özerk Kürdistan” olmak üzere Öcalan’ın “muhatap” alınıp “başmüzâkereci” olmasını ve “yol haritası”nın esas alınmasını şart koyduğu kritik safhada, güya “terörün durması” için yeniden “devreye giriyor”! Adı geçen Kongrenin Başkanı Türk’ün, devlete ve hükûmete, “Eylemsizliğe cevap verilmezse bizim bir kez daha eylemsizliği sürdürün çağrısında bulunmaya yüzümüz olmayacaktır!” açıklamasını yaptığı sırada, terörün tasfiyesi için “terör şantajı”yla “Öcalan’ın önerileri” ileri sürülüyor… “MUHARRİK-İ BİZZAT” DEĞİL… Oysa terörün tasfiyesinin ne İmralı’nın, ne Kandil’in, ne de Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin inisiyatifinde olmadığı, çeyrek asrı aşkın himâye ettiği Öcalan’a, Karayılan’a ve Barzani’ye hükmeden, Kuzey Irak’ı ve Irak’ı işgali altında tutan ABD’nin elinde olduğu âşikâr. 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da Erdoğan’ın Bush’la başbaşa görüşmesinde Kuzey Irak’ta cirit atan 150 kişilik “terörist elebaşı listesi”ni vermesine mukabil, PKK’yı “terörist örgüt” ve “ortak düşman” ilân eden sözde “stratejik müttefik” ABD, bugüne dek hiçbirini teslim etmedi, etmiyor. Kontrolü altındaki Irak’ta ve Kuzey Irak’ta terör örgütünün lojistik desteğini kesmedi. Finans kaynaklarını kurutmadı. Nüfuz ticaretini, silâh ve uyuşturucu kaçakçılığını engellemedi, engellemiyor. Kısacası, akıbet meydanda; terör örgütünün patronu, terör örgütünün silâh bırakması ve terörün tasfiyesi hususunda hiçbir yaptırımda bulunmadı, bulunamıyor. Bundandır ki terörü tasfiyede bir mesâfe alınmadı, alınamıyor… Özetle, İmralı’nın da, Kandil’in de, Kuzey Irak’ın da irâdesi elinde. Terör örgütü, bir “âlet-i lâ yeş’ur (şuursuz bir âlet)” ve “müteharrik-i bi’l gayr (başkaların tahrikiyle hareket eden)” olarak okyanuslar ötesinden gelen işgalcilerin güdümünde. Bunun içindir ki, muharrik-i bizzat olmayan Öcalan’ın “muhatap” alınmasının da hiçbir yararı olmadı, olmuyor. İmralı ile “diyalog ve müzâkereler”den bir netice alınmadı, alınmıyor. Bundandır ki, “devlet ya da hükûmetin terörist başı ile görüşmesi” tartışmaları boşuna… 29.08.2010 E-Posta: [email protected] |