Muzaffer KARAHİSAR |
|
Hatem usta |
Koçgazi Köyü’nün harman yeri, çocukluk yıllarımızda arkadaş grubumuzla hayvan otlattığımız, koşup oynadığımız yeşillik, düzlük bir alandır. Bir bahar günü yeşilliklerin, çiğdemlerin, çiçeklerin üzerinde köyün çocukları ile elsende, birdirbir, yakar top gibi oyunları oynadıktan sonra. Aşağıda söğütlerin yanına konuşlanmış, siyah bir göçer çadırı dikkatimizi çekti. Merakımızı gidermek ve oradaki insanların ilkel yaşantılarını ve neler yaptıklarını yakından görmek için gitmeye karar verdik. Yolda giderken herkes onlar hakkında çeşitli rivayetleri, söylentileri, bildiğini ve bilmediğini anlatıyordu. Onlarla ilgili kimisi abartıyor, kimisi onu yalanlıyor derken bütün dikkatimizle ve merakımızla çadıra yaklaştık. Biz küçükler çekindiğimiz için, büyük çocuklar önden yürüdüler çadıra, varıp selâm verip, oturdular. Onlardan cesaret alarak bizler de yanlarına oturduk. İlk dikkatimi çeken çadırın içerisinde yaşlı, iri yapılı ve esmer bir adamdı. Başında eğreti gibi duran kasketi, ciddî bakışları, kalınca bıyıkları ile duruşu sert bir insana benzese de bizlerin yanına oturmamıza müsaade etmesi, kimin çocuğu olduğumuzu sorması, bazen de espri yapması ile göründüğü gibi olmadığını gösteriyordu. Bir taraftan bizlerle konuşurken, bir taraftan da söğüt dallarından eğip bükerek sepet yapıyordu. Eli o kadar alışmış, meleke kesbetmiş ki, bizimle konuşurken bile iki elinin parmakları yapılan sepetin üzerinde hızlı, düzgün ve güzel bir şekilde çalışıyordu. Elinin çalışma ritmine başını, yüz hatlarını ve mimiklerini de katıyordu. Elinde ürettiği san'atına gerekli inceliği, düzgünlüğü ve zerafeti verebilmek için, eliyle beraber başını ve bedenini oynatıyor, yaşlanmış yüz hatları gerilip gevşiyordu. Tempolu ve seri bir çalışmanın sonunda sepetin yapımını bitirip son şeklini vermişti. Beyaz, desenli, saplı ve sanat harikası bir el emeğinin yapımını bitirmiş olmanın keyfine gelmişti sıra. Epey bir süre bitmiş sepetin altına, üstüne baktı. Karşı tarafa koydu ve gözlerini üzerinden ayırmadan baktıktan sonra eline aldı. Gülümseyerek ve bozuk Türkçesi ile içimizden en büyük olan Ese’ye “Bak bakalım yeğenim nasıl olmuş, beğendin mi?” diye uzattı. Bir ustanın yaptığı eserini bizlere uzatarak görüşümüzü sorması, muhatap alması, değer vermesi hoşumuza gitmişti. Taze söğüt ağacı kokulu, beyaz, süslü, yeni sepet elden ele dolaşırken, usta bir taraftan sepete bakıyor; bir taraftan da bizim yüzümüze bakarak sepetle ilgili fikrimizi ve övgümüzü takip ediyordu. Sonunda hem kendi nazarıyla, hem de bizim bakışımızla san'atının mükemmelliğine kanaati gelmişti. Bitmiş yeni sepeti de önceden yaptığı sepetlerin yanına bırakarak ayağa kalktı. Sekiz köşeli kasketini düzeltti. Üstünde birikmiş ağaç kırpıntılarını silkeledi, yukarısı çok geniş ve aşağıya doğru daralan, paçası düğmeli siyah pantolonunu düzelterek az ileriye malzeme getirmek üzere uyuşmuş ayakları ile, çarpık adımlarla sendeleyerek gitti. Geri döndüğünde kalbur ve gözer tabir edilen, buğday elemede kullanılan elekleri yapmak için ıslattığı hayvan derisini, sırım olarak dilmek için çadıra getirdi. Vakit hayli olmuştu. Yaş söğüt ağacının güzel kokusunun yerini, deri kokusu sarınca bizler müsaade alıp hızlı adımlarla evlerimizin yolunu tuttuk. Ertesi gün akşamüzeri, evde yalnız olduğum bir sırada kapısı çaldı. Ak köpeğimiz parçalayacak gibi havlıyordu. Pencereden batığımda elinde uzun değnekle, sırtına sepetleri, elekleri yüklenmiş, çil yüzlü yaşlı bir kadın, bir şeyler söylüyordu. Köpeğin sesinden söylediklerinden bir şey anlamadım. Sadece ekmek istediğini anlayabildim. Oyun arkadaşlarım bu kimselere kapı açılmaz, zarar verirler şeklinde abartılı şeyler anlatmışlardı. Çocukluk işte, o nedenle kapıyı açmadan: “Annem evde yok!” dedim. O da sessiz bir şekilde, başka yere uğramadan doğruca çadırın yolunu tutup uzaklaştı. O gittikten az sonra annem eve geldi. Ben bir kahraman edası ile olanları anlattım. Kapıyı açmadığımı, ekmek vermediğimi anlatınca annem çok kızdı ve birazda telâşlandı. “Ne yaptın sen? Kapıya gelip ekmek isteyene verilmez mi? O kadın Hatem Amca’nın hanımıdır. Herkes ona çingene Hatem, deseler de çok iyi bir insandır. Onlar çalışkan ve dürüst bir ailedir. Hatem Amca babanın da arkadaşıdır. Bizden başka, kimselerden ekmek istemezler. Baban bu davranışını duymasın. Çabuk ekmek ve yiyeceklerden hazırlayayım da koşarak götür” dedi. Beni aldı bir düşünce. Babamın çingeneden de arkadaşı olduğunu öğrendim ve şaşırdım. Çadırda “Ben, Hacı Mehmet’in, namı diğer Sarı Mehmet’in oğluyum” deyince bana sert bakışlarını yönelterek, hafif gülümsemişti. Ben de “Sarı Mehmet lâkabı hoşuna gitti, ona gülümsedi” diye içimden yorumlamıştım. Annemin hazırladığı ekmek paketini alıp koşar adımlarla çadıra ulaştım. Yaşlı Teyze gün boyu çalıştığı için, yorgunluktan çadırın yan tarafına ayaklarını uzatmış oturuyordu. Hatem Amca, çadırın içerisindeki minderin üzerinde başına namaz takkesi giymiş Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Kulaktan dolma bilgilerle meydana gelen önyargılarımdan yeteri kadar mahcup olmuştum. Ekmeği teyzeye verip bir an önce kaçmak istiyordum. Hatem Amca yanına çağırdı. Kendi el ürünü olan, süslemeli, ağaçtan yapılmış zarif bir sigara ağızlığını uzatarak: “Al bunu babana ver. Çok selâm söyle. Kapınızın önündeki ak köpeğe de gerçek dostların kim olduğunu öğretsin” dedi. Söylediklerinden pek bir şey anlamasam da elimdeki ahşap ağızlığı sıkıca tutarak, harman yerinin yeşil çimenlerinin üzerinden eve doğru koşar adımlarla uzaklaştım. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (17.08.2010) - Takvimdeki günlükten (20.07.2010) - Barla’da herşey güzel (06.07.2010) - Ülfetsiz bir nebze tefekkür (29.06.2010) - Hastalara şifalar |