Ali FERŞADOĞLU |
|
Ecnebîler kitap, Türkler okuyanın canına okuyor! |
Üç yüz yetmiş üç bin kilometrekare toprağa sahip Japonya örneği en “çarpıcı” misâli ve isbatıdır. Bu kadar küçük toprak parçasında—o da adalardan meydana gelmiştir—123 milyonu aşkın bir nüfus var. Üstelik, ilim ve teknolojide harika üretim de... Kezâ Almanya, II. Dünya Harbinde yerle bir edildiği halde, iyi eğitilmiş ve hedefi çizilmiş yoğun nüfûsuyla, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisi. Japonya ilerledi de; ilk emri “İkra!” (Oku!) diyen bir kitabın sahibi Müslümanlar neden geri kaldı? 1- Okumadı! 2- Duyduğunu yanlış anladı! 3- Okul öncesi dönemden üniversite eğitiminin sonrasına kadar, “kitap okuma” stratejik bir konu olarak ele alınmıyor! 4- Çocuklar, anne babalarının elinde kitap görmüyor, televizyon kumandası, bilgisayar faresi görüyor! 5- Öğrenciler, öğretmenlerinin elinde kitap-kalem değil, sigara, kumar kâğıdı görüyor! Okumayla ilgili şu rakamlar ne kadar can acıtıcı: 2009 yılı itibariyle Türkiye’de toplam 45 çocuk kütüphanesi, 14 yazma eser kütüphanesi ve 55 gezici kütüphane olmak üzere toplam 1152 kütüphane olmasına karşılık Almanya’da 10.531, İngiltere’de 4.620, İspanya’da 5.209 kütüphane bulunduğunu söyleyen Avcı, yaptıkları araştırmanın sonuçlarını şöyle açıkladı: “Ülkemizdeki kütüphanelerin 52’si çeşitli nedenlerle kapalı bulunmaktadır. Türkiye’deki kütüphanelerde 13 milyon kitap olmasına karşılık, Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’daki kütüphanelerde 104 milyon kitap mevcut. Türkiye’de kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 493 bin 500 iken, İran’da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon, İngiltere’de 35 milyon kütüphane üyesi bulunuyor. “Almanya’da 7 bin 500 kişiye 1 kütüphane düşerken, Türkiye’de 68 bin 500 kişiye 1 halk kütüphanesi düşmektedir. Almanya’da halk kütüphanelerinde çalışan kütüphaneci sayısı 8 bin 337, Fransa’da 7 bin 88, İngiltere’de 6 bin 978, İspanya’da 3 bin 794, Türkiye’de sadece 333 kişidir. “Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. “Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor.” (anka) Türkiye’de kitap okuma oranı binde bir. Bir Türk 10 yılda bir kitap bitiriyor! Türkiye’de kitap 1928’lerden sonra resmen yasaklandı! Kur’ân okumak, tefsir okumak yasak! Üç kişi bir araya gelip kitap okursa, “örgüt” kabul ediliyor ve karakola, nezârete, hapse atılıyor ve mahkemelerde süründürülüyordu! Japon kitap okuyor, Türk ise okuyanın canına okuyor! Bugün Japonya’da, öğle üzeri bir miktar uyku, kanunî bir mecburiyet hâline getirilmiştir. Her işveren ve işyeri, bu imkânı çalışanına tanımak zorundadır. Bizde bu uyku sünnettir (kaylûle). Yoksa güzel hasletlerimiz, özelliklerimiz bireysel ve sosyal hayatımızda itibar görmediğinden bize küserek yabancılar çarşısında mı sergilenmeye başlamış? “Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazi yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar, Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın mânâsını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; ‘Evini mezat salonuna çevirmiş zavallı’ diye eğlenirler.” Gösteriş için eşyanın esiri olmak ne acı! İnşâallah okumanın, kitabın, ilmin kölesi olabilmek dileğiyle… 10.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nejat EREN |
|
İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 1 |
Yol haritası: Risâle-i Nur
İnsanların büyük ekseriyetinin kafasının karışık olduğunu, mutsuz, bedbîn, ümitsiz ve olumsuz bir hayat yaşamakta olduğunu bütün ilmî veriler ve sahanın uzmanları söylüyor, yazıyor, anlatıyor. Biz bu yazımızda, daha ziyade inanan kesimin, özellikle de Müslümanların dine karşı “tatbikî” yaşantılarını yorumlamaya çalışağız. Kezâ İslâm memleketlerinde yaşayan Müslümanların durumu da maalesef iç açıcı değil. Ülkemize gelince, burada da Müslümanlar, cemaatler ve fertler açısından bazı temel İslâmî kavram, hüküm, prensip ve düsturları kavrama, anlama, yaşama konusunda çok değişik, noksan ve kusurlu uygulamalar var. Bütün bunların bir kısmını, özet olarak nazarlara vermeye çalışacağız. İslâmın kendine has çok geniş ve rahmet dolu bir felsefesi ve prensipleri vardır. Bu engin görüş ve ufuk hem bu dünyayı, hem ahiret âlemini, hem de insanları, melek, cin, şeytan ve ruhanileri içine alan, hikmetli ve derin bir prensipler manzumesidir. İslâmiyet, insanlığın hayat boyu devam edecek bütün hâl ve problemlerini; günlük hayatında gerekli olan her ihtiyaç ve karşılaşacağı her hâli en güzel, kısa ve tatmin edici bir şekilde izah etmek için vahyolunmuş ve ona rehber ve yol gösterici olarak Allah tarafından son elçiye indirilmiş bir dindir. Buna en büyük örnek ve delil ise “Asr-ı Saadet” olarak geçen, insanlığın en mutlu, mes’ud, bahtiyar ve müstesna zaman dilimidir. O zaman ve zemine bakıldığında, şartların en sıkıntılı ve olağanüstü zorluklarına rağmen; necip bir kavmi muhatap alarak inzâl olunan Kur’ânî düsturlar insanlık tarihinin şeref levhalarının en güzel örnekleri olmuştur. İnsanlığın yıldız simâları olan, Peygamber (asm) dostu, tarihe “sahabeler” ünvanıyla geçen yıldız insanları bahşetmiş bir dindir İslâmiyet. Ne mutlu kıymetini bilip onun ahkâmına büyük bir hassasiyetle uyabilenlere! Bugün yeryüzündeki Müslümanlar olarak; en büyük derdimiz, muhakkak ki, İslâmiyeti “tam olarak yaşayamamak”tır. Batılılardan ihtidâ edip “İslâmiyeti” seçenlerin, geriden geleceklere tavsiyesi ve şu bizi utandıracak tesbit ve ifadeleri konunun ne kadar derin ve ciddî olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer. Evet, onların bugünün Müslümanı hakkında ortak tesbitleri şu: “Biz Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in (asm) hayatını kaynağından inceleyerek Müslüman olduk. Bugünün Müslümanlarının ‘İslâmî yaşantılarına’ bakıp örnek almaya çalışsaydık, kat’iyen Müslüman olmazdık.’ Bu ibret verici tesbite göre, her birimizin yeniden bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor. Kaldı ki, aynı batılı kaynaklardan Vatikan’ın yaptığı araştırmalarda; batıda İslâmı seçenlerin % 33’ünün doğrudan Risâle-i Nur Külliyatı’nı okuyarak İslâmı seçtikleri gerçeği de “Nur Camiası” olarak içinde bulunduğumuz ve sahip olduğumuz değerlerin ne kedar tesirli ve kıymetli olduğunu gösteriyor. İşte, bunun içindir ki, dinimizi gerçek mânâda “yaşayamamanın” veya daha doğru bir ifadeyle “hakikî İslâma” uygun yaşayamamanın sebeplerini araştırıp, işin özüne inmemiz gerekiyor. Bu konuda galiba yeteri kadar enerji sarf edemiyoruz. Halbuki bu ulvî prensipleri gerçek yönleriyle tanıma, idrak etme, kavrama tam yerli yerine oturmuş değil. Bu durum, belki Müslümanların her birinin şuuraltlarında “İslâmı yaşamanın zor olduğu” yer bulduğundan, belki yeteri kadar zaman harcayamamaktan, belki çevrenin menfî etkilerinden, belki “okuyup araştıramama hastalığı”ndan, belki de himmet ve gayretimizi tam olarak bu sahaya yönlendirememekten vs. kaynaklanıyor. En sıkıntılı ve tehlikeli olanı ise, “dini tam olarak yaşayamadığımız halde; yaşadığımız hayatın dine uygun olduğu” aldatmacası. Bunlara ek olarak: Çoğumuz, işin özüne inemeyip, tam olarak kavrayamamış olabiliriz. Toplum hayatındaki rutin gidiş, hepimizi menfi yönde etkileyebilir. “Ülfet” denilen o büyük hastalık bizi bizden uzaklaştırmış olabilir. “Biliyorum ya!” diye bir vurdumduymazlık veya “bilgiçlik” duygusu bizi yanlışa sevk etmiş olabilir. Ve “tiryakilik” denen illetle idrakin, ferasetin, hamiyetin, himmet ve şehâmetin dumura uğramasına sebep olabilir. Doğru tarzı, istikametli gidişi, güvenilir neticeyi bulabilmek için asrın manevî tabibinin gösterdiği pencereden, semavî olan prensiplerden bakabilir, tefekkür edebilir ve anlayıp kavramaya çalışabilirsek belki de daha sağlam bir adım atmış oluruz. Yaşadığımız asrın çarpıklığının gereği ve dehşetli bir özelliği olarak her konunun kasıtlı olarak çığırından çıkarıldığını da gözden uzak tutmadan bu sahada olacakları sağlam bir kaynaktan aktarmamız gerekir ki, kafalar karışmasın, doğrular öne çıkıp tatbikinin zor olmadığı görülsün. Bundan dolayıdır ki, konunun hem anlaşılıp hem de tatbikî olarak yaşanabilmesi için “arzî ve dünyevî” değil “Kur’ânî, semavî ve vahyî” olan İslâmiyetin bu asırda da en güzel şekilde yaşanılabilirliğinin ve insanlığa çözüm ve saadet getirdiğinin güzel örneklerle ortaya konulması gerekiyor. Bu yazımızda, özellikle, Münâzarât ve Hutbe-i Şâmiye eserleri başta olmak üzere Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinden “İslâmî yaşantının”-–özele ve genele bakan—temel bazı prensiplerini nazarlara vermeye çalışacağız. Ve bir defa daha yakından göreceğiz ki, İslâmî hükümler ve esaslar: Başta Müslümanlar olarak bu yüce prensiplere uyulduğu takdirde, örneği yaşanmış o “Asr-ı Saadet”in mutluluk nesîmini bu asra taşımaya sebep olacak ve uygulamanın çok çok faydalı olduğu ve yaşanabilirliği bizzat görülecektir. İslâmî hüküm, emir, nehiy, tavsiye ve örneklerin; insanın ferdî, ailevî ve toplum hayatı için en kolay, en faydalı, en etkili ve en kısa, mantıklı, makul olan prensipler olduğu hissedilip idrak edilecektir. İnsanlığın en şereflisinin (asm) bizzat yaşayıp yaşattığı Kur’ânî hükümlerin bazılarının, onun vârisi olan bu asrın müçtehidinin temiz ve pâk hayatında ve onun çevresindeki “saff-ı evvellerin, rükûn, varis, sahip ve hasların” hayatıyla bir “şahs-ı manevî” halkası ile tatbik edilip “haslar dairesinde” devam ettirildiği görülecektir. Bu “şahs-ı manevînin” tesir ve faaliyetini daha güçlü hâle getirmek için, Risâle-i Nur’a muhatap olanlar başta olmak üzere, onun özünü kendisine “dâvâ” ve hayat felsefesi yapanların “doğru İslâmiyeti” yaşamaya daha fazla ihtimam göstermesi lâzımdır. Bütün bunların teoriği olan “yol haritası” Risâle-i Nur Külliyatı’nın tamamında mevcuttur. Torosların eteklerinde yaz tatilini boşa geçirmemek için “şahsî kemâlât” noktasındaki özel okumalarımızla daha sakin bir ortamda yapmaya gayret ettiğimiz bu çalışmayı, bu vesileyle nazarlarınıza arz etmek istiyorum. Aynı zamanda bu kısa ve özlü incelemede, İslâm-Batı felsefesi farkını ve neticelerini mukayeseli olarak görme imkânı da bulabileceğiz. Böylece belki bu hakikatlere her insanın ne kadar muhtaç olduğunu, uygulamamaktan dolayı da ne kadar zararda olduğumuzu görmüş olacağız. *** Risâle-i Nur Külliyatı’nda bu konuda geçen bir çok ifade ve terim var. Bunları zamana bırakarak, şimdilik, Üstad Bediüzzaman’ın, “Onlar sana indirilen Kur’ân’a da senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar ahirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir” (Bakara Sûresi, Âyet: 4) âyetinin tefsir ve yorumunda ifade buyurduğu harika tesbitine bakalım: “Zaman-ı Saadet’te (saadet asrında) Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır). Kökü Zaman-ı Saadet’te sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından (gerçek hayat suyunun kaynağından) kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri (yayıldıkları) gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere (insanlığa) maddî ve manevî semereleri (meyveler, neticeler) yetiştiriyor.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 52)
(DEVAMI YARIN) 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın bizi affettiğini nasıl anlarız? |
Keziban Hanım: “Tövbe ettiğimizde Allah’ın bizi affettiğini nasıl anlarız?”
1- Bizi tövbe etmeye çağıran bizzat Cenâb-ı Hak’tır. İşte bazı âyetler: “Hepiniz Allah’a tövbe ediniz ey mü’minler! Tâ ki, kurtuluşa erebilesiniz.” 1 “Bu kitap size gönderildi ki, Rabb’inizden af dileyin. Sonra günahlarınızdan vazgeçmiş olarak O’na dönün. O da sizi takdir edilmiş olan ecelinize kadar güzel bir şekilde yaşatsın. Ve her fazilet sahibine lütuf ve ihsanıyla mükâfâtını versin. Yüz çevirirseniz, muhakkak ki, ben büyük bir günün azabının size gelmesinden korkarım.” 2 “Ey îman edenler! Allah’a tam bir ihlâs ile tövbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar. Ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün Allah’ın Peygamberi ve berâberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür.” 3 “Kim günah işler ve tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.” 4 2- Kur’ân’ın yaşayan müfessiri olan Peygamber Efendimiz (asm) tövbeye çok önem verir, kendisi de günde yüz defa tövbe ederdi. Buyururdu ki: “Ey insanlar! Allah’a tövbe ediniz ve O’ndan mağfiret isteyiniz. Muhakkak ki ben günde yüz defa tövbe etmekteyim.” 5 “Allah gündüz günahkârları tövbe etsin diye geceleyin elini açar. Gece günahkârı tövbe etsin diye gündüz elini açar. Tâ güneş batıdan doğuncaya kadar bu böyle devam eder.” 6 “Kim, güneş batıdan doğmadan önce tövbe ederse, Allah tövbesini kabul eder.” 7 3- Üstad Bedîüzzaman Hazretleri makbul bir tövbenin formülünü şöyle açıklar: “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur.” 8 4- Biz, geçmiş ve gelecek günahları bağışlandığı halde, günde yüz defa tövbe eden bir Peygamberin (asm) ümmetiyiz. Tövbe etmek bizim vazifemiz. Hulus-u kalbimiz ve samimiyetimiz nispetinde tövbemizin kabul edilmesini Rahmet-i İlâhiyeden umarız. Ümit kapısı açıktır ve ümit etmekle emrolunduk. Ümitsizlik bizim dinimizde yoktur. 5- Tövbemizin kabul edildiğini bilmemize gerek yoktur. Esasen hiçbir ibâdetin kabul edildiğini bilmemize imkân da yoktur. Biz Allah rızası için ibâdet yaparız, tövbe yaparız. Cenâb-ı Hak dilerse kabul eder. Takdir kendisinindir. 6- Esasen tövbemizin ve ibâdetlerimizin kabul edildiğini bilmek bizi amelde riyaya ve ucba, yani amelimize güvenmeye götürür. Oysa amele güvenmek tehlikelidir. Amele güvenemeyiz. Biz yalnızca Allah’ın rahmetine, lütfuna ve merhametine güveniriz. Ölünceye kadar tövbe etmek ve tövbemizi bozmadan Allah’a itaat ederek haramlardan uzak durmaya çalışmakla yükümlüyüz. Biz yükümlülüğümüzü Allah’ın yardımıyla yerine getirmeye çalışırız. Allah’ın rahmetini umarız. 6- Tevbe için en mühim adım, niyettir, kararlılıktır, pişmanlıktır, affedilmeyi cidden ummak ve istemektir, Allah’ın rızâsına tâlip olmaktır, bu amaca ulaşmak için harekete geçmektir, yöneliştir, Allah’a müteveccih olmaktır. 7- Çoğu insanın günah için hazır bir çevresi vardır. İnsan tek başına günahlarından ne kadar da pişmanlık duysa, bu çevreyi aşmadıkça pişmanlığını tövbeye ve istiğfara dönüştüremez. Çünkü çevresini inandırmak gibi bir mükellefiyetinin olduğunu zanneder. Oysa böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bununla beraber çevresi de adamın gerçekten pişmanlığına inanmadığı gibi; “Sen ha!... İnanmam!...” gibi sözlerle kişi ile tövbesi arasında kocaman bir dağ oluşturabiliyor ve bu engelden kişinin aşabilmesi hemen hemen imkânsız hale gelebiliyor. Bu açıdan, Allah’tan (cc) günahlarının bağışlanmasını, tövbesinin kabûlünü ve mağfiret edilmesini isteyen insan, kendisini günaha sürükleyen böyle bir çevreyi terk etmelidir. 8- Tevbe için bir diğer önemli adım da; tövbeye muvaffak olmuş ve amel-i salihte yoğunlaşmış bir “topluluk” içerisine dâhil olmak; bu toplulukla beraber ibâdet ve itaatte bulunmak ve bu “cemaati” terk etmemek; eski çevreye de aslâ dönmemektir. 9- Bizim, dünyanın kirinden, günahından, ufûnetinden, haramından ve mâlâyânî işlerinden kendimizi çekip alarak; Allah’ın adının anıldığı, tefekkür halinin yaşandığı, kalp ve aklımızın arındığı derslere “yönelişimiz” Allah katında makbule şâyân bulunuyor. Bu çerçevede, bizi günaha çeken çevreyi bırakıp; bizi ibâdet ve itaate yönlendiren câmia ile birlikteliğimize hız vermek hâlis tevbe için önemli bir adım teşkil etmektedir. Kötü alışkanlıklarımızı bırakma kudretini de yine, bu takva sahibi toplulukla birlikteliğimizde bulabiliriz.
Dipnotlar: 1- Nûr Sûresi: 31; 2- Hûd Sûresi: 3; 3- Tahrim Sûresi: 8; 4- Hucurat Sûresi: 11; 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 14; 6- Riyâzu’s-Sâlihîn, 16; 7- Riyâzu’s-Sâlihîn, 17; 8- Lem’alar, s. 91. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Urfa’da, Bediüzzaman’sız Ramazan olur mu? |
Metroya yetişmek için istasyonun altından hızla geçerken, bilbordda yazılı bir reklâmın başlığını okumuştum, ama net olarak değil. “Ramazan Bursa’da yaşanır“ şeklinde okuduğum ibareyi yorumluyordum “Her halde bizim büyük şehir belediyesinin, yine Bursa’yı tanıtıcı bir reklâmı” dedim kendi kendime. Ev dönüşünde, altında yazan yazıları da okumak niyetiyle tekrar baktığımda şaşırmıştım. Bilboarddaki yazının başlığının doğrusu şuydu: “Ramazan Urfa’da yaşanır.” Bir mânâ verememiş, düşünmüştüm. Urfa’dan tâ Bursa’ya ne alâka? Acaba eskiden Bursa-Urfa kardeş şehirdi, ondan dolayı mı, yoksa bizim valimiz Şahabeddin Harput’un daha önce Urfa valisi olmasından dolayı mı, bu reklâmları buraya astırmışlar? derken alttaki küçük yazıları okumaya başladım, bir taraftan da heyecanlanıyordum; Ramazan-Urfa ikilisi zikredilince, “Onları tamamlayan bir de Bediüzzaman vardır her halde” diye. ”Muhakkak” dedim, “bununla alâkalı bir şey, muhakkak Üstadımı da zikretmişlerdir.” Fakat, hepsini okuyunca şaşkınlığım çoğalmıştı, devamında şöyle yazıyordu, satır, satır: “Hz. İbrahim’in makamında tevekkülü, Hz. Eyyub’un mağarasında sabrı, Hz. Elyasa’nın köyünde hicreti, Harranî Hazretlerinde tefekkürü hissetmek için, Bu Ramazan Urfa’dayız” diyordu. Tahminimde yanılmıştım. Urfa’da Ramazan, ama Bediüzzaman’sız bir Ramazan, olacak şey miydi? Halbuki isimleri zikredilen bütün hazeratın, o bahsedilen sıfatlarının hepsini de şahsında toplayan Bediüzzaman, üstelik de “taşıyla toprağıyla mübarek” vasfını verdiği Urfa’da, daha doğrusu Urfa Belediyesince, isminin zikredilmesi unutulmuştu. Ankara’daki kardeşimle konuştuğumda, oraya da bu bilboardların asıldığını öğrendim ve ilgili siteden baktığımda şöyle bir bilgi öğrendim.
