Hakan YALMAN |
|
Büyükler de ölümlüdür |
Son zamanlarda özellikle siyâsî değişimlerin önümüze koyduğu tablolardan biri, bazı fertlerin yüceleştirilmesine yönelik eğilimler oldu. Çok büyütülen yöneticiler, parti ve ülke liderleri, kahramanlar tarih boyunca insanların hayatının bir parçası olmuş. Bu belki de ferdin varlık karşısında hissettiği acziyetin bir çözümü olarak kendinde olmadığını düşündüğü gücü ön plana çıkan ferde atfederek bir tür güven arayışı. Bu aslında geçici bir çözüm ve kısa süreli bir deva gibi gözükmekle birlikte özellikle bütün fertlerin fani olması ve ölüm karşısında herkesin net acziyeti, bir gün tutunulan bu dalın da elden gideceğini adeta yüzümüze çarpıyor. ‘O ölmedi!’, ‘İçimizde yaşıyor’ türünden ifadeler bu durum karşısında beyhude çırpınışlar olmalı. Tam bu noktada daha gerçekçi olan şu ifadeler dilimize geliyor: “Faniyim, fani olanı istemem. Acizim aciz olanı istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim…” Varlık âlemi içinde temel problemi varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri, günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır. Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-ı Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa, yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler, bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Bir kaç yıl önce Arjantin’de Maradona isimli futbolcunun doğum gününde taşkınca kutlamalar ve şahsın peygamber ilân edilmesine kadar varan ölçüsüzlükler, ruhların derinliklerinde bu hâli barındırıyor olmalıdırlar. Yine gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi hatta ilâhçıklar hâline dönüştürülmeleri, varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır. Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet, Halık-ı Külli Şey’ ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hâl olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hâl benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil Halık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır. Fena duygusunun çaresi olarak verilmiş savunma duyguları istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakîm üzerinde olduğunda ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine sınırlı ve maddî dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur. Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda büyük görme, yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye ve büyük görülmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zat-ı Zül’cemal ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed’dir (asm). Ancak ebedî âleme göçü esnasında onun (asm) da fani olduğunu kabullenmekte zorlanan Hazret-i Ömer’e (ra), itidal ve istikamet insanı Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) net ikazının da kulaklarımızda çınladığı ve yankılandığı mânâdan anlaşıldığı gibi, o da (asm) fanidir ve ona (asm) olan muhabbet de Rabbi nâmına olmalı ve âlemlere rahmet olan o zâta (asm) da bakış harfî olmalıdır. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (11) |
Muktesit meslek
Suâl: Münazarat'ta geçen "Siyasetteki muktesit meslek" ne demektir? Bu noktayı biraz açabilir misiniz?
Cevap: Adı geçen risâlede, Üstad Bediüzzaman'a ait söz konusu ifadenin yer aldığı paragraf şöyledir: "İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhûr Kemâl’in 'Rüyâ'sıyla uyandım." (Münâzarât, s. 123) Burada zikri geçen "inkılâp", 1908'deki hürriyet ve meşrûtiyetin ilânı hadisesidir. Bu hadise, Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir. O tarihte, Üstad Bediüzzaman'da genç bir delikanlı olarak, sinn–i bülûğa ermiş ve ilimle olduğu gibi, siyasî ve içtimaî hayatla da ciddî sûrette alâkadar olmaya başlamıştır. Nitekim, onun bu yakın alâkadarlığı sebebiyledir ki, o zamankli Mardin mutasarrıfı tarafından tutuklanıp kelepçelenerek, Bitlis'e sürgün edilmiştir. İşte, mükellefiyet yaşına henüz girdiği Mardin hayatı döneminde, Bediüzzaman, siyaseten de kendisini hakka irşad ile doğruya sevk eden hakikatli insanlarla ve dahi prensiplerle karşılaştığını nazara veriyor. Bu ölçü ve prensiplerden en mühim bir tanesinin ise, siyasetteki "muktesit" mesleği gösterip tarif ettiğini beyan ediyor ki, bu da dengeli isayetin lâzımı olan vasat yol, ortaya yol anlamına gelir. Evet, "muktesit" iktisattan gelmedir. İktisad demek, israfa da gitmeyen, ama aynı zamanda hasisliğe ve cimriliğe de tenezzül etmeyen en doğru, en ideal bir yaşayış tarzıdır. Nitekim, ömür boyu "âzamî iktisad"a riâyet, Üstad Bediüzzaman'ın en hayati ve en ehemmiyetli düstûrlarından biri olmuştur. İşte, aynı hakikatli prensip ve düstûra, siyaset mesleğinde de riâyet etmeye, âzami derecede gayret göstermiştir. Öyle ki, bu dengeli prensibe uymayan, aşırıya giden, radikalizme kayan bir siyasî anlayıştan, şeytandan kaçar gibi kaçınmış ve şerrinden Allah'a sığınmıştır. Esasında, "Euzubillahimineşşetani ve'ssiyaseti" demesinin gerekçesi de, işte bu radikalizm denen dengesiz bakış ve yaklaşımlarla bağlantılıdır. Kendisinin vaktiyle karşılaşmış olduğu ulemâ seviyesindeki bazı siyasî tarafgirlerin, şeytanı melek, meleği şeytan gösterecek derecede ileri gitmesi, Üstad Bediüzzaman'ı siyasetten soğutup uzaklaştırmıştır. O da, böylesi bir siyasetten hayatı boyunca kaçınıp daima Allah'a sığınmıştır. * * * Aynı risâlede zikredilen "Meşhur Kemâl'in Rüyâsı" ifadesi ise, Namık Kemâl'in, hürriyet ve meşrûtiyetin özünü, ruhunu, hakikatini öğrenmeyi, kavramayı telkin eden hakikulâde makalesinin ismidir.
Ölçü, denge, mizan...
Hayatının ilk gençlik yıllarında ölçülü ve dengeli bir siyaset tarzını meslek edinen Üstad Bediüzaman, otuzlu yaşlarda gelmiş olduğu İstanbul'da, yine aynı istikamette hareket etmiştir. Nitekim, ölçü ve terazi anlamına gelen "Mîzân" gazetesinin neşriyatını takdir etmiş ve bu gazetenin sahibi olan Mizâncı Murad Beyle samimi dost olmuştur. Bu, öylesine bir samimî dostluk ve yakınlıktır ki, Meşrûtiyet'in ilk zamanlarında Murad Beyin Ferah Tiyatrosundaki konferansını sabote etmek isteyen komitacılara karşı koymuş ve Mizancı'nın rahat konuşabilmesi için canını ortaya koymuştur. Yani, o salonda, gerilimin had safhaya vardığı, hatta silâhların patlamaya ramak kaldığı bir anda masanın üzerine çıkmış ve ortamı yatıştıran, herkesi medenice dinlemeye sevk eden, fevkalâde tesirli bir hitabede bulunmuştur. "Meşrûtiyet, evvelâ hatibin sözünü kesmemeyi iktiza eder, bize bu terbiyeyi verir" şeklinde konuşarak, hem büyük bir tehlikeyi bertaraf etmiş, hem de dengeli konuşan Mizancı'nın yanında olduğunu ihsas ettirmiştir. Mizancı gibi, aynı yakınlığı "teşebbüs–ü şahsî ve hiss–i rekabet" fikrinin savunucusu olan Prens Sabahaddin Beye de gösteren Üstad Bedüzzaman, onun bazı aşırılıklarını ise, dostça ikazlarla törpülemeye çalışmıştır. Meselâ, ona "adem–i merkeziyet" fikrinin, teoride güzel ve ideal olmakla beraber, pratikte ve mevcut şartlar altında ise, beraberinde birtakım sacıncalar doğuracağını söyleyerek, onu bundan vazgeçirmeye çalışmıştır. Zira, "muktesit" demek, aynı zamanda hazımlılığı ve ihtiyaca uygun şekilde hareket etmekliği de iktiza eder. Zamansız ve hazımsız şekilde ortaya atılan dâvâlar, içtimaî hayat itibariyle birtakım aksülamellere sebebiyet verdiği için, bunda da son derece hassas davranmak, dikkatli olmak, yani vasat gitmek iktiza eder. Elhasıl: Kur'ân'da, mükerreren "mîzân, mîzân, mîzân..." denilerek, bizlerin ölçülü ve dengeli davranması emrediliyor.
