Nejat EREN |
|
İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 1 |
Yol haritası: Risâle-i Nur
İnsanların büyük ekseriyetinin kafasının karışık olduğunu, mutsuz, bedbîn, ümitsiz ve olumsuz bir hayat yaşamakta olduğunu bütün ilmî veriler ve sahanın uzmanları söylüyor, yazıyor, anlatıyor. Biz bu yazımızda, daha ziyade inanan kesimin, özellikle de Müslümanların dine karşı “tatbikî” yaşantılarını yorumlamaya çalışağız. Kezâ İslâm memleketlerinde yaşayan Müslümanların durumu da maalesef iç açıcı değil. Ülkemize gelince, burada da Müslümanlar, cemaatler ve fertler açısından bazı temel İslâmî kavram, hüküm, prensip ve düsturları kavrama, anlama, yaşama konusunda çok değişik, noksan ve kusurlu uygulamalar var. Bütün bunların bir kısmını, özet olarak nazarlara vermeye çalışacağız. İslâmın kendine has çok geniş ve rahmet dolu bir felsefesi ve prensipleri vardır. Bu engin görüş ve ufuk hem bu dünyayı, hem ahiret âlemini, hem de insanları, melek, cin, şeytan ve ruhanileri içine alan, hikmetli ve derin bir prensipler manzumesidir. İslâmiyet, insanlığın hayat boyu devam edecek bütün hâl ve problemlerini; günlük hayatında gerekli olan her ihtiyaç ve karşılaşacağı her hâli en güzel, kısa ve tatmin edici bir şekilde izah etmek için vahyolunmuş ve ona rehber ve yol gösterici olarak Allah tarafından son elçiye indirilmiş bir dindir. Buna en büyük örnek ve delil ise “Asr-ı Saadet” olarak geçen, insanlığın en mutlu, mes’ud, bahtiyar ve müstesna zaman dilimidir. O zaman ve zemine bakıldığında, şartların en sıkıntılı ve olağanüstü zorluklarına rağmen; necip bir kavmi muhatap alarak inzâl olunan Kur’ânî düsturlar insanlık tarihinin şeref levhalarının en güzel örnekleri olmuştur. İnsanlığın yıldız simâları olan, Peygamber (asm) dostu, tarihe “sahabeler” ünvanıyla geçen yıldız insanları bahşetmiş bir dindir İslâmiyet. Ne mutlu kıymetini bilip onun ahkâmına büyük bir hassasiyetle uyabilenlere! Bugün yeryüzündeki Müslümanlar olarak; en büyük derdimiz, muhakkak ki, İslâmiyeti “tam olarak yaşayamamak”tır. Batılılardan ihtidâ edip “İslâmiyeti” seçenlerin, geriden geleceklere tavsiyesi ve şu bizi utandıracak tesbit ve ifadeleri konunun ne kadar derin ve ciddî olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer. Evet, onların bugünün Müslümanı hakkında ortak tesbitleri şu: “Biz Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in (asm) hayatını kaynağından inceleyerek Müslüman olduk. Bugünün Müslümanlarının ‘İslâmî yaşantılarına’ bakıp örnek almaya çalışsaydık, kat’iyen Müslüman olmazdık.’ Bu ibret verici tesbite göre, her birimizin yeniden bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor. Kaldı ki, aynı batılı kaynaklardan Vatikan’ın yaptığı araştırmalarda; batıda İslâmı seçenlerin % 33’ünün doğrudan Risâle-i Nur Külliyatı’nı okuyarak İslâmı seçtikleri gerçeği de “Nur Camiası” olarak içinde bulunduğumuz ve sahip olduğumuz değerlerin ne kedar tesirli ve kıymetli olduğunu gösteriyor. İşte, bunun içindir ki, dinimizi gerçek mânâda “yaşayamamanın” veya daha doğru bir ifadeyle “hakikî İslâma” uygun yaşayamamanın sebeplerini araştırıp, işin özüne inmemiz gerekiyor. Bu konuda galiba yeteri kadar enerji sarf edemiyoruz. Halbuki bu ulvî prensipleri gerçek yönleriyle tanıma, idrak etme, kavrama tam yerli yerine oturmuş değil. Bu durum, belki Müslümanların her birinin şuuraltlarında “İslâmı yaşamanın zor olduğu” yer bulduğundan, belki yeteri kadar zaman harcayamamaktan, belki çevrenin menfî etkilerinden, belki “okuyup araştıramama hastalığı”ndan, belki de himmet ve gayretimizi tam olarak bu sahaya yönlendirememekten vs. kaynaklanıyor. En sıkıntılı ve tehlikeli olanı ise, “dini tam olarak yaşayamadığımız halde; yaşadığımız hayatın dine uygun olduğu” aldatmacası. Bunlara ek olarak: Çoğumuz, işin özüne inemeyip, tam olarak kavrayamamış olabiliriz. Toplum hayatındaki rutin gidiş, hepimizi menfi yönde etkileyebilir. “Ülfet” denilen o büyük hastalık