Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sabrın ve tahammülün meyvesi |
“Benim için umre yolculuğu Allah’ın bir ihsanı ve ikramı. Hayallerimde, rüyalarımda dahi görmem, ulaşmam çok zor olan o mukaddes beldelere yetmiş yedi yaşımda, çileli bir ömrün sonunda çektiklerime bedel olarak, Allah bana oralara gitmemi nasip ve müesser ederek mükâfatlandırdı. Çok şükür, binlerce hamd-ü senalar olsun. Dokuz on yaşlarımda annem vefat etti. Altı kardeş öksüz ve himayesiz kaldık. Yokluk ve kıtlık yıllarıydı. Babam yoksul bir çiftçiydi. Kaldırdığımız mahsul evin idaresine yetmediği için, tarlalardan dökülmüş başakları toplayıp evimize katkıda bulunurduk. On dört yaşımda gelin oldum. O zamana kadar ayakkabı giymedim. Tarlada çalışırken ayaklarım kanadığından babam çörtük denilen ottan ayakkabı gibi bir şey yapar, yapar ayağıma bağlardı. Bir taraftan yoksulluk, bir taraftan da üvey annenin yoktan yere dövmelerine, hakaretlerine maruz kalırdık. Öğün esnasında hepimize birer parça ekmek verirdi, sonra ekmekleri kilitlerdi. Biz de doymadığımız için oradan ekmekleri gizlice alır, ahıra saklanarak kardeşlerime yedirirdim. Üvey annem ekmekleri kilitlemeden önce sayarmış meğer. Beni izinsiz, kilitli yerden ekmek alıp kardeşlerime yedirdiğim için sopayla döverdi. Babam masum, sessiz, uyumlu bir insandı. Durumumuza bakar, boynunu büker ve hiçbir şey söylemezdi. Böyle devam edip giderken evlendim. Eşim Kore’ye asker olarak gitti, oradaki savaşlar, patlamalar, ölen insan cesetleri, yaralıların feryadı onun dengesini bozmuştu. Askerlik dönüşünde sanki başka biri olarak gelmişti. En küçük bir olayda sinirlenir, bağırır, çağırır ve beni döverdi. Çoğu zaman gereksiz ve sebepsiz yere sopa yedim. Bana sahip çıkacak kimsem yoktu, gözyaşlarımı tenhalarda hep içime akıttım. ‘Hayır ver, hayır göster, şerleri hayırlara tebdil eyle’ diye Allah’a yalvardım. Başka da yapacağım bir şey yoktu zaten. Bu süre içersinde beş çocuğum oldu. Evin, işin, çocukların idaresi ve ihtiyaçları için gece gündüz demeden çalışıyordum. Kayınpederim kanser hastası oldu ve yatağa düştü. Onun bakımını yaptım, akıntılarını temizledim. Bu hizmet, o rahmetli oluncaya kadar yedi sene sürdü. Sonra çocuklarım yetişti, evlendiler, iş sahibi oldular. Rahata tam kavuşmuştuk ki oğlum iflas edince birikimlerimiz, evlerimiz, mallarımız bir anda yok oldu. Hep ‘çilem dolmadı, Allah bizi imtihan ediyor’ dedim, kendime. Her durumda O’na şükrümü bırakmadım. Tekrar eskiye döndük, fakr-u zarurete düştük. İleri yaşta olmama rağmen, kimseye muhtaç olmamak için çalışmam lazım geldiğini düşündüm. İş ararken yaşlı, yatalak ve bakıma muhtaç birisinin olduğunu, ücretli bakıcı aradıklarını bana söylediler. Ancak bakımı yapılacak kişi Mehmet Yıldırım isminde yaşlı bir hasta idi. Namahrem olduğu için kabul etmedim. Yakınları çok ısrar etti ve ‘nikâhınızı kıyarız mahremiyet kalkar’ diye söylediler. Hem muhtaçlıktan, hem de ecrini, sevabını düşünerek kabul ettim. Kaderimde bu da varmış, anlıma yazılmış diye o masumun bakımına başladım. İhtiyaçlarını çocukları karşılıyor, bakımını da ben yapıyordum. Bu onun vefatına kadar sekiz yıl sürdü. Nikâhlı eşi olarak görüldüğüm için mirasından, dünya malını