NOT: Dünkü yazıda birkaç tashih hatası olmuş. Önemli iki tanesinin doğrusu şöyle: Baştaki "1950'li" ifadesi fazladan ve yanlışlıkla girmiş. Ayrıca, Necip Fazıl'ın doğum tarihi 1904 olacak. MLS. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
CHP’deki değişiklikler ve Bediüzzaman’ın tespitleri |
Siyasette bir haftanın uzun bir zaman olduğu, CHP ve eski genel başkanı Deniz Baykal hadisesiyle bir kere daha anlaşıldı. Baykal bir haftada bitirildi ve Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP balonu şişirilerek havalandırıldı! Bunu kim yaptı, niye yaptı, hedefi ne? Türkiye’nin hayrına mı? CHP iktidara gelebilir mi? Dışarıdan içe doğru meselenin çeşitli boyutlarını, Bediüzzaman’ın tesbitleriyle tahlile çalışalım: “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.”1 Yani, biz kendimizden harekete geçmiyoruz, başkaları vasıtasıyla harekete ediyoruz. Dış güçler bize telkin ediyor, biz de kendimizden zannederek oynuyoruz! Tanzimattan bu yana, bütün içtimâî-siyâsî hareketlerimiz böyle olmadı mı? Türkiye’deki siyaseti yeniden dizayn etme, bir hayır getirir mi? ANAP, DSP ve AKP iktidar yapılma dizaynları elle tutulur, gözle görülür, temel meselelerde hayır getirdi mi? Şimdilerde “halk adamı, Gandi” diye takdim edilen Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine mi toplanmak isteniyor oylar? O zaman bu oyunun arkasında ”derin devlet” yok mu? Meselenin bu boyutu asla göz ardı edilmemeli. “CHP muvaffak olabilir mi?” sorusunun cevabına gelince: Bir kere, zihniyet aynı zihniyet, kafa aynı kafa, yapı aynı yapı olursa, değişim olabilir mi? Değişen, başkan ve ekipler; zihniyet, sistem, tüzük, kanun değil ki! Başarılı olmanın tek bir yolu var: Kemalist ilkelerini terk etmesi, milletin değerleriyle kucaklaşması. CHP, ancak Bediüzzaman’ın 1948’lerde zamanın CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı tavsiyelerini yerine getirmekle kurtulup muvaffak olabilir: “Eski dahiliye vekili, şimdi parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey, (...) Bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz. (...) Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. (...) Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumi harp ve sair inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatları—hususan an’ane-i diniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver nâmına müstehak olursunuz.”2Ayrıca, CHP’nin iktidara itiliş metodu gariptir. Baykal’ın bitirilmesi, Kılıçdaroğlu’nun şişirilmesi, Önder Sav ekibinin orada kalması vs. tabiî ve fıtrî değil ki, başarılı olsun. İçtimâî ve siyasî hayattaki başarının sırını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim: “Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede (insanlığın sosyal hayatında) bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata (yaratılış kanununa) muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”3
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Sünuhat, YAN, s. 64-65. 2- Said Nursî, Emirdağ Lahikası, YAN, s. 190. 3- Said Nursî, Lem’alar, YAN, s. 174. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Birinci Kemal’den, ikinci Kemal’e CHP... |
31Ağustos-1 Eylül 1980 tarihlerinde, iki gün üst üste devam eden bir yazımızda, CHP’nin bir kritiğini yapmıştık. O gün yazının başlığını da “CHP mi? Yoksa…” diye koymuştuk. Girişi ise şöyle başlıyordu yazının: “Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk partisidir. Cumhuriyet, gözünü Türkiye’de açtığı zaman, karşısında CHP’yi görmüştür. Bu parti, 25 sene kadar aziz millete—hiç aralıksız—hükmetmiştir. Ama ne hükmediş! Bu, zalimliğin en koyu bir istibdatla tatbik edildiği günleri anlatmaya kalkışsak, ciltler dolusu kitap yazmak icab eder…” Bu yazının yazılışının üzerinden 30 yıl geçmiş. Peki, fark eden bir şey olmuş mudur? Zannetmiyoruz. CHP, işte bildiğiniz CHP. O, özde ve millete yaklaşımında bir değişiklik yapmadığı müddetçe, ne kadar makyajvârî tedbirler alsa, vitrin değiştirse de; kafa ve zihniyet değişmedikten sonra, ilk reis M. Kemal’den sonra gelip geçen seleflerine rağmen, bu ikinci Kemal de bir şey yapamaz. Eğer millete, milletin değerlerine ters düşen icraatlarından vazgeçer ve siyaseti dinsizliğin emrinde kullanma misyonunun temsilcisi olma konumundan uzaklaşırsa, belki biraz bir şeyler olabilir. 1946 seçimlerinde milletin bunları sarsması neticesi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, o zamanki genel sekreter Hilmi Uran’a yazdığı mektuptaki nasihatlerine uygun hareket etmezlerse, yine Üstadın “..asil Türk milletinin ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyeceğini..” vurguladığını bilmesinde de fayda vardır. Milletle barışık olmayan bir parti kat’iyen âbâd olamaz. Hele ki (şartlarını değiştirmediği müddetçe) Bediüzzaman gibi büyük bir zattan menfî bir referans alarak bir arpa boyu yol alamaz. Hep menfî işlerde, milletin dinine, diyanetine mugayir işlerde bulunduğu sürece; vatan, millet ve memleket için yapılan her hayırlı işin karşısına geçmekle “muhalefet yapıyorum” vehminden kurtulmadığı müddetçe, yok, yok, boşuna... Bir de kendisinin Alevî olduğunun tescillenmesi meselesi var. 70’li yıllardaki Mustafa Timisi ve onun “Alevilerin Partisi” diye bilinen “Birlik Partisi”ni hatıra getirtmesi de garip bir şey. O günleri hatırlayanlar bilir. Mustafa Timisi, partisi için devletten para alır, radyoda yapılan seçim propagandalarında, kendi mesleğini ve dâvâsını iyi bir propaganda yapar, ama seçime bir-iki gün kala da “Oylarınızı CHP’ye verin” demekten de vazgeçmezdi. Ve biz bunu, bizim akıllı siyasetçilerimize, dini siyasete âlet edip, Demokrat gücü zayıflatanlara söylerdik o zamanlar, “Bir Mustafa Timisi kadar olamadınız” diye. Alevîlerin, Dersim katliâmının müsebbibi olan bir partiye teveccüh edip, desteklemesini de anlamamışımdır. O zamanlar konuştuğum dindar Alevîler, kendilerinin öyle olmadığını, onların dindar olmayan Alevîler olduğunu ve komünist güçlerin kullandığı tabakalardan olduğu söylenen o kimselerin, kendilerinin bozuk kısmından olduğunu söylerlerdi. Öyle veya böyle, Deniz Baykal millete, dine, dindara hoş gelecek sözler söyledi ya, herhalde “Bizim partiden böyle şeyler nasıl sudur eder?“ deyip, onun ipini çekenler, alenen ve resmen de ayırımcılık yaptığı bilinen bir şahsı “pat” diye getirdiler. Bakalım nasıl olacak? Görüp seyredeceğiz. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsm-i Kayyûm üzerine-3 |
Abdullah Bey: “Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesine göre, varlıklardaki baş döndürücü faaliyetlerin Kayyûm ismi ve buna bağlı Kayyûmiyet sırrı ile îzahını yapar mısınız?”