“RAMAZAN URFA’DA YAŞANIR" BİLBOARDI Şanlıurfa Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, inanç turizminde önemli bir yere sahip Şanlıurfa’ya dikkat çekmek, İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer metropol şehirlerde yaşayan vatandaşların Ramazan ayını Peygamberler şehri Şanlıurfa’da geçirmeleri için dâvet niteliğinde olan bazı bilboardlar hazırladı. Türkiye’nin birçok ilinde bilboardlarda yerini alan çalışma sayesinde Ramazan ayı boyunca şehre sayısız yerli turistin gelmesi bekleniliyor. Hayretim geçmemişti. Urfa ve Ramazan kelimeleri yan yana gelince; bizim aklımıza hemen onların mütemmimi, tamamlayıcısı Bediüzzaman kelimesi gelir. Urfa’da, neredeyse yarım asırdır, her Ramazan’ın 25. gecesi yapılan Bediüzzaman mevlidleri, artık Urfa’nın en az Balıklı Gölü kadar, Hz. İbrahim’in ( as) mekânı kadar iştihar bulmuştur. Belediye, inanç turizminden bahsediyor. 1974 yılında, Ankara’dan oraya gitmemiz hayal olan, ilk Urfa seyahatimizin sebebi neydi? Bizi genç yaşımızda Urfa’ya getiren saik neydi? Elbette ki Bediüzzaman Mevlidiydi. Ve her sene o tarihlerde Urfa’ya binlerce Nur Talebesi, gerek yurdun çeşitli bölgelerinden ve gerekse dünyanın değişik memleketlerinden gelmektedir. Bir anda binlerce insan Urfa’yı ziyaret etmektedir. Bundan iyi, bundan büyük inanç turizmi mi olur? Urfa Belediyesinin muhterem erkânı bunu nasıl dikkate almamıştı da, Ramazan ve Urfa’nın yanına, nasıl olmuştu da, Bediüzzaman’ın ismini zikretmeyen bir reklâm yapmışlardı. Acaba birilerinin şerrinden korktukları için mi bahsetmemişler, ismini zikretmemişlerdi Bediüzzaman’ın? Halbuki Bediüzzaman, son demlerini yaşadığı günlerde arabanın şoförüne Urfa’yı istikamet olarak gösteriyordu. Ecdadı İbrahim Aleyhisselâmın yanına gidiyordu. Onun dergâhına, onun makamına doğru… Gerçi her ne kadar hayatında ona rahat yüzü göstermeyen hainler, vefatından sonra da, nebbaşlık vasıflarını göstererek, aziz naaşını bilinmeyen bir yere götürdülerse de; O, yine dergâhta, Halil-ür rahmanda, onun kabri, kabir yeri, oracıkta duruyor. Her gün binlerce kişinin ziyaretleriyle, Fatiha okumalarıyla beraber…. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir akşamüstü |
Yaz aylarında akşamüstü sohbetleri güzel olur. Sıcak bir günün ve iş yorgunluğunun ardından, ikindi sonrası gölgeler uzayıp koyulaşınca yeşillik bir mekânda sohbetin tadı bir başkadır. Kuşların, cırcır böceklerinin ve fıskiyelerin seslerine, esen rüzgârla ağaçların hışırtısı karışır. İnsanlar, ruhunu dinlendiren bu güzellik atmosferi içerisinde bir araya toplanmak için, sabırsızlıkla o saatleri iple çekerler. İkindi namazından sonra adeti veçhile herkes birbirinin yüzüne bakar; kimisi işaret eder, bahçeyi gösterir, bazısı da beni göstererek, misafiri gelirse bizim iş yatar ya da gecikir, diye kendi aralarında konuşurlar. O gün de bahçede toplanmak için hazırlık yaparken, kuruluşun yatakhanesinde rahatsızlanmış bir hastaya geçmiş olsun demek için uğradım. Abdülcelil Amca, aşırı bir rahatsızlık geçirmiş, tedavisi yapılıyordu. Rahatsızlığı ile ilgili, ameliyat sonrası patoloji raporu da gelmişti. Kendisine raporda yer alan menfi bilgileri söylemedik. Ama o, bir şeylerin iyiye gitmediğini, gün geçtikçe zayıflayıp, halsizleştiğini; hatta yürümeye dahi mecalinin kalmadığını, iştahının kapandığını biliyordu. Bu ziyaretimde masanın üzerine birçok telefon numarası, adresler ve isimleri sıralamış; hem sigara içiyor, hem de o adreslere, kartlara, isimlere ve numaralara bakıyordu. Çok arlı ve onurlu bir karakter yapısı olduğu için, benden herhangi bir yardım istemese de ben, onun birilerine ulaşmak istediğini fark ettim. Belliki hastalığı dolayısıyla kendini güçsüz ve yalnız hissediyor, yakınları ile telefonla da olsa uzaktan görüşerek sıkıntısını paylaşmak, moralini yükseltmek istiyordu. En çok sevdiği çocuklarından uzakta halsiz, mecalsiz, hasta ve yaşlı bir insanın iç dünyasında yaşadığı fırtınalar, acılar ve sancılara karşı böylesine bir teselli kaynağına ihtiyaç duymuş olmalıydı. Artık bizim telefon maratonu başlamıştı bile… Yanlış numaralar, cevap vermeyenler, değişmiş numaralar ve adresler... Bunlar Abdülcelil Beyin cebinde sararmış kâğıtlarda olan bilgiler. Bu bilgilerden bir sonuç elde edemeyince kayıtlara, kütüğe, yaşlı yakınlarının adres ve telefonlarını araştırmaya, karıştırmaya başladık. Bunlar işin biraz da kolay tarafıydı. Bir taraftan da bahçede toplanmış, sohbeti koyulaştırmış yaşlılar demli çaylarını hem yudumluyorlar, hem de bana haber gönderiyorlardı. “Gelsin artık devletin işi de bitmez, aşı da. Kalanına da yarın devam etsin” diyorlardı. Adres defterinden ilk olarak hasta yaşlımızın oğluna ulaştım. Kendimi tanıttıktan sonra: “Babanız sizinle görüşmek istiyor!” deyip herhangi bir yorum, tavsiye ve yönlendirme yapmadan telefonu Abdülcelil Beye uzattım. Oğluna hastalığının arttığını ya gelip götürmesini, ya da gelip ziyaret etmesini istiyordu. Bu kısa ifadelerin içinde aylarca, belki de yıllarca kalbinin derinliklerinde birikmiş hasret, sevgi ve şefkat ateşi ifadeleri yer alıyordu. Hissiz, duygusuz ve taş kalpli insanlara telefonda meramını anlatmaya çalışan aciz, zayıf ve çaresiz bir yaşlının yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla karışık serencamı; ondan önce beni derinden sarsmıştı. Dokuz tane çocuğu olmuş, bunlardan altı tanesi ayrı illerde, yerlerde, işlerde bulunuyorlardı. Üç tanesine ben ulaşıp babası ile görüşmelerini sağladımsa da; şimdi gelemeyeceklerini, işlerinin çok, rahatsız, uzakta, hastası olmaları gibi, bir sürü mazeretler sıralıyorlardı. Olanlara fazla tahammülüm kalmadığını anladığım anda elimdeki telefonu görevli bir personele uzatarak, kalanları arayıp görüştürmesini söyleyip bahçeye çıktım. Az ileride bizim sohbet grubu yarenlikleri sardırmışlar şaka, matrak, kahkaha gırla gidiyordu. Yanlarından geçtiğim halde sohbetin hararetinden ve cazibesinden beni dahi fark etmediler. Bahçenin yan tarafında tek başına, yalnız ve sessizce oturan; hiç çocuğu olmamış Hüseyin Amca’nın omuzuna elimi koydum. Ona çocuğu olmadığı için üzülmemesi; hatta şükretmesi gerektiğini söyledim. Yaşadığımız olayı isim vermeden anlattım. O da bana hak verircesine başını salladı, beni tasdik eden ifadeler kullandı. Akşama kadar bir vak'a üzerinde dönüp kalmıştım. Beni nadir olarak etkileyen olayların sırasına Abdülcelil Beyin durumu da girmişti. Bir baba çocuklarına her türlü fedakârlıkları gösterip, ömrünün tamamını vakfeder. Sonra çocuklar dönüp babasına bakmadığı gibi, selâm bile vermezler. Bunu anlamak ve anlatmanın zorluğunu yaşayanlar bilir. Bu durumda kalanlara bir çarenin olması gerektiğini düşündüm: “Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O'nu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur.” 1 Akşam namazından sonra tekrar odasına uğradım. Onun içinde bulunduğu hastalıktan, sıkıntıdan ve üzüntüden bir nebze uzaklaştırmak ve rahatlatmayı düşünüyordum. Akşam karanlığında odasındaki gece lambasının loş ışığında yatağına uzanmış ve yorganıyla derin alın çizgileri bulunan yüzünü, zayıflıktan halka olmuş gözlerinin yorgun ve ümitsiz bakışlarını örtmüş, iç dünyasında ve derinliklerde huzur, rahat ve teselli aramaya yönelmişti…
Dipnot: 1. Mektubat, 20. Mektup. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Ayın içinden geçmek |
Sıcak mevsimde, sıcak günlerde, sıcak gündemlerle giriyoruz Ramazan’a. Günah ağırlıklarını atmak, zihindeki zehirleri temizlemek, kalpteki kirleri elimine etmek, ruhu inceltmek, saflığı, sâfiyeti, serinliği bulmak için. Sıkı tutsak ve o bizi bırakmasa bir ay boyunca, bin aylık bereket bulacağız; ne serinletici müjde, ne büyük kâr ve kazanç. Bütün gündemi bu müjde kaplasa yeridir; bütün meşguliyetler, bütün uğraşılar, bütün kelâmlar, bütün susmalar ve nazarlar bunun üzerinde dönse, dünya döndükçe de bu hâl üzere dönülse boşuna dönülmüş olmaz. Kısa ömürde, sönük iktidar, cüz’î irade, az iş, az amelle azametli bir şükrü ifâ etmek... Bereketin büyüklüğüne tarife ne hâcet. İhtiyaçlar içinde boğulmuş, fakirlikte ezilmiş, acizlikte zelil düşmüş ruh-u beşere ne serinletici bir sevinç; Ramazan’ın içinden geçmek, onu içine çekmek, sımsıkı tutmak, karşılıklı tutuşmak… Bu tutuşma olmasa imansızlık ateşinden nasıl korunur, cehennem ateşinden nasıl uzaklaşırız? İçinden geçeceğimiz yolculuğu ne denli içselleştirir, ne denli şuur altına yerleştirirsek o denli şuur üstüne ve hâle akseder, bütün aylara sirayet eder. Bin aya bedel yolculukta durulmuş duygular, arınmış zihin, sâfîleşmiş gönül, incelmiş ruhla; acizliğiyle Kudret sahibine, fakirliğiyle Ganiy-yi Mutlak’a, rızka muhtaçlığıyla Rezzak’a parlak bir âyine olunur. Kudreti, Rahmeti, Keremi, İhsanı sonsuz Rahman ü Rahim onu muhatap kabul eder. Hızlı akan aynalar serüveni Ramazan. Geride güzel sûretler bırakan ileriye güzellikler taşır. Sahur ayrı bir ayna, iftar başka bir ayna, gece başka bir pencere, gündüz başka bir veçhe. Hep şükür, hep hamd… Hepsi Cemâl-i Zülkemal ve’l-İkram’dan yansıma, isim ve sıfatlarının tecellisi. Sıcaktan teselli, musîbetten teselli, acizlikten, fakirlikten, zaaftan teselli, sıkan zulümlü gündemlerden teselli; her şeyi kabza-ı tasarrufunda tutan Âlim, Hâkim, Rahîm’e olan imanın büyüklüğü nispetinde. Ramazan bedenen ve ruhen yenilenme, temizlenme ayı. Gökteki ay kadar parlak ve berrak olma fırsatı. Aya tutunan ışığın kaynağını bulacağı gibi oruca tutunan da rahmete biraz daha yaklaşır. Evet, gündem Ramazan, gündem şükür, gündem günahlardan arınma, gündem kulluk… Sıcaklar serinliğe, serinlikler sıcaklığa dönse de soğumayacak gündemde değişmeyen madde... Yolcuyuz ve yolculuğun yoğun ibadet ve ubudiyetle yürüneceği aya geldik. Ay içimize doğsun, ışıktan ellerine sımsıkı tutunalım ki ubudiyet semasında mahbubiyet makamına çıkalım. Şerif Ramazan evlerimize, sokaklarımıza, caddelerimize, yüzümüze, yüreğimize şeref ver, içinden geçerken sen de içimizden geç. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniye ve Risâle-i Nûr |
Cadde-i Kübrâ; en selâmetli Kur’ân yolu; Sahâbe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların tâ’kîb ettikleri yol olarak tâ’rîf ediliyor. Cadde-i kübrâ-i Kur’âniye ise Kur’ân’ın büyük, geniş ve sağlam caddesidir; Kur’ân yoludur. Bedîüzzaman Hazretleri de mesleğini “Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye”1 olarak tâ’rîf eder. Böylece mesleğinin dar bir kulvar ve patika bir yol olmadığını açık olarak ifâde etmiş olur. Risâle-i Nûr mesleği ise, cadde-i kübrâ olan sahâbe mesleğinin bir yansıması ve cilvesi olma cihetiyle Kur’ân’dan gelen hak düsturlara ve hakîkat-ı İslâmiyeye bağlıdır. Ve bu cihetle İlâhî hidâyete tâbi’ ve muhâfızı olmaları sebebiyle bir şahs-ı mânevîye ittibâ’ edilir, merciiyet mânâsında şahıs veya şahıslar nazara alınmamalıdır. Nûr Çeşmesi eserinde bir mektupta ise Cadde-i Kübrâ şu ifâdelerle îzâh edilmektedir: “Risâle-i Nûr, verâset-i nübüvvet yoluyla doğrudan doğruya hakîkatü’l-hakâika yol açmış cadde-i kübra-ı Kur’âniyedir.”2 Bu îzâhlardan da anlaşılacağı gibi “Risâle-i Nûr’un yolu, mesleği, bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahvâl-i rûhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umûmî bir cadde-i Kur’ân’dır. Serâpâ ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir.” 3 Ayrıca “Cadde-i kübrânın, velâyet-i kübrâ olan ehl-i verâset-i nübüvvet olan Sahâbe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir”4 denilerek bu caddenin ilk mümessillerinin ve tatbîkatçılarının Sahâbe ve Selef-i Sâlihîn olduğu da nazarlara sunulmaktadır. Bedîüzzamân Hazretleri cadde-i kübrâyı değişik eserlerinde daha müşahhas olarak netleştirmekte ve şöyle îzâh etmektedir: “Şems-i risâletin en yakın yıldızları ve en karîb vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, dahâ ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır. Evet, cadde-i kübrâ, Sahâbe ve Tâbiîn ve asfiyanın caddesidir.”5 Esâsında cadde-i kübrâ yolu, Efendimiz Hz. Muhammed’in (asm) mi’râcıyla ümmete açılan bir yoldur. Böylece “Bütün evliyânın sultanı olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve rûhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin kerâmet-i kübrâsı olan Mi’râcı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakâik-i îmâniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi’râc merdiveniyle Arşa çıkmış, Kab-ı Kavseyn makâmında, hakâik-i îmâniyenin en büyüğü olan îmân-ı billâh ve îmân-ı bi’l-âhireti aynelyakîn, gözüyle müşâhede etmiş, Cennete girmiş, saâdet-i ebediyeyi görmüş, o Mi’râcın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliyâ-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, rûhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’râcın gölgesi içinde gidiyorlar.” 6 Bu cadde-i kübrâ yolu açık bırakılarak Efendimiz’in (asm) mi’râc ile açtığı bu yoldan “sahâbe, tâbiîn ve asfiyâ” gitmiştir. Bu asırda ise sahâbe mesleğinin bir cilvesi ve âhirzamanda mi’râc-ı Kur’ân yolu olarak Risâle-i Nûrlar o yolda hizmetine devam etmektedir. Bu mânâda Bedîüzzamân Hazretleri Mesnevî-i Nuriye’de şu önemli tesbitleri yaparak mesleğinin cadde-i kübrâda gittiğini ve Kur’ân’dan feyiz suretinde aldığını söylemektedir: “Tevfik-i İlâhî refîki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahîrden hakîkate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakîkat-i tarîkati, tarîkatsiz feyiz sûretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve kezâ, maksûd-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi (âlet ilimlerini) okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsân etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.” 7 Yine Barla Lâhikası’ndaki bir mektupta bir Nûr Talebesinin şu açıklamaları da konumuza bakmaktadır: ”Nûranî ve ziyâdar cadde-i kübrâ-yı mânevîyede seyr ü seyâhat eden umûm âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve âramsız (durmaksızın) tulû eden Risâle-i Nûr eczaları gibi, feyiz ve mârifet güneşlerinin haberlerini işittikçe, rûhum güller gibi açılıyor.”8 Bedîüzzamân Hazretleri Mesnevî-i Nuriye eserinde “Mârifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan mi’râcların usûlü dörttür” demektedir. Bu usûller şöyle îzâh edilmektedir. “Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhâcıdır.”9 Bu birinci usûl insanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakîkate ulaşmaya çalışanların meslek ve yoludur. “İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarîkidir.”10 Var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkân; ve sonradan meydana gelme, yok iken var edilme olan hudûsa dayanan kelâm âlimlerinin, kelâmcıların yoludur. “Bu iki asıl, çendan Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka sûrete ifrâğ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masûn kalmamışlar.”11 Böylece, bu iki yol olan ”Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhâcı” ile “İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarîki” Kur’ân’dan alınmış ve şubelenmiştir. Lâkin insanların fikri ve düşünceleri başka başka sûrete geçtiğinden ve başka şekle çevrildiğinden çok uzunlaşmış ve zorlaşmıştır. Ayrıca vehimlerden, evhâm ve vesveselerden masûn kalamamış ve kurtulamamıştır. Umûma eşmel ve şâmil bir yol olamamışlardır. “Üçüncüsü: Şübehât-âlûd hükemâ mesleğidir.“12 Şüpheler bulaşmış ve şüphelere bulanmış olan şübehât-âlûd olan filozofların mesleğidir. Bu meslek de insanları şüphe ve vehimlerden kurtaramamış ve sâhil-i selâmete çıkaramamıştır. “Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle berâber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzûh cihetiyle beşerin umûmuna en eşmeli olan mi’râc-ı Kur’ânîdir.”13 Kur’ân’a ait belâgat, Kur’ân’ın kendisine has olan sözleri ve belâgatının yüksek ve yüce mertebesini ilân etmekle birlikte, ahenkli, akıcı ve güzel ifâde olan cezâlet yönüyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve kolay anlaşılırlık, ifâde açıklığı cihetiyle insanların umûmuna en şümûllü ve kapsayıcı olan Kur’ân’ın tâ’rîf ettiği yol, Kur’ân’ın izlediği tarîk olan mi’râc-ı Kur’ânîdir. “Hem o arşa çıkmak için dört vesîle vardır: İlhâm, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.”14 İşte bu dördüncüsü ve en birincisi olan mi’râc-ı Kur’ânî yolu Risâle-i Nûr’un yolu olan en selâmetli, kısa bir tarîk-i Kur’ân’îdir. Yazımızı Mustafa Sungur Ağabeyin Aydınlar Konuşuyor adlı eserde bahsettiği Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin Risâle-i Nûrlar ve tarîk-i Kur’ânî için yapmış olduğu îzâhları tâ’kip ederek tamamlayalım: Bedîüzzamân son Ankara seyâhatlerinden birinde beş altı meb’us ziyâretine geldiği zaman sohbet esnâsında onlara şu husûsu anlatmıştı: “Ben altmış sene evvel, bu zamanda hakîkate ulaştıracak bir yol arıyordum. Yâ’nî bu zamanda sağlam bir îmân ve i’tikâd elde etmek, İslâmı tam anlamak, menfî ve muzır çok cereyanların hücûmunda sarsılmamak için kısa bir yol aradım. Evvelâ ‘hükemâ mesleğine’ mürâcaat ettim. Yalnız akıl ile hakîkate ulaşmak istedim. Pek çok zor ile iki defa hakîkate ulaştım. Baktım beşeriyetin en dâhileri dahi yarı yolda kalmışlar, ancak bir iki kişi sırf akıl ile hakîkate ulaşabilmişler. “O zaman dedim: ‘Beşerin en dâhilerinin gidemediği bir yol umûma tâ’mîm olamaz’ diye o yolu terk ettim. Çünkü çok feylesoflar, hatta İbn-i Sina, Fârâbî, Aristo ve sâireleri yarı yolda kalmışlar. Ancak bir iki kişi hakîkate çıkabilmiş gördüm. O zaman anladım ki, beşerin en dâhilerinin çıkamadığı bir yol, bir meslek, umûma cadde olamaz. “Sonra tasavvuf mesleğine mürâcaat ettim, tetkik ettim; gördüm ki çok nûrlu, çok feyizlidir. Fakat âzamî i’tinâ istiyor. Bu yolda ancak ehassü’l-havas gidebilir. Bu da bu zamanda umûma yol olamaz diye Kur’ân’dan istimdâd eyledim. Cenâb-ı Hakk’a şükür, Risâle-i Nûr ihsân edildi. Bu zamanda ehl-i îmâna selâmetli, kısa bir tarîk-i Kur’ânî’dir.”15
Dipnotlar: 1- Lem’alar, 2005, s: 396. 2- Nûr Çeşmesi, s. 137. 3- Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 51. 4- Mektubat, 2004, s. 762. 5- Mektubat, 2004, s. 138, 39. 6- Mektubat, 2004, s. 516. 7- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 336. 8- Barla Lâhikası, 2006, s. 311. 9- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 394. 10- Age, s. 394. 11- Age, s. 394. 12- Age, s. 395. 13- Age, s. 395. 14- Age, s. 395. 15- Aydınlar Konuşuyor, 1979, 2. Baskı, s. 399. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Abartılı iddialar… |
Nusaybin’de üç şehidin verildiği günde, beş gün süren YAŞ’tan sonra dört günlük bekleyişin ardından, bir dizi spekülasyonun ve “Asker diretti, Başbakan çizdi!”, manşetlerinin akabinde “mutâbakatlı kararnâme” çıktı. AKP iktidarına dizi dizi medhiyelerin ve Başbakan’ın “beyaz gömlek” ve “kefen” nutuklarını attığı esnada, Genelkurmay Başkanlığına “hükûmetin istemediği” diye lanse edilen Org. Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanlığına ise, üç gün önce 1. Ordu Komutanlığına getirilen, 28 Şubat postmodern darbe sürecinde—4 Şubat’ta—“demokrasiye balans ayarı vermek” için Sincan’da tankları sokaklarda yürüten komutan olarak tanınan ve askerî okullara gönderdiği “gizli emir”le ilmî, tarihî ve dinî kitapları yasaklatan Org. Erdal Ceylanoğlu, teâmüller zorlanarak atandı. KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığına (EDOK) Erzincan Ergenekon dâvâsının 1 numaralı sanığı 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in atanması ve “internet andıcı iddianâmesi”nde adı geçen Genelkurmay Adlî Müşâviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu’nun tümgeneralliğe terfi etmesinin yanı sıra, son “kararnâme” ile “Balyoz Dâvâsı”nda haklarında yakalanma emri bulunan 102 isim arasında yer alanlar da—hükûmet çevrelerince söylenenlerin aksine—terfi edilip kritik görevlere getirildiler. Bu kapsamda, YAŞ’ta terfi eden 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek, EDOK Komutan Yardımcılığına, Tümgeneral Gürbüz Kaya Harita Genel Komutanlığına, Tümgeneral Sadık Çelikörs Genelkurmay Genel Sekreterliğine getirildi. Ayrıca Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tümgeneral Metin Gürak terfi edip İstanbul’a atandı…
27 MAYIS-12 EYLÜL SÜRÜYOR… Neticede Başbakan’ın günler öncesinden haber verdiği Genelkurmay Başkanı’yla mutâbakat sağlandı; Cumhurbaşkanı Gül’ün “her şey yolunda” dediği “kriz aşıldı”(!) Böylece, yandaş-karşıt medyada elbirliğiyle ileri sürülen “Hükûmet dediğini yaptı”, “ilk kez YAŞ’ta sivillerin dediği oldu” yakıştırmaları havada kaldı… Ne var ki, buna rağmen referandum mitinglerinde halka karşı 28 Şubatçılarla “internet andıççıları”nın atandığı “mutâbakatlı YAŞ”la, hükûmetin başta 12 Eylül darbesi ve 27 Mayıs ihtilâli olmak üzere darbelerle ve darbecilerle mücadele ettiği çarpıtması tam gaz sürüyor. Şimdiye kadar 16 kez 100’e yakın maddesi değiştirildiği halde 12 Eylül darbesi vesâyetinin sürdüğü “darbe anayasası”nın toplam 15 maddesindeki kısmî değişiklik, Başbakan ve iktidar partisi sözcülerince meydanlarda, “Ya ‘darbe anayasası’ diyeceğiz, ya ‘milletin anayasası’ diyeceğiz!” diye abartılıyor. Referandumdaki cüz’î değişiklikleri, resmen rafa kaldırılan “demokratik sivil anayasa”nın yerine ikame etme propagandası yapılıyor. Erdoğan, daha 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açamayan yetersiz değişiklikleri, “12 Eylül’de önemli bir değişiklik fişlemeye son verilmesi” olarak açıklıyor. “Bu içki içiyor, bu Alevidir, bu namaz kılıyor gibi yaftalamalarla kimsenin hayatı karartılamayacak” diyor. Ve Başbakan’ın bu ikrarından, AKP dönemindeki son sekiz yılı dâhil, 28 Şubat “postmodern darbe” süreci ile devam eden “12 Eylül fişlemeleri”nin devam ettiği anlaşılıyor ki, bu Türkiye’nin en büyük ayıbı oluyor…
HANİ, “BAŞBAKAN ÇİZMİŞTİ”? Aslında yapılacak olan “önsüzü”nden sonsözüne kadar bütün “geçici” ve “kalıcı” maddeleri toptan tasfiye eden yepyeni demokratik bir anayasanın yapılmasıdır. Demokratik bir anayasaya zemin teşkil etmesi için mevcut Anayasanın dibâcesinden milletvekili yemini metnine kadar, baştan sona tâdil edilmesidir. Zira “12 Eylül anayasası”nın “darbe anayasası”ndan çıkması, “menhus ruhu”ndan arınması ve değişmesi için, Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un dediği gibi, Anayasanın sâdece “geçici 15. madde”nin değil, Anayasa’ya “darbe” damgasını vuran ve ihtilâl konseyine ve idâresine muâfiyet ve mâsuniyetle, koruma ve kollama ve dokunulmazlık getiren, geçici 17 maddeden geri kalan en azından 12 maddenin de kaldırılmasıdır. Bâriz bir biçimde askerî vesâyeti hatırlatan hükümlerin ayıklanmasıdır. Elbette, kısıtlı da olsa yapılan “değişiklikler” önemli. Ancak asgarî olarak bu kayıtlar kaldırılmadıkça, yarım yamalak yamalardan bir sonuç alınamayacağı ve sözkonusu değişikliklerin de demokratikleşmeye fazla bir ivme kazandıramayacağı, ortada… Bu açıdan, bunların hiçbirinin hesâbı sorulmadığı halde, Başbakan Erdoğan’ın, Yardımcısı Arınç’ın ve AKP temsilcilerinin, çoğu anayasada zaten sayılan mevcut bazı düzenlemelerin teyidinden ibâret “paket”in, “12 Eylül’de 12 Eylül anayasasının tasfiyesi”, “27 Mayıs’tan hesap sorulması”, “12 Eylül’ün yargılanması”, “darbe anayasası’ yerine ‘demokratik sivil anayasa” gibi tumturaklı lâflarla lanse edilmesi, referandum sürecindeki demagojik politik söylemlerin ötesine geçmiyor… “Hani Başbakan çizmişti!” dedirten son YAŞ kararları üzerindeki yaman çelişki ve çarpıtmalarla “demokratik direnç” gösterisinin akıbetinde olduğu gibi… 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Amazon ormanlarını kim besliyor? |
Ramazanın arefesinde Afganistan’daki savaşı, Rusya ve Pakistan’daki tabiî felâketleri, Afrika’daki açlığı, petrol faciasının okyanusta öldürdüğü canlıları ya da Amerika’nın dünyanın değişik ülkelerinde tezgâhladığı kirli oyunları yazmak istemiyoruz. Sizinle istisnai bir yaratılış mu'cizesini paylaşarak, zihinlerimize Ramazanın kolaylaştırdığı tefekkürde işlenecek bir malzeme sunmak istiyoruz. Gün yok ki, bilim kâinatın harika yönlerinden birini keşfetmesin. Yeryüzündeki âyetlerin birini açığa çıkarmasın. Brezilya’da geçen hafta yapılan Tabiatın Korunması Uluslararası Birliği toplantısında bir tesbit açıklandı: Amazon yağmur ormanlarının hayatını devam ettirmesi Afrika’daki Sahara çöllerine bağlı. Halbuki dünya çölleşiyor diye kıyamet koparıyoruz. Evet, ülkemizde de çok rahatsız olduğumuz çöllerden fırtınaların kaldırdığı toz bulutları ve kumlar bir çok rahatsızlığa sebep oluyor. Ama çöllerin mu'cizevî özellikleri daha ağır basıyor. Dünyanın üçte birini kaplayan çöllerde 500 milyon insan yaşıyor. Ayrıca çöller –hayata pek uygun görünmemesine karşın- çok sayıda bitki ve hayvana ev sahipliği yapıyor. Çöldeki hayatın mu'cizeleri ayrı bir araştırma konusu. Orada yaşayan her varlığı araştırdığında insanın hayreti artıyor. Ama en önemlisi Amazon ormanlarına katkısı. Her yıl 40 milyon ton toz Afrika’nın Sahara Çölünden Güney Amerika’nın Amazon yağmur ormanlarını gübreliyor. The Guardian’ın haberine göre; dünyanın en zengin ve en yüksek biyoçeşitliliğe sahip ormanlarının nasıl beslendiği yakın zamana kadar anlaşılamamıştı. Zira Amazon ormanlarının toprakları çok verimsiz. Biyologlar ise ormanın ağaçlarının yükselmesi ve yapraklarını koruyabilmesi için her yıl en az 50 milyon ton taze mineral besinine ihtiyacı olduğunu biliyorlardı. 2006 yılında bir uluslar arası araştırmacılar grubu yalnızca Sahara’nın Çad sınırları içinde kalan küçük bir bölümünden bu yıllık mineral ihtiyacının yarısının fırtınalarla uçarak geldiğini ortaya çıkardı. Dile kolay; her gün 700 bin ton toz Atlantik’i aşıp Amazonlara ulaşıyor. Uçaklarla taşımaya kalksak bunu başarmamız çok zor ve çok maliyetli olurdu. Binlerce kilometrekarelik ormana eşit biçimde dağıtmak da ayrı bir mu'cize. Kısacası; Cenâb-ı Hak San’at-ı İlâhîsini burada da sergiliyor. Amazon ormanları başta olmak üzere yeşillikler olmasa nefes alamayız. Onların var olması için de çöllere ihtiyaçları var. Bu harika denge sayesinde, dünya varlığını sürdürebiliyor. Siz hâlâ dünya çölleşiyor diye kıyamet tellâllığı yapanlara bakmayın. İnsan eli karıştığı için dünyanın dengesi bozulsa da, Kader-i İlâhî dışında gelişen hiçbir bozulma yok. Şer gördüğünüz gelişmelerin ardında da bir çok hayırlar var. Bir çöl tefekkürüyle sizin zihnî Ramazan hazırlığınıza katkıda bulunmak istedik. Bu mukaddes ay boyunca zihniniz ve kalbinizin vahalarda coşması duasıyla. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
YAŞ krizi bitti mi? |
YAŞ düğümü nihayet “çözüldü.” Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanının kim olacağı noktasında ortaya çıkan belirsizlik kalktı. Böylece “kriz” sona ermiş oldu. Süreci ve sonucu satır başlarıyla irdelersek: “YAŞ atamalarında yetki hükümette” şeklinde ifade edilen kuralın kâğıt üzerinde kaldığı bir kez daha görüldü. Asker kendi tercihlerinde günlerce diretti. Sonucu da büyük ölçüde yine o belirledi. Bir taraftan “Her gelene baş sallayacak değiliz” diyen Başbakan, diğer taraftan sürecin her aşamasında “mutabakat”tan söz etti. Sivil bürokratların tayininde hemen hemen hiç telâffuz edilmeyen “mutabakat” sözü, burada sık sık tekrarlandı. 1. Ordu Komutanının Kara Kuvvetleri Komutanı olmasına vize verilmemesi büyük bir “sivil devrim” olarak sunuldu, ancak aynı koltuğa 28 Şubat’ta tank yürütmüş bir ismin getirilmesindeki—bu mesajla çelişen—sembolik anlam geçiştirildi. Aynı şekilde, “istenmeyen” 1. Ordu Komutanıyla birlikte “internet andıcı” için ifade vermeye çağrılanlardan Genelkurmay Adlî Müşavirinin tuğgenerallikten tümgeneralliğe terfî ettirilmesi de. Keza, 22 Temmuz 2007 seçimi sonrasında Genelkurmay karargâhında hazırlanan siyasî içerikli “bilgi destek notu”nda imzası bulunan generalin Ege Ordu Komutanlığına tayin edilmesi de. 1. Ordu Komutanına “internet andıcı,” 3. Ordu Komutanına Erzincan dâvâsında yargılanıyor olması ve Genelkurmay 2. Başkanına bir havaalanı karşılamasında Hayrünnisa Hanımla tokalaşmamak için yaptığı saf değiştirme manevrası sebebiyle karşı çıkan irade, bu üç isimde sakınca görmedi. YAŞ öncesi, 27 muvazzaf general ve amirali de kapsayan 102 kişiye yönelik yakalama emrinin, şûrâdaki kilitlenmenin su yüzüne çıktığı bir aşamada kaldırılması da soru işaretlerine sebep oldu. Süreçte Başbakanla Adalet Bakanı arasında cereyan eden yoğun görüşme trafiği ile birlikte düşünüldüğünde, soru işaretleri daha da yoğunlaştı. Özellikle yargının iktidar partisi lehine siyasallaştırıldığı yönündeki suçlamaların özellikle anayasa paketine endeksli olarak seslendirildiği bir ortamda bu durum daha fazla dikkatleri çekti. Bir diğer nokta, hükümetin 1. Ordu Komutanına yönelik vetosunu savunurken, vaktiyle Demirel’in yaptığı tasarrufları örnek göstermesiydi. Demirel 1969’da dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Cemal Tural’ı “sivil iradeyi takmayan tavırları” sebebiyle görevden alarak Askerî Şûrâ üyeliğine kaydırmış, 1977’de de Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Namık Kemal Ersun’u “darbe hazırlıkları içinde olduğu” gerekçesiyle azletmişti. AKP hükümetinin bir başka referansı, 1987’de Özal’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun’u Genelkurmay Başkanı yapmamasıydı. Son olayda hükümetin vetosu 1. Ordu Komutanına. Bu örneklerde ise muhataplar ya Genelkurmay Başkanı veya Kara Kuvvetleri Komutanı. Neticelerine baktığımızda da şunları görüyoruz: Devrin Cumhurbaşkanı Sunay’ın da onayı ile Tural’ın önce YAŞ üyesi yapılıp sonra emekli edilmesini takiben “demokrasiye bağlı mutedil bir isim” olduğu değerlendirmesiyle Genelkurmay Başkanı yapılan Org. Memduh Tağmaç, çok geçmeden 12 Mart muhtırasını hükümete dayattı. Ersun’un yerine 3. Ordu Komutanı Or. Ali Fethi Esener’i getirmek isteyen Demirel’le Org. Adnan Ersöz’de ısrar eden Cumhurbaşkanı Korutürk arasında çıkan ihtilâf çözülemeyince, koalisyon ortağı Türkeş’in teklifiyle Ege Ordu Komutanlığından, önce KKK’na, sonra Genelkurmay Başkanlığına getirilen Org. Kenan Evren, 12 Eylül ihtilâlini gerçekleştiren kadronun başını çekti. Özal’ın veto ettiği Öztorun’un yerine Genelkurmay Başkanı olan Org. Necip Torumtay da ilk Körfez Savaşındaki istifasıyla Özal’a rest çekti. Bu sonuçlar, askerî cenahta sadece isimler üzerinden yapılan tasarrufların sivil iradeyi hakim kılmak için yeterli olmadığını, asıl olanın yapısal reformlarla sistemi ve zihniyeti demokrasi kriterlerine uygun hale getirmek olduğunu gösteriyor. 10.08.2010 E-Posta: [email protected] |