Muzaffer KARAHİSAR |
|
Hastalara şifalar |
İlerlemiş yaşına rağmen alabildiğine zihin melekeleri açık, zinde ve berrak. Eğitimi olmadığı halde; her şeyi araştırıp inceleyen, muhakeme eden Osman Amca’nın hayata ve olaylara bakışı, tahlil edişi ve sonunda isabetli kararlar vermesi onu hep iyi noktalara, zirveye, mükemmelliklere taşımış. Böylece doksan üç yaşana kadar ruhunun derinliklerinde arayışlara devam ederken, Cenâb-ı Allah onu Hastalar Risâlesi ile tanıştırdı. Kitabı eline alınca bir talebenin dersine çalıştığı gibi şevkle, gayretle, azimle ve heyecanla okudu. Kitabın baş tarafındaki Bediüzzaman’ın hayatı, yaşantısı, mücadelesi, dâvâsı onu çok etkilemiş ve tesir etmiş. Her yerde, herkese ondan bahsetti. Konuşmalarına, sohbetlerine Hastalar Risâlesi’ndeki devalardan, tevekküllerden, teslimiyetlerden, sabır ve metanetlerden örnek vererek anlatımına zenginlikler katıyordu. Elinde kitabıyla odama gelince sohbetin başlayacağı belli oldu. Oturuşu, vakarlı duruşu, nezaketi ve yaşının verdiği olgunlukla tane tane konuşması ihlâsından ve samimiyetinden olacak ki zihnimde genişlikler, güzellikler ve ufuklar açarak yerleşiyordu. Önce şifahî olarak anlatmaya başladı. Sonra kitaptaki devâlardan okudu: “Allah’tan ümidini kesmeyeceksin. Allah’tan başka kapı yok. Her derde devâ orada, her hastalığa şifa orada var. ‘Hasbinallah venimel vekil’ deyip insanoğlu Allah’a dayanıp, O’na sığınması lazım. Bu hakikatleri anlayabilmek için insanın dağlara, ovalara, varlıklara bakınca, onların başıboş olmadığını, bir Rabbî olduğunu düşüne düşüne anlar. Bunlar düşünülerek anlaşılacak şeyler. Bizlere bir alimden ilim almak, bulmak nasip olmadı. Yaptıklarımızın, hayat tarzımızın doğrularını, eğrilerini fazla öğrenemedik, Allah affeder inşallah. Bir tren yolculuğunda gençlerle Allah’ın varlığı üzerinde konuşurken gökte uçan tayyareyi misal verip, onu kullanan pilotun olduğu gibi Dünyamızı da hareket ettiren gücün Allah olduğunu anlatmıştım. Gökyüzündeki bulutların tonlarca suyu taşıyarak ihtiyacı olan yerlere gayet nizamlı bir şekilde yağdırılmasının Allahın kudretinde olduğunu misal vermiştim. Müslüman insan her halinden, gezmesinden, duruşundan belli olur. Güler yüzlü, tatlı dilli olur. Nefsinin esiri olup kötülüklere gitmez, günahlara buluşmaz. Bu mevzu ile ilgili bir hikâye anlatayım: İki arkadaş şehre giderlerken bir kayanın gölgesinde oturup dinlenmişler. Bu arada iyi niyetli olmayan kişi arkadaşına bana şu zamana kadar ödünç para ver, diyor. Arkadaşı onun ihtiyacını görecek kadar para veriyor. Söylediği zaman gelince parayı getirmiyor. Arkadaşı alacağını isteyince de: “Benim sana borcum yok” diyor. Bu durumu içerleyen kişi, art niyetli kişiyi mahkemeye veriyor. Hakim sorgu esnasında borç verene: “Bu şahsa para verdiğine dair şahidin var mı?” diyor. Davacı: “Şahidim yok ancak kayanın yanında verdim” diyor. Hakim: “Git o kayayı getir” diyor ve beklemeye başlıyorlar. Mahkemede bir süre bekleyince kötü olan kişi boş bulunuyor ve “Hakim bey, hiç boşuna beklemeyelim, o kaya çok büyük, buraya gelmez” deyince hakim hemen dâvâcıyı çağırtıyor. Kayadan haber aldık. Dâvâ neticelendi