Kayyûmiyet sırrı, bütün mevcûdâtı yokluktan çıkarıp her birisini sonsuz fezâda; “Gördüğünüz gibi gökleri hiçbir direk olmaksızın yükseltti”1 âyetinin sırrıyla durdurmakta, kıyâm ve bekâ vermekte ve umûmunu Kayyûm isminin tecellîsine mazhar kılmaktadır. Eğer bu istinad noktası olmasa idi, hiçbir şey kendi başıyla durmayacak; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe ve yokluğa düşecekti. Mevcûdâtın kıyâmları nasıl ki Kayyûm-u Zülcelâl ile oluyor; mevcûdâtın hallerinin ve keyfiyetlerinin uçları da, telefonları çalışır vaziyette tutan yansıtıcı direkleri gibi Kayyûmiyet sırrında; “Bütün işler O’na döndürülür”2 âyetindeki dönüş sırrına bağlıdır.3 Felsefecilerin ileri sürdükleri gibi her şeyin birbirine dayandığı farz edilse; bu defa varlıklar adedince devirler ve silsileler lâzım gelecektir. Meselâ bu şey şuna dayanacak, şu ona, o ona, o ötekine... Git gide devirler ve zincirler devam edecek. Zincirler sonsuza kadar uzayıp gitmeyeceğine göre, elbet bir yerde son bulacaktır. İşte bütün devirlerin ve silsilelerin sonu Kayyûmiyet sırrıdır. Kayyûmiyet sırrı anlaşıldıktan sonra ise, artık böyle mevhum ve hayâlî devirlere, zincirlere ve silsilelere hiç gerek kalmayacaktır. Çünkü bütün devirler, zincirler ve silsileler ortadan kalkacak; her şeyin doğrudan doğruya Kayyûmiyet sırrına bağlı olduğu görülecektir. Bedîüzzaman, böylece, felsefenin teselsül ve devir mantığını, Kayyûm isminin sırrı ile çürütmekte ve her şeyin doğrudan Hayy ve Kayyûm olan Cenab-ı Allah’a dayandığını ispat etmektedir.4 Üçüncü Şuâ: “O her an bir tasarruftadır.”5, “O dilediği gibi Faal’dir.”6, “O dilediği gibi yaratır.”7, “Her şeyin iç yüzü ve melekûtü O’nun elindedir.”8, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor?”9 gibi âyetlerin işâret ettikleri baş döndürücü hallâkiyet ve faaliyet içindeki Kayyûmiyet sırrının bir derece îzâhı şöyledir: Zaman selinde mütemâdiyen çalkalanan ve kâfile kâfile arkasından gelip geçen mahlûkâtın bir kısmı bir saniyede gelip, hemen kaybolmakta; bir taifesi bir dakikada gelip geçmekte; bir nev’i, bir saat âlem-i şehâdete uğrayıp, ardından âlem-i gayba girmekte; bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu şehâdet âlemine gelip, konup, vazife görüp gitmektedirler. Mevcûdâtın bu hayret verici seyahat ve seyerânı, mahlûkâtın bu baş döndürücü sefer ve seyelânı öyle bir intizam, mîzan ve hikmetle sevk ve idâre ediliyor ve onlara öyle basîrâne, hakîmâne ve müdebbirâne kumandanlık ediliyor ki, bütün akıllar birleşse ve bir tek akıl olsa, o hakîmâne sevk ve idârenin künhüne yetişemezler, kusur bulup tenkit edemezler! İşte bu baş döndürücü yaratılış çerçevesinde, Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâl, o sevimli mahlûkâtı hiç birine göz açtırmayarak gayb âlemine gönderiyor; hiç birine nefes aldırmayarak dünya hayatından terhis ediyor; bu dünya misâfirhanesini mütemâdiyen misâfirlerin rızâsı olmadan boşaltıyor; dünyayı bir yazar-bozar tahtası hükmüne getirerek dâimâ hayata ve ölüme mazhar ediyor. Bu sonsuz faaliyetin ve bu muazzam hallâkiyetin üç mühim sırrı ve şûbesi vardır: Birinci Şûbe: Faaliyet, lezzet demek olan vücudun tezâhürüdür ve elem demek olan yokluktan uzaklaşarak silkinmektir. Her bir istidâdın faaliyetle ortaya çıkması bir lezzetten gelir, bir lezzeti netîce verir. Her bir kemâl sahibi, faaliyetle kemâlâtının tezâhür etmesinden lezzet alır. İnşaallah yarın devam edelim.
Dipnotlar: 1- Ra’d Sûresi, 13/2 2- Hûd Sûresi, 11/123 3- Lem’alar, s. 339 4- Lem’alar, s. 339 5- Rahmân Sûresi, 55/29 6- Burûc Sûresi, 85/16 7- Rûm Sûresi, 30/54 8- Yâsîn Sûresi, 36/83 9- Rûm Sûresi, 30/50 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sabrın ve tahammülün meyvesi |
“Benim için umre yolculuğu Allah’ın bir ihsanı ve ikramı. Hayallerimde, rüyalarımda dahi görmem, ulaşmam çok zor olan o mukaddes beldelere yetmiş yedi yaşımda, çileli bir ömrün sonunda çektiklerime bedel olarak, Allah bana oralara gitmemi nasip ve müesser ederek mükâfatlandırdı. Çok şükür, binlerce hamd-ü senalar olsun. Dokuz on yaşlarımda annem vefat etti. Altı kardeş öksüz ve himayesiz kaldık. Yokluk ve kıtlık yıllarıydı. Babam yoksul bir çiftçiydi. Kaldırdığımız mahsul evin idaresine yetmediği için, tarlalardan dökülmüş başakları toplayıp evimize katkıda bulunurduk. On dört yaşımda gelin oldum. O zamana kadar ayakkabı giymedim. Tarlada çalışırken ayaklarım kanadığından babam çörtük denilen ottan ayakkabı gibi bir şey yapar, yapar ayağıma bağlardı. Bir taraftan yoksulluk, bir taraftan da üvey annenin yoktan yere dövmelerine, hakaretlerine maruz kalırdık. Öğün esnasında hepimize birer parça ekmek verirdi, sonra ekmekleri kilitlerdi. Biz de doymadığımız için oradan ekmekleri gizlice alır, ahıra saklanarak kardeşlerime yedirirdim. Üvey annem ekmekleri kilitlemeden önce sayarmış meğer. Beni izinsiz, kilitli yerden ekmek alıp kardeşlerime yedirdiğim için sopayla döverdi. Babam masum, sessiz, uyumlu bir insandı. Durumumuza bakar, boynunu büker ve hiçbir şey söylemezdi. Böyle devam edip giderken evlendim. Eşim Kore’ye asker olarak gitti, oradaki savaşlar, patlamalar, ölen insan cesetleri, yaralıların feryadı onun dengesini bozmuştu. Askerlik dönüşünde sanki başka biri olarak gelmişti. En küçük bir olayda sinirlenir, bağırır, çağırır ve beni döverdi. Çoğu zaman gereksiz ve sebepsiz yere sopa yedim. Bana sahip çıkacak kimsem yoktu, gözyaşlarımı tenhalarda hep içime akıttım. ‘Hayır ver, hayır göster, şerleri hayırlara tebdil eyle’ diye Allah’a yalvardım. Başka da yapacağım bir şey yoktu zaten. Bu süre içersinde beş çocuğum oldu. Evin, işin, çocukların idaresi ve ihtiyaçları için gece gündüz demeden çalışıyordum. Kayınpederim kanser hastası oldu ve yatağa düştü. Onun bakımını yaptım, akıntılarını temizledim. Bu hizmet, o rahmetli oluncaya kadar yedi sene sürdü. Sonra çocuklarım yetişti, evlendiler, iş sahibi oldular. Rahata tam kavuşmuştuk ki oğlum iflas edince birikimlerimiz, evlerimiz, mallarımız bir anda yok oldu. Hep ‘çilem dolmadı, Allah bizi imtihan ediyor’ dedim, kendime. Her durumda O’na şükrümü bırakmadım. Tekrar eskiye döndük, fakr-u zarurete düştük. İleri yaşta olmama rağmen, kimseye muhtaç olmamak için çalışmam lazım geldiğini düşündüm. İş ararken yaşlı, yatalak ve bakıma muhtaç birisinin olduğunu, ücretli bakıcı aradıklarını bana söylediler. Ancak bakımı yapılacak kişi Mehmet Yıldırım isminde yaşlı bir hasta idi. Namahrem olduğu için kabul etmedim. Yakınları çok ısrar etti ve ‘nikâhınızı kıyarız mahremiyet kalkar’ diye söylediler. Hem muhtaçlıktan, hem de ecrini, sevabını düşünerek kabul ettim. Kaderimde bu da varmış, anlıma yazılmış diye o masumun bakımına başladım. İhtiyaçlarını çocukları karşılıyor, bakımını da ben yapıyordum. Bu onun vefatına kadar sekiz yıl sürdü. Nikâhlı eşi olarak görüldüğüm için mirasından, dünya malını istemediğime dair çocuklarına imza verdim. Sadece emekli maaşı bana kaldı. Yıllar, gökyüzünde uçuşan bulutların akıp gittiği gibi geçti. Yokluklar, sıkıntılar, hastalıklar içerisinde Allah’a olan inancımı ve ibadetimi hiç bırakmadım. Her sıkıntıyla karşılaştığımda, öncekiler geçti, bu sıkıntı da geçer, diye sabrediyordum. Her sıkıntıyı çekerken Allah’ım bana sabır ve dayanma gücü verdi; sonradan selamete, feraha kavuştum. O çileli yılların acısını unuttum. Elemi, kederi, acısı gitti; sevabı, sürûru ve gönül rahatlığı kaldı. Bu anlattıklarımın sayesinde, bu yaşımda Cenâb-ı Allah bana umre yolculuğu nasip etti. O mübarek yerleri ağlaya ağlaya dolaştım. Taşlarını, topraklarını avuçlayıp avuçlayıp öptüm, yaladım, elime yüzüme sürdüm. İlk olarak Mekke’ye vardık. Kabe-i Muazzama’ya yaklaşınca içime bir ateş düştü. Ağlamaktan kendimi alamadım. Aklım, fikrim, ruhum sanki çıkacak gibi heyecan sardı her tarafımı. Kâbe-i Muazzama’ya bakmadan önce başımızı önümüze eydik ve duâ etmemiz söylendi. Ben de besmele çekerek, durmayan gözyaşlarımla oraya kavuşturan Allah’a hamd-ü senalar ettim. Onun keremi, ihsanı, ikramı ve mükâfatı olarak O’nun evine, huzuruna misafir olarak çağrılmıştım. Duâ ettim: ‘Allah’ım, imanımız yoldaş, makamımız cennet olsun. Allah’ım, bayrağımızı indirme, ezanımızı dindirme, devletimize zeval verme, düşmanlarımıza fırsat verme, Türkiye’mize ve dünya Müslümanlarına birlik, beraberlik ve kardeşlik ver. Her türlü felâketlerden, kötülüklerden bizleri muhafaza eyle. Bizleri kendine kul, sevgili peygamberine ümmet eyle, bizleri diplere yatırıp kapılara baktırma. Huzurevinde kalan kardeşlerimizden sağlam olanlara buraya gelmeyi nasip eyle. Yatalak olanlarında kusurlarını affeyle, iman gürlüğü, kabir bolluğu ver. Ölmüş olanlara rahmet, mekânlarını cennet eyle. Bu mukaddes yerde, senin huzurunda, senin misafirin olarak yapmış olduğum duâlarımı, zikirlerimi, ibadetlerimi kabul eyle...’dedikten sonra başımı kaldırdım ve akan gözyaşlarımın arasından karşımda siyah örtüsüyle, haşmetle duran Kâbe-i Muazzama’yı gördüm. Aşık olduğum, ilahiler söylediğim, dinlediğim, hasretini yıllarca duyduğum bir yerdeydim. İnanamadım orada olduğuma, kavuştuğuma… Kopmuştum dünyadan, yemekten, içmekten. Allah razı olsun İbrahim Güncü Hoca eşi ile birlikte bana sahip çıktı. Benim ağlamalarıma, hislerime tercüman oldu. İbadetlerime, duâlarıma rehberlik yaptı. Beni hiç usanmadan, yorulmadan her ziyaret ve ibadet yerlerine taşıdı, götürdü, anlattı, söyledi. Gönül ateşimin yandığı, hasretini ruhumun derinliklerinde hissettiğim, sevgililer sevgilisinin mekânını, Medine’yi Uhud’u sonra anlatalım...” Asiye Teyze, umre yolculuğu dönüşünde duygularını, hayatını ve hatıralarını sade bir dille anlattı. Sıkıntılarla geçmiş, çileli yetmiş yedi senelik bir ömrün insanlara irade, sabır, tevekkül, teslimiyet adına nefsimize ve yaşantımıza kazandırabileceği güzellikler, ibretler, dersler olabileceğini düşündüm. Belki sevda dünyamızın durgunluklarından, tembelliklerinden o iksirle kurtularak yanardağlar gibi, alevlerimiz göklere yükselerek o gönül ateşi ile lâhuti aşk ummanlarına, sevda bahçelerine ulaşabiliriz. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Liberalizm her zaman hürriyetperverlik değildir |
Liberalizm veya “hürriyetçilik” söz konusu olduğunda, açı genişleyerek gidiyor. Burada feylesofların hürriyete getirdiği tarifler önemli olduğu kadar, doğu ile batı arasındaki “farklı bakışlar” da liberalizm veya hürriyetçiliğe geniş bir alan kazandırmıştır. Şu daracık çerçevede, o geniş sahayı ele alacak değiliz. Bediüzzaman Hazretlerinin insanlığın ömrüyle mütenasip belirlediği sosyolojik dönemleri vahşet, kölelik, esirlik, ecirlik ve hürriyet olarak sıralamasındaki hakikatin inkişafıyla hürriyetçilik veya liberalizm ”yükselen değerler” arasına girdiler. Avrupa ve Asya’daki tarihî süreçler içinde filozofların ve mütekellimînin seslendirdiği fikirleri özetlemenin de bizi aşacağının farkındayız. Bilhassa Avrupa’nın “Endülüs aydınlanmasından” sonra bu istikâmette kat ettiği mesafeyi merak edenler, felsefe kitaplarına bakabilirler. Fakat Avrupaî hürriyetin bu uzun serencâmını asırlar boyu izah etmeye çalışan “felsefî ekollerin” de meraklılara fazla birşey vermeyeceği söylenmektedir. Doğu medeniyetlerini temsîlen İslâmiyetin direk Kur´ân ve Sünnetten çıkardığı teorik ve pratik hürriyet tarifleri orijinalliklerini muhafaza ettiğinden, zamanımıza yansıyan en güzel tanımları Risâle-i Nur´da bulmamız mümkündür. Bazı Avrupa liberallerinin “Hürriyette insan, her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” tarzındaki hürriyetlerini Bediüzzaman, “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve razaletlerini ilân ediyorlar… Yoksa sefahet ve razaletteki hürriyet, hürriyet değildir, belki hayvanlıktır, şeytanın istibdâdıdır, nefs-i emmâreye esir olmaktır” cümleleriyle reddeder. Kur´ân´ın orijinal tarifini ifade eder: “Hürriyet umumî efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürryetin şe´ni (gereği) odur ki; ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Peygamberimizin inasnlığa Kur´ân´dan ders verdiği ve bizzat hayatıyla ortaya koyduğu “bu insanî değerin” pek çok tanım ve örneklerini bir Kur´ân tefsiri olan Risâle-i Nur´un birçok bölümlerinde bulmamız mümkündür. Avrupa´da “hürriyetçilik ve liberalizm” üzerine konuşmak isteyen “semavî dinler karşıtlarının” İslâmiyeti “hak ve hürriyetler” bahsinde sorgulamaya kalkışmaları, azıcık tirajikomiğe kaçıyor. Zira kendileri belli bir tarih üzerinde uzlaşamamışken, hürriyetin çerçevesini, kullanım biçimini ve cemiyete akis tarzını ortaya koyamamışların İslâmiyete hürriyet konusunda lâf atmaları, hakîkaten abesle iştigaldir. Kâinatı, dünyayı ve dünya üzerindeki insanlığı yaratan Allah´ı inkâr eden bir kısım liberal geçinenlerin hürriyet üzerindeki tartışmalarının ve hakim oldukları bölgelerdeki uygulamalarının insanlığa yalnızca kaos, gözyaşı zulüm ve anarşi getirdiğine siz de şahit oluyorsunuz. Allah´a inanmayan ve semavî dinleri reddeden liberallerin kafasındaki hürriyetin aslında “anarşi” olduğunu yakın geçmişteki hadiseler gösteriyor. Kuralsız hürriyetin anarşi ve terörü doğurduğuna geçen yüzyıl da şahit olmuştur. Yine Bediüzzaman´ın tabiriyle, Allaha´a inanmayan Çin, çizgiyi tutturamayınca kominizme düşmüştür. Yaratıcıya inanmayan, Onun koyduğu prensipleri çiğneyen ve dolayısıyla mütecaviz olan bir düşüncenin kendisine “liberal” adını takması, onun vahşetini azaltabilir mi? Kâinatı, insanı ve kâinat ile insan arasındaki irtibatı anlamayanlara “vahşî” denilir. Bunlar insan hayatını hiçe sayalar, insan onurunu bilmezler, çevreyi tahrip ederler; başkalarının mallarını, ırz ve namuslarını mübah gördükleri gibi ahlâkî norm da tanımazlar. Yalancılık, kirlilik, hırsızlık, münafıklık ve ihânet bu tür liberallerin defterlerinde pozitif olarak işaretlenmiştir. Yol açtıkları hukuksuzluk, ahlâksızlık ve kaosla ”modern komünizmi” andıran bazı liberal geçinen cereyan, parti ve STK´ların liberalizmi maske olarak kullanmaları, bugün için yelkenleri rüzgâr alan “siyasî liberallerin” kadırgalarını parçalayacağa benziyor. Belirli odaklarda toplanan “dünya finansı” neoliberallerin keyfini çok yakında kaçıracağa benziyor. Tarihin tekerrürüne göre tezgâh kuranlar, komünikasyondaki mucizeleri ve mucizelerin bizi yaklaştırdığı şeffaflığı da hesaplarına dahil etmeliler. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Geleceğin eğitimine hazırlık |
Geçen hafta içinde, bendenizin de konuşmacı olarak katıldığı bilimsel bir toplantıda, gelecekte eğitimin hangi modeller üzerinde şekilleneceği tartışıldı. Yeni Asya okuyucularının, hayatî hedefleri ve bu hedef için kullandıkları yöntem gereği konu ile ilgili olduğunu bildiğimden bazı notları sizlerle de paylaşmayı uygun buldum. Gelecekte eğitimde neler olacak? Gelecekte de “marifet iltifata tabi” olacak. Ama “müşterisiz mal-bilgi daha çok üretilecek ve daha çok zayi” olacak. Bilgi bombardımanı artarak sürecek ve bilgi bıktıracak. Bu sebeple de “cahilane marifet” veya “arifane cehalet” erdem sayılacak, faydasız ilimden Allah’a sığınma ihtiyacı şiddetlenecek. Para etmesi beklenen ve hakikaten de para eden “faydalı ilim” sahipleri ile aslında para etmesi gerekirken “göstermelik film” yaptığı için ilmi para etmeyen ilim sahipleri ayrışacak. “Asla paraya tahvil edilmemesi gereken ilim” ve onun sahipleri ise ikisinden de ayrılacak. Akademik ünvanlar değersizleşecek. Hakiki ulema umera kapısından kopacak. Umera yeniden hakiki ulemaya hürmet edecek. Ömür boyu eğitim, informel eğitim, uzaktan eğitim, yaygın eğitim, meslek içinde eğitim gibi eğitim türleri yaygınlaşacak. Eğitimde süre sınırı kalkacak, okuldan atılma bitecek. Böylece, devam zorunluluğu gibi, samimiyeti kıran ve öğrenciyi bir mânâda münafıklaştıran yöntemlerden vazgeçilecek. Sınavların sadece yöntemi değil, amacı da değişecek. Kopyacılık, bilgi hırsızlıkları ve sahtecilikleri (intihaller) bilgisayarlar yardımıyla daha kolay teşhis edilecek. Ölçme-değerlendirme yöntemleri objektifleşecek. Eğitim sürecinin, öğrenci anketleri ve piyasa değerlemeleri yoluyla ölçümlenmesi ön plana çıkacak. Bilgisayar kullanımı eğitimin planlamasını da kolaylaştıracak. Kişilerin kendi taleplerine göre gelecekte kullanacakları türden ve somut hedefe yönelik uzun süreli eğitimler planlanabilecek. Ulus devletlerin sonu gelecek. Sınırlar resmen ya da fiilen kalkacak. Dil öğrenimi kolaylaşacak. Dil bilmek önemsizleşecek. Ülkelerin eğitim modelleri birbirine çok benzeyecek, farklılıkları tanımlayıp denkleştirecek otomatik sistemler kurulacak ve böylece diploma denkliği kavramı gündemden çıkacak. Diplomalar ömür boyu geçerli olmayacak, sürücü belgeleri ya da lisans belgeleri gibi periyodik olarak yenilenecek. Bilim-din zıtlığı bittiği gibi bilim-din ayrımı da bitecek. “En hakiki mürşit” olarak “bilim dini”ne inanan “Kütüphaneci Hurşit“ler de bitecek. Disiplinlerarası çalışmalar artacak. Bilim dalları arasındaki farklar ve kopukluklar azalacak. Kesretten vahdete geçiş başlayacak. İnsanlık umumen, Bir’den gelip Bir’e gittiğini keşfedecek. Örgün eğitimde karma eğitimin yanlışlığı bilimsel olarak da test edilecek ve onaylanacak. Bu yönteme demokratik biçimde son verilecek. Eğitim süreci içinde iken reşit olma yaşı düşecek. Öğrenci velisi kavramı ilköğretime inhisar edecek. Liseliler ve üniversiteliler tam reşit olacak. Böylece eğitimde hürriyet ile disiplin arasındaki çizgi ve bağ daha önemli hale gelecek. Öğrenciler herkese ve her şeye karşı “hür olacak” ama … Ya “abdullah” olduğunu da öğrenip daima aklında tutacak. Ya da kıyamet ilmen kopacak! O halde ne yapılacak? Bu değişiklilere adapte olmak ve kıyameti geciktirmek adına bize düşeni ifa için neler yapmalıyız? Zihniyet değişikliği şart. Ailede ve okulda, sadece “araştırıcı” eğitime değil “sorgulayıcı” eğitime de hazır olalım. Çağın bize ayak uydurmasını gerektirecek cevherlerimizi ve onların saflığını korumalıyız. Çağdaş Mevlânâlar sadece bizim değil, evrensel düşünen herkesindir. Bunun için, sistemi ideallere yaklaştırmalı ideolojilerden ise arındırmalıyız. Özellikle sosyal bilimlerde “muhalif düşünme yeteneği”ni geliştirmeliyiz. Yine bunun için ise önce, kendi içinde çelişki içeren ve fikir hürriyetine engel olan kanunları değiştirmeliyiz. Mesela, On iki Eylül düzeninin en önemli ürünlerinden olan 1982 tarihli Yükseköğretim Kanununun 4. maddesindeki ilk iki amaç çelişiyor: Öğrencilerin, “Atatürk İnkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı,” yetiştirilmesi ile “Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,” kişi olarak yetiştirilmesi birbirine açıkça zıt. Zira, devrimlerle devrilen şeyler, manevî ve kültürel değerlerin önemli bir kısmıdır. Hem “devrimci,” hem “muhafazakâr” olunamayacağı açıktır. Yine YÖK Kanununun 5. maddesinde yer alan “Öğrencilere, Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır” gibi kısıtlayıcı hükümler de eğitilen kişinin hizmetini ve himmetini fevkalâde sınırlıyor. Bu sınırların da kalkması için çalışmak lâzımdır. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Vitrin değişti, ya zihniyet? |
CHP'NİN yeni genel başkanını seçtiği “33. kurultay”ı sona erdi, ama tartışmalar sona ermedi. Yeni Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’de bir şekilde başkanlığa aday olması bekleniyordu, ama bu adaylığın ve genel başkanlığın bu kadar ani ve ‘yağdan kıl çeker gibi’ olması beklenmiyordu. “Siyasettte bir gün bile uzundur” kaidesince hadiseler hızla gelişti ve Kılıçdaroğlu, kendisinin de tahmin etmediği bir şekilde başkanlık koltuğuna oturdu. Eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın istifası sonrasında başlangıçta ‘aday olmayacağım’ diyen Kılıçdaroğlu, medyanın estirdiği rüzgârla birlikte bir anda aday olacağını ilân etti. Adaylığını ilân ettiği ilk günden itibaren ‘bir kısım medya’dan büyük ölçüde destek alan Kılıçdaroğlu, dün CHP Genel Merkezine giderek başkanlık koltuğuna oturdu. ‘Canlı yayın’da izlediğimiz Kılıçdaroğlu’nun başkanlık koltuğuna oturduğunda; “Kim beni buraya itti?” der gibi baktığını düşündük. Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla birlikte CHP’nin ‘vitrini’ndeki isimlerin değiştiği doğru. Baykal’ın kadrosundan sadece 4 isim kalmış, diğerleri yenilenmiş. “Bu isim değişikliği CHP’de zihniyet ve anlayış değişikliğini getirir mi?” sorusuna müsbet cevap vermek kolay değil. Türkiye’de siyaset yapmak isteyenlerin dikkat etmesi gereken temel konular var. Bunlardan biri ve belki de en başta geleni, insanların inanç ve değerlerine saygılı olunması gerektiğidir. Başta CHP olmak üzere bazı partilerin bu noktada geçer not almadığı da ortada. Keşke CHP, ‘yeni vitrini’ ile birlikte bu noktada da bir ‘zihniyet değişikliğine’ gidebilse... Arzu ederiz, ama bunun pek de mümkün olmadığını ‘uzman’lar da söylüyor. Taraf’ın sorularını cevaplandıran Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tanju Tosun (özetle) şöyle demiş: “CHP’de vitrin değişir ama zihniyet zor değişir. Kürt sorunu, Ergenekon, türban, devlet-toplum ilişkileri üzerine net cevap veremeyecekse, CHP değişmeyecek demektir.” (Konuşan: Neşe Düzel, 24 Mayıs 2010) Aynı gazetede “Şu bizim çılgın CHP” başlıklı bir yazı yazan Namık Çınar da ‘kongre’yi değerlendirirken şöyle demiş: “Hiçbir köklü şey olmadı çünkü. Bu yüzden hiç kimse ne sevinsin, ne üzülsün. CHP’de ‘değişim’ olmaz. Zira ‘değişim’ böyle olmaz. (...) Cumhuriyet tarihi boyunca, gerçek bir sosyal demokrasinin sanki temsilcileriymişsiniz gibi, bu halkı aldatıp durdunuz. Sizin yüzünüzden karışmış kafalarla hem zaman kaybedildi, hem eksik yaşanıldı, bu ülkede.” (Taraf, 24 Mayıs 2010) Hiç kimse CHP’nin değişmesini istemediğimizi düşünmesin. Keşke CHP de ‘iyi yönde’ değişse. Ama bir asra yaklaşan yanlışlarda ısrar etmesi ve geçmişte yanlış yapan ‘bir iki adam’ın hatalarını savunması onun en büyük ayak bağı... Dikkat edilsin: Değerlendirmelerini aktardığımız kişiler ‘sağ’dan çok, ‘sol’a yakın isimler. Bizi dinlemeyebilirler, bari onları dinlesinler... 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
CHP kemâle erdi mi? |
Küresel güçlerin çatışma sahası içinde kalan Türkiye siyaseti, kaset manevrasıyla yeni bir perdeyi aralayarak ana muhalefet partisine yeni bir rol biçiyor. Statükonun katı bir savunucu olan Baykal’ın tasfiyesi solun siyaset sahnesindeki yeni rolü için işaretler sunmaktadır. Bu rolün ne olduğunu hep birlikte göreceğiz. CHP’nin yeni lideri artık Kemal Kılıçdaroğlu. Kemal’ine kavuşan CHP’nin kemâle erip ermediğini ise zaman gösterecek. Kemâle ermek, başta nefis muhasebesi olmak üzere bir çok ameliyenin gerçekleştirilmesiyle mümkündür. “Kem alât ile kemâlât olmaz” sözünü desteklercesine “Memlekete hizmet etmek isteyen zaaflarından sıyrılmalıdır” diyen Polat Alemdar’ın bile diline düşen CHP’nin kemâle ermesinin yolu Kemallerden değil; milletle barışma, milletin değerlerine değer verme, totaliterciği terk etme, tabulardan uzak durma gibi bir dizi siyasî riyazetten geçiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği ilk mesajlar işsizlik, fakirlik ve yolsuzluk gibi Türkiye’nin temel meselelerine aitti. Yıllardan beri derin işlerin avukatlığını yapmaktan bunları gündeme bir türlü taşıyamayan CHP’nin bu halinden akl-ı selim partililer de rahatsız olmalı ki, Baykal’ın gidişine neredeyse üzülen yok gibi. Kılıçdaroğlu’nun “kimse aç yatmayacak, herkese aile sigortası yapılacak, kimse işsiz kalmayacak” gibi söylemleri siyasetin normal gündemine çekilebilmesi için önem arz etmekteydi; ancak, “değişim” beklentisiyle genel başkanlık koltuğuna oturan Kılıçdaroğlu’nun teşekkür konuşmasında “yeni”ye dair bir söylem geliştirememesi, Baykal’ın çizgisini aynen koruyan bir görüntü sergilemesi farklı beklentiler içine girenleri hayal kırıklığına uğrattı. Ergenekon konusunda Baykal’ın üstlendiği avukatlık rolünü sürdüreceği sinyallerini veren Kılıçdaroğlu; AB, demokratik açılım, vb. konularda da Baykal’dan farklı şeyler söylemedi. Oysa değişim beklentileri CHP’nin temel duruşuyla ilgiliydi. “Kılıçdaroğlu, milletin yanında mı yer alacak; yoksa totaliter ruhun devlet içinde devam etmesini isteyen militer yapının çizdiği yolda mı ilerleyecek?” sorusunun cevabı CHP’nin bundan sonra siyaset arenasındaki yerini de belirleyecektir. Türkiye’nin kavga ve çatışma ekseninde kısırdöngüye dönüşen siyaseti normalleştirebilmesi için CHP’nin normalleşmesi gerekiyor. Modernleşme algısını din dışılık üzerine kuran bu partinin otuzlu yılların tavrını bugün de devam ettirme çabası yalnız CHP’nin değil Türkiye’nin de önünü tıkamaktadır. Milletin değerleriyle çatışıyor görüntüsü vermek akıllı bir strateji değildir. Ne yazık ki, Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarında kullandığı dil bile bu görüntünün izleriyle doludur. Geçtiğimiz seçimde yolsuzluk üzerinden iktidar partisine yüklenen ve çıkışlarıyla halkın beğenisini toplayan Kılıçdaroğlu’nun eski solcuların entellik çabaları içinde kullandıkları “öztürkçe”yi kullanması bile, CHP ile milleti ayrıştıran kalın çizginin bir işaretidir. Bu soğuk dille birlikte milleti takmayan görüntüsünden sıyrılamayan bir CHP; ne milletin kapısını çalabilir, ne de böyle bir CHP’ye millet kapısını açabilir. CHP anlamalıdır ki, Türkiye’nin hali hazırdaki problemlerinin çözümü, Ergenekon gibi meseleler üzerinden kavga etmeye bağlı değildir. Millete rağmenci yapıların avukatlığı yerine milletin avukatlığına soyunanlar Türkiye’yi yönetecektir. Türkiye, bürokratik keyfiliğin ve zorbalığın üstesinden gelecek, iç dünyasından başlayarak bütün benliğini esareti altına alan zinciri kırabilecek açılımları beklemektedir. Bu açılımların başarıya ulaşması da “kalb-i millet” hükmünde olan meclisin önemli bir üyesi olan CHP’nin milletin kalbinde ne olduğunu hakikaten keşfetmesiyle mümkün olabilir. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım”a ne oldu? |
Meclis’te Anayasa değişikliği tartışmaları ve peşinden patlak veren “kaset”le medyanın âdeta abandığı CHP kongresi siyasî tartışmaları ortasında son bir yılın en önemli gündemi olan “açılım” âdete gündem dışı... Anamuhalefet, kendini “dizayn” derdinde. Kılıçdaroğlu, kongre konuşmasında “eleştiri” için olsa bile tek kelimeyle “açılım”ı ağzına almadı. Ama ilginç olan referanduma ve diğer iç ve dış siyasî hâdiselere odaklanan hükûmet cânibi de onca büyük iddialarla başlattığı “açılım”ı bir kenara bırakmış. “Açılım koordinatörü” Bakan’dan bu hususta hiçbir açıklama gelmiyor. Başbakan’ın önceki gün “Malatyalılar gecesi”nde bir-iki cümle ile bahsetmesi benzeri atıfların dışında pek seslendirilmiyor. Ayrıca “anayasa değişikliği paketi”nde de doğrudan “Kürt açılımı”na dair hiçbir husus eklenmedi. Referandumla halkın desteğini alma peşindeki siyasî iktidar, seçim öncesi millete karşı bir nevi bu meselede bigâne kalmakta, “açılım”ı ortada bırakmakta. Keza “açılım”dan bu yana 80’i aşan ve son birkaç hafta içinde mayın tuzağı ve çatışmalarla peşpeşe şehidler gelirken, “Kürt açılımı”nın muhatabı olan DTP’nin “istemezûk” tavrı ise çarpıcı.
“TASFİYE”NİN TEPKİSİYLE… Aslında kamuoyuna yapılan açıklamaların aksine bu partinin “demokratik açılım”ı istemediği, Anayasa değişikliği paketi oylamasında açığa çıktı. Diğer maddelere beş milletvekiliyle “sembolik destek” veren ve iktidar partisinin firelerini kapatıp rahatlatan bu partinin, öncelikle “siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılması”na dair maddeyi reddetmesi, bu açıdan dikkate değer. Mezkur “maddenin geçmemesi bahanesiyle BDP’nin ve kendisinin hedef gösterildiğini” söylemesi, enteresan… Tespit şu ki terör örgütü ve terörist başı, hâricî mihrakların dahildeki taşeronları değiştirmesine tepkili. “Miâdının yavaş yavaş dolduğu”na ve “görevinin bittiği”ne infiâl gösteriyor. Öcalan’ın “Haziran başına kadar bekleyeceğim eğer çözüm konusunda bir irâde gelişmezse artık aradan çekileceğim” deyip Ankara’nın terör örgütü ile karşı karşıya kalacağı tehdidini savurması, büyük şehirlerde orta çaplı isyanlar olacağı, terörün tırmanacağı “şantajı”nda bulunması, bundan. Belli ki Türkiye’nin başına terörü belâ eden ifsad şebekeleri ve ecnebi servisler, terör örgütü üzerinden Türkiye’yi kaos ve kargaşaya sürükleme tertibine devem etmekteler. Peki, bu süreçte avukatları aracılığıyla İmralı’dan “AKP kendisini demokratik hamleler yapıyor şeklinde gösterip bizi de bunun engelleyicisi olarak sunmaya çalışıyor!” diyen Öcalan’ın, “bu konularda oyun oynanıyor” rahatsızlığı, neyin göstergesi? Gerçekten “Kürtlerin temsilcisi” olduğunu iddia eden partinin siyasî geleceğiyle yakından ilgili bu maddenin oylamasındaki tavrının nedeni nedir? Bu soruların cevabında, 30 bin insanın katlinden sorumlu terör örgütünün öteden beri hâmiliğini yapan okyanuslar ötesindeki küresel güçlere karşı “tasfiye tepkisi” içinde olduğu, her halinden anlaşılıyor…
YİNE “KİRLİ PAZARLIK” Dahası, terör örgütü ile terörist başının, çeyrek asrı aşkındır bölgede ve Avrupa’da kendini besleyen, her türlü silâh, malî, sağlık, eğitim lojistik desteği veren, finans kaynaklarını, uyuşturucu, para ve silâh kaçakçılığı, nüfuz ticaretini sağlayan uluslar arası mihraklarla kirli bir pazarlık içinde olduğunu ortaya çıkarıyor. İmralı ile Kandil’den gelen tâlimatlarla hareket eden partinin, Anayasa değişikliği oylamasında üç-beş eksik oyu tamamladıktan sonra, referandumda “evet” demek için bazı şartlar ileri sürmeleri bunun göstergesi… Sonra, Öcalan’ın “Devlet, AKP’ye göre çözüme daha yakındır. Ben on bir yıl önce buraya ilk getirildiğimde devletin dört kurumu gelip benimle görüşmüştü. Sorunun çözümünden bahsediyorlardı. ‘Sizin gücünüz bu sorunun çözümüne yeter mi?’ demiştim. Güçlerini yetmediği zamanla ortaya çıktı” çıkışı ne anlama geliyor? (Radikal, 6.3.2010) Görünen o ki terör örgütü ve terörist başı, her ne kadar zaman zaman serzenişte bulunsa da, “seçim barajı” ve “terörle mücadele kanunu” perdesinde hükûmete yüklenmesinde sırtını hâlâ ABD ve dış mihraklara dayıyor. Bunun içindir ki hükûmete şart koşuyor, meydan okuyor. “Bu yasa değiştirilmeden, kaldırılmadan Kürtler bu anayasa paketine destek vermemelidir. Hatta en sert muhalefetini yapmalıdır” restini çekiyor. Ve bütün bu çarpıklıklar, AKP’nin “açılım” sağlam zemine oturtmaması, yanlış dinamikler üzerine kurmasından kaynaklanıyor. “Açılım”da İmralı’nın ve Kandil’in muhatap alınmasını şart koşan “etnik siyaset”in muhatap alınması, “açılım”ı içinden çıkılmaz hale getiriyor… 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Vizede keyfîlik |
Almanya Başbakanı Merkel Mart ayı sonundaki Türkiye ziyaretinde, vize uygulamasıyla ilgili olarak, şartları oluşursa, işadamı, öğrenci ve sanatçılarla sınırlı olmak kaydıyla uzun süreli vize verilmesinin düşünülebileceğini söylemiş, yani konuyu geçiştirmişti. Buna karşılık, Türkiye’den Almanya’ya gidişlerdeki vize problemleri artarak devam ediyor. Ve Türkiye bu noktada birşey yapamıyor. Çünkü meselenin bu boyutlara ulaşmasında Ankara'nın da çok büyük ihmal ve hataları var. AB standartlarıyla uyumlu biyometrik pasaportların basımındaki gecikmeden, kaçak göçmenlerin iadesiyle ilgili anlaşmaya kadar birçok konuda Ankara üzerine düşenleri yapmayınca, Türkleri almakta zaten isteksiz davranan bazı Avrupa ülkeleri, vizeyi daha da zorlaştırıyorlar. Ve bu vaziyette, son dönemde başka bazı ülkelerle başlatılan ve devam eden vizeleri kaldırma süreci, Avrupa söz konusu olunca işlemiyor. Bu durum gidiş gelişlerde yol açtığı sorunların yanında, iki taraflı bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. AB içerisinde Türkiye’yi almamak için bahane arayanlar “Ankara bizim vize politikamızı da takmıyor” plağı çalarken, Türk vatandaşlarına çektirdikleri vize işkencesiyle halkın AB’den soğuyup uzaklaşmasına sebep oluyorlar. Böylece vize sıkıntısı, Türkiye ile AB’nin arasını açmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Vize sorunu, Yeni Asya mensuplarının da başında. Nitekim geçenlerde, aralarında Yönetim Kurulu üyelerimizin de bulunduğu epeyce arkadaşımız, vize alamadıkları için Almanya’ya gidip oradaki okuyucularımızla bir araya gelemediler. Son bir olay da bizim başımıza geldi. Geçen Cumartesi günü Köln’de 50. vefat yıldönümünde Üstadı anmak için tertiplenen toplantıya katılmak üzere 11 Mayıs’ta vize başvurusunda bulunduk. Ertesi gün Konsolosluk, Almanya’dan, imzalı davet mektubunun fakslanmasını istedi, gönderildi. Bir hafta daha geçti, yine arayıp, “orijinal imzalı” faks istediklerini bildirdiler, mektup tekrar düzenlenip gönderildi. Ve biz ayrıca hem mail, hem de faks yoluyla İstanbul Başkonsolosluğuna şu mesajı ilettik: “Türkiye’de 41 yıldır yayınlanan bir gazetenin 19 yıldır görev yapan Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı olarak, ilk kez 1996’da dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in resmî ziyaretinde, daha sonra da 2000 yılından itibaren Almanya’daki okurlarımızın davetiyle her yıl en az bir defa gittiğim Almanya’da bu sene de 22 Mayıs Cumartesi günü Köln’de gerçekleşecek bir toplantıya katılmak üzere 11 Mayıs günü Başkonsolosluğunuza yaptığım vize başvurusuna hâlâ olumlu bir cevap alamamış olmaktan dolayı üzüntülerimi bildiriyorum. “Davet sahipleri, isteğiniz üzerine, davet mektubunu tekrar düzenleyip faksladıklarını bildirdiler. Umarım, bu fakstan sonra vizem verilir. “Ancak bir gazete yöneticisi olarak, vize talebimin Almanya’dan gelecek davet yazısı şartına bağlanmasına da bir anlam veremiyorum. Görevim gereği, her zaman ülkenize gidip gelebilme imkânına sahip olmam gerektiğini ve bu sebeple, her gidişim için ayrı vize alma külfetini ortadan kaldıracak şekilde, uzun dönemli vize verilmesinin uygun olacağını düşünüyorum...” 19 Mayıs’ta hem mail, hem faks yoluyla gönderdiğimiz bu mesaja aynı gün şu cevabı aldık “Gönderiniz için teşekkür ederiz. Basvurunuz sonuçlanmamış, işlemler devam etmektedir. Pasaportunuz 22.05.2010 tarihindeki toplantınıza yetiştirilmeye çalışılacaktır. Saygılarımızla.” Ama pasaportumuz gelmedi ve gidemedik. İşin başka detayları da var, onları geçiyoruz. Ve diyoruz ki: Basın ve seyahat özgürlüğü gibi en temel hakları çiğneyen ve devlet ciddiyetiyle de bağdaşması mümkün olmayan bu keyfî ve saygısız tavır, hiçbir şekilde kabul edilemez. Berlin ve Ankara buna âcilen çare bulamazsa, Türk-Alman dostluğundan söz etmek zorlaşır. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Hiroşima’dan iki insan portresi |
Önceki gün Hiroşima’ya atom bombasını atan uçağın mürettebatından seyir subayı Theodore Van Kirk’ün The Guardian’daki röportajında söyledikleri, insan bilinmezinin bir başka yönünü görmeme sebep oldu: Her olayda mutlaka kendisini haklı görmesi. Van Kirk “yine atom bombası atarmıydınız?” sorusuna “evet” diye cevap veriyor soğukkanlılıkla. Atom bombasını atıp sonuçta 200 bin kişinin ölmesine sebep olduktan 65 yıl sonra, 89 yaşında ve o uçaktakilerden hayatta kalan tek kişiydi Van Kirk. Hiçbir vicdan azabı, üzüntü duymuyor gibi konuşmuştu muhabirle. Peşinden Tomiko Morimoto’nun öyküsünü okudum. O Van Kirk’ün öldürmek istediği masumlar arasında 13 yaşında bir kız çocuğuydu. Okulda yakalanmıştı bu acımasız bombaya. Atanı uçağında büyük bir başarıya imza atmanın gururu ile geri bakıp yalnızca yoğun bir bulut yığını ve mantar görürken, o sınıf arkadaşlarıyla çığlık çığlığa fırlamıştı okuldan. “Her şey yıkılmaya başladı. Binalar dağılıyor, her şey uçuşuyordu. Birden havadan bir şeyler yağmaya başladı. Çocuk aklımda petrol yağdığını ve Amerikalıların bizim hepimizi yakacağını düşündüm.” Uçaktakiler rahatlamıştı. Bombanın sarsıntısını da atlatıp geri dönüyorlardı. Kutlamayı hak ettiklerini düşünüyorlardı. Aşağıdaki küçük Tomiko ise insan cesetlerinin arasından yol bulmaya çalışıyordu. Tuhaf görüntüler vardı: “hâlâ atının üstünde duran ölmüş bir asker, bomba anında durmuş, yolcuları h"âlâ ayakta ama ölmüş otobüs…” Nehrin üstünden geçmek için buldukların demiryolu köprüsünden aşağıya baktığında su değil insan cesedi yığınları gördü. Van Kirk bombayı attığında olacakları biliyordu; bombanın etkilerini görmüştü. Ama yine de attı. Îronik bir şekilde “Küçük Oğlan” adını verdikleri atom bombasının öldürdüğü yüzbinlerin vicdan azabını azaltmak için zamanın ABD Başkanı Harry Truman’ın 1948 yılında karşılaştıklarında söylediği şu sözlere güveniyordu: “Sizi gönderen benim. Eğer birisi sizi yaptıklarınızdan dolayı suçlarsa, bana gönderin”. Peki Tomiko ailesini kaybettiği bu acı olayı unutmak için kime sığınacak? Amerikalıların bombalanmayacağı haberlerini yayarak daha çok insanın toplanmasını sağladığı ve daha çok zayiat verilmesi için en yoğun saat olan 8.45’i seçtiği, askeri endüstri sebebiyle çok fazla işçinin bulunduğu kente yapılan bu saldırının masum hedefi olarak kimi suçlayacak? Tomiko şimdi New York’ta yaşıyor. “Bu olayı hatırladığımda üzülüyorum, her şey yeniden canlanıyor gözlerimin önünde. Ve elimi kaldırıp zihnimdeki bu resmi siliyorum. Ancak böyle baş edebiliyorum bu acı hatıralarla”. Peki Van Kirk nasıl başa çıkıyor? Şu mantıkla: “Amerika’nın o tarihteki isteği üzerine atom bombasını attık. Zaten savaşmanın insan öldürmeden yapılan bir biçimi yok”. Duygularını tecrit edip nötralize etmek üzere eğitilmişlerdi savaş öncesinde. Bu yüzden Tomiko uyuyamazken, o rahatça uyuyor. Tek bir gece bile uykusuz kalmadan. Tomiko daha fazla ülkenin atom bombasına sahip olmasından korkuyor. “Bir başka bomba daha atılmamalı. Hepimiz barış için çalışmalıyız” diyor. Bugün size iki insanın öyküsünden kesitler anlattım. Ne acıdır ki; dünya tarihindeki tek nükleer silâh kullanan ülke olan ABD, bugün İran’ı sıkıştırmaya çalışırken, kendi geçmişini ve halen İsrail’in nükleer bombalarını sağladığını, bu yetmez gibi NATO üyesi bazı ülkelerle birlikte ülkemize de atom bombası yığdığını unutuyor. Kimbilir her atom bombası için Van Kirk kadar acımasız atıcıları da yetiştirmeye devam ediyor. Duâmız başka Tomikoların ağlamaması. Bu yüzden hepimizin barış için çalışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Van Kirkleri ise Allah ıslah etsin. 25.05.2010 E-Posta: [email protected] |