istemediğime dair çocuklarına imza verdim. Sadece emekli maaşı bana kaldı. Yıllar, gökyüzünde uçuşan bulutların akıp gittiği gibi geçti. Yokluklar, sıkıntılar, hastalıklar içerisinde Allah’a olan inancımı ve ibadetimi hiç bırakmadım. Her sıkıntıyla karşılaştığımda, öncekiler geçti, bu sıkıntı da geçer, diye sabrediyordum. Her sıkıntıyı çekerken Allah’ım bana sabır ve dayanma gücü verdi; sonradan selamete, feraha kavuştum. O çileli yılların acısını unuttum. Elemi, kederi, acısı gitti; sevabı, sürûru ve gönül rahatlığı kaldı. Bu anlattıklarımın sayesinde, bu yaşımda Cenâb-ı Allah bana umre yolculuğu nasip etti. O mübarek yerleri ağlaya ağlaya dolaştım. Taşlarını, topraklarını avuçlayıp avuçlayıp öptüm, yaladım, elime yüzüme sürdüm. İlk olarak Mekke’ye vardık. Kabe-i Muazzama’ya yaklaşınca içime bir ateş düştü. Ağlamaktan kendimi alamadım. Aklım, fikrim, ruhum sanki çıkacak gibi heyecan sardı her tarafımı. Kâbe-i Muazzama’ya bakmadan önce başımızı önümüze eydik ve duâ etmemiz söylendi. Ben de besmele çekerek, durmayan gözyaşlarımla oraya kavuşturan Allah’a hamd-ü senalar ettim. Onun keremi, ihsanı, ikramı ve mükâfatı olarak O’nun evine, huzuruna misafir olarak çağrılmıştım. Duâ ettim: ‘Allah’ım, imanımız yoldaş, makamımız cennet olsun. Allah’ım, bayrağımızı indirme, ezanımızı dindirme, devletimize zeval verme, düşmanlarımıza fırsat verme, Türkiye’mize ve dünya Müslümanlarına birlik, beraberlik ve kardeşlik ver. Her türlü felâketlerden, kötülüklerden bizleri muhafaza eyle. Bizleri kendine kul, sevgili peygamberine ümmet eyle, bizleri diplere yatırıp kapılara baktırma. Huzurevinde kalan kardeşlerimizden sağlam olanlara buraya gelmeyi nasip eyle. Yatalak olanlarında kusurlarını affeyle, iman gürlüğü, kabir bolluğu ver. Ölmüş olanlara rahmet, mekânlarını cennet eyle. Bu mukaddes yerde, senin huzurunda, senin misafirin olarak yapmış olduğum duâlarımı, zikirlerimi, ibadetlerimi kabul eyle...’dedikten sonra başımı kaldırdım ve akan gözyaşlarımın arasından karşımda siyah örtüsüyle, haşmetle duran Kâbe-i Muazzama’yı gördüm. Aşık olduğum, ilahiler söylediğim, dinlediğim, hasretini yıllarca duyduğum bir yerdeydim. İnanamadım orada olduğuma, kavuştuğuma… Kopmuştum dünyadan, yemekten, içmekten. Allah razı olsun İbrahim Güncü Hoca eşi ile birlikte bana sahip çıktı. Benim ağlamalarıma, hislerime tercüman oldu. İbadetlerime, duâlarıma rehberlik yaptı. Beni hiç usanmadan, yorulmadan her ziyaret ve ibadet yerlerine taşıdı, götürdü, anlattı, söyledi. Gönül ateşimin yandığı, hasretini ruhumun derinliklerinde hissettiğim, sevgililer sevgilisinin mekânını, Medine’yi Uhud’u sonra anlatalım...” Asiye Teyze, umre yolculuğu dönüşünde duygularını, hayatını ve hatıralarını sade bir dille anlattı. Sıkıntılarla geçmiş, çileli yetmiş yedi senelik bir ömrün insanlara irade, sabır, tevekkül, teslimiyet adına nefsimize ve yaşantımıza kazandırabileceği güzellikler, ibretler, dersler olabileceğini düşündüm. Belki sevda dünyamızın durgunluklarından, tembelliklerinden o iksirle kurtularak yanardağlar gibi, alevlerimiz göklere yükselerek o gönül ateşi ile lâhuti aşk ummanlarına, sevda bahçelerine ulaşabiliriz. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |