Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir akşamüstü |
Yaz aylarında akşamüstü sohbetleri güzel olur. Sıcak bir günün ve iş yorgunluğunun ardından, ikindi sonrası gölgeler uzayıp koyulaşınca yeşillik bir mekânda sohbetin tadı bir başkadır. Kuşların, cırcır böceklerinin ve fıskiyelerin seslerine, esen rüzgârla ağaçların hışırtısı karışır. İnsanlar, ruhunu dinlendiren bu güzellik atmosferi içerisinde bir araya toplanmak için, sabırsızlıkla o saatleri iple çekerler. İkindi namazından sonra adeti veçhile herkes birbirinin yüzüne bakar; kimisi işaret eder, bahçeyi gösterir, bazısı da beni göstererek, misafiri gelirse bizim iş yatar ya da gecikir, diye kendi aralarında konuşurlar. O gün de bahçede toplanmak için hazırlık yaparken, kuruluşun yatakhanesinde rahatsızlanmış bir hastaya geçmiş olsun demek için uğradım. Abdülcelil Amca, aşırı bir rahatsızlık geçirmiş, tedavisi yapılıyordu. Rahatsızlığı ile ilgili, ameliyat sonrası patoloji raporu da gelmişti. Kendisine raporda yer alan menfi bilgileri söylemedik. Ama o, bir şeylerin iyiye gitmediğini, gün geçtikçe zayıflayıp, halsizleştiğini; hatta yürümeye dahi mecalinin kalmadığını, iştahının kapandığını biliyordu. Bu ziyaretimde masanın üzerine birçok telefon numarası, adresler ve isimleri sıralamış; hem sigara içiyor, hem de o adreslere, kartlara, isimlere ve numaralara bakıyordu. Çok arlı ve onurlu bir karakter yapısı olduğu için, benden herhangi bir yardım istemese de ben, onun birilerine ulaşmak istediğini fark ettim. Belliki hastalığı dolayısıyla kendini güçsüz ve yalnız hissediyor, yakınları ile telefonla da olsa uzaktan görüşerek sıkıntısını paylaşmak, moralini yükseltmek istiyordu. En çok sevdiği çocuklarından uzakta halsiz, mecalsiz, hasta ve yaşlı bir insanın iç dünyasında yaşadığı fırtınalar, acılar ve sancılara karşı böylesine bir teselli kaynağına ihtiyaç duymuş olmalıydı. Artık bizim telefon maratonu başlamıştı bile… Yanlış numaralar, cevap vermeyenler, değişmiş numaralar ve adresler... Bunlar Abdülcelil Beyin cebinde sararmış kâğıtlarda olan bilgiler. Bu bilgilerden bir sonuç elde edemeyince kayıtlara, kütüğe, yaşlı yakınlarının adres ve telefonlarını araştırmaya, karıştırmaya başladık. Bunlar işin biraz da kolay tarafıydı. Bir taraftan da bahçede toplanmış, sohbeti koyulaştırmış yaşlılar demli çaylarını hem yudumluyorlar, hem de bana haber gönderiyorlardı. “Gelsin artık devletin işi de bitmez, aşı da. Kalanına da yarın devam etsin” diyorlardı. Adres defterinden ilk olarak hasta yaşlımızın oğluna ulaştım. Kendimi tanıttıktan sonra: “Babanız sizinle görüşmek istiyor!” deyip herhangi bir yorum, tavsiye ve yönlendirme yapmadan telefonu Abdülcelil Beye uzattım. Oğluna hastalığının arttığını ya gelip götürmesini, ya da gelip ziyaret etmesini istiyordu. Bu kısa ifadelerin içinde aylarca, belki de yıllarca kalbinin derinliklerinde birikmiş hasret, sevgi ve şefkat ateşi ifadeleri yer alıyordu. Hissiz, duygusuz ve taş kalpli insanlara telefonda meramını anlatmaya çalışan aciz, zayıf ve çaresiz bir yaşlının yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla karışık serencamı; ondan önce beni derinden sarsmıştı. Dokuz tane çocuğu olmuş, bunlardan altı tanesi ayrı illerde, yerlerde, işlerde bulunuyorlardı. Üç tanesine ben ulaşıp babası ile görüşmelerini sağladımsa da; şimdi gelemeyeceklerini, işlerinin çok, rahatsız, uzakta, hastası olmaları gibi, bir sürü mazeretler sıralıyorlardı. Olanlara fazla tahammülüm kalmadığını anladığım anda elimdeki telefonu görevli bir personele uzatarak, kalanları arayıp görüştürmesini söyleyip bahçeye çıktım. Az ileride bizim sohbet grubu yarenlikleri sardırmışlar şaka, matrak, kahkaha gırla gidiyordu. Yanlarından geçtiğim halde sohbetin hararetinden ve cazibesinden beni dahi fark etmediler. Bahçenin yan tarafında tek başına, yalnız ve sessizce oturan; hiç çocuğu olmamış Hüseyin Amca’nın omuzuna elimi koydum. Ona çocuğu olmadığı için üzülmemesi; hatta şükretmesi gerektiğini söyledim. Yaşadığımız olayı isim vermeden anlattım. O da bana hak verircesine başını salladı, beni tasdik eden ifadeler kullandı. Akşama kadar bir vak'a üzerinde dönüp kalmıştım. Beni nadir olarak etkileyen olayların sırasına Abdülcelil Beyin durumu da girmişti. Bir baba çocuklarına her türlü fedakârlıkları gösterip, ömrünün tamamını vakfeder. Sonra çocuklar dönüp babasına bakmadığı gibi, selâm bile vermezler. Bunu anlamak ve anlatmanın zorluğunu yaşayanlar bilir. Bu durumda kalanlara bir çarenin olması gerektiğini düşündüm: “Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O'nu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur.” 1 Akşam namazından sonra tekrar odasına uğradım. Onun içinde bulunduğu hastalıktan, sıkıntıdan ve üzüntüden bir nebze uzaklaştırmak ve rahatlatmayı düşünüyordum. Akşam karanlığında odasındaki gece lambasının loş ışığında yatağına uzanmış ve yorganıyla derin alın çizgileri bulunan yüzünü, zayıflıktan halka olmuş gözlerinin yorgun ve ümitsiz bakışlarını örtmüş, iç dünyasında ve derinliklerde huzur, rahat ve teselli aramaya yönelmişti…
Dipnot: 1. Mektubat, 20. Mektup. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (20.07.2010) - Barla’da herşey güzel (06.07.2010) - Ülfetsiz bir nebze tefekkür (29.06.2010) - Hastalara şifalar |