bizi bizden uzaklaştırmış olabilir. “Biliyorum ya!” diye bir vurdumduymazlık veya “bilgiçlik” duygusu bizi yanlışa sevk etmiş olabilir. Ve “tiryakilik” denen illetle idrakin, ferasetin, hamiyetin, himmet ve şehâmetin dumura uğramasına sebep olabilir. Doğru tarzı, istikametli gidişi, güvenilir neticeyi bulabilmek için asrın manevî tabibinin gösterdiği pencereden, semavî olan prensiplerden bakabilir, tefekkür edebilir ve anlayıp kavramaya çalışabilirsek belki de daha sağlam bir adım atmış oluruz. Yaşadığımız asrın çarpıklığının gereği ve dehşetli bir özelliği olarak her konunun kasıtlı olarak çığırından çıkarıldığını da gözden uzak tutmadan bu sahada olacakları sağlam bir kaynaktan aktarmamız gerekir ki, kafalar karışmasın, doğrular öne çıkıp tatbikinin zor olmadığı görülsün. Bundan dolayıdır ki, konunun hem anlaşılıp hem de tatbikî olarak yaşanabilmesi için “arzî ve dünyevî” değil “Kur’ânî, semavî ve vahyî” olan İslâmiyetin bu asırda da en güzel şekilde yaşanılabilirliğinin ve insanlığa çözüm ve saadet getirdiğinin güzel örneklerle ortaya konulması gerekiyor. Bu yazımızda, özellikle, Münâzarât ve Hutbe-i Şâmiye eserleri başta olmak üzere Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinden “İslâmî yaşantının”-–özele ve genele bakan—temel bazı prensiplerini nazarlara vermeye çalışacağız. Ve bir defa daha yakından göreceğiz ki, İslâmî hükümler ve esaslar: Başta Müslümanlar olarak bu yüce prensiplere uyulduğu takdirde, örneği yaşanmış o “Asr-ı Saadet”in mutluluk nesîmini bu asra taşımaya sebep olacak ve uygulamanın çok çok faydalı olduğu ve yaşanabilirliği bizzat görülecektir. İslâmî hüküm, emir, nehiy, tavsiye ve örneklerin; insanın ferdî, ailevî ve toplum hayatı için en kolay, en faydalı, en etkili ve en kısa, mantıklı, makul olan prensipler olduğu hissedilip idrak edilecektir. İnsanlığın en şereflisinin (asm) bizzat yaşayıp yaşattığı Kur’ânî hükümlerin bazılarının, onun vârisi olan bu asrın müçtehidinin temiz ve pâk hayatında ve onun çevresindeki “saff-ı evvellerin, rükûn, varis, sahip ve hasların” hayatıyla bir “şahs-ı manevî” halkası ile tatbik edilip “haslar dairesinde” devam ettirildiği görülecektir. Bu “şahs-ı manevînin” tesir ve faaliyetini daha güçlü hâle getirmek için, Risâle-i Nur’a muhatap olanlar başta olmak üzere, onun özünü kendisine “dâvâ” ve hayat felsefesi yapanların “doğru İslâmiyeti” yaşamaya daha fazla ihtimam göstermesi lâzımdır. Bütün bunların teoriği olan “yol haritası” Risâle-i Nur Külliyatı’nın tamamında mevcuttur. Torosların eteklerinde yaz tatilini boşa geçirmemek için “şahsî kemâlât” noktasındaki özel okumalarımızla daha sakin bir ortamda yapmaya gayret ettiğimiz bu çalışmayı, bu vesileyle nazarlarınıza arz etmek istiyorum. Aynı zamanda bu kısa ve özlü incelemede, İslâm-Batı felsefesi farkını ve neticelerini mukayeseli olarak görme imkânı da bulabileceğiz. Böylece belki bu hakikatlere her insanın ne kadar muhtaç olduğunu, uygulamamaktan dolayı da ne kadar zararda olduğumuzu görmüş olacağız. *** Risâle-i Nur Külliyatı’nda bu konuda geçen bir çok ifade ve terim var. Bunları zamana bırakarak, şimdilik, Üstad Bediüzzaman’ın, “Onlar sana indirilen Kur’ân’a da senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar ahirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir” (Bakara Sûresi, Âyet: 4) âyetinin tefsir ve yorumunda ifade buyurduğu harika tesbitine bakalım: “Zaman-ı Saadet’te (saadet asrında) Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır). Kökü Zaman-ı Saadet’te sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından (gerçek hayat suyunun kaynağından) kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri (yayıldıkları) gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere (insanlığa) maddî ve manevî semereleri (meyveler, neticeler) yetiştiriyor.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 52)
(DEVAMI YARIN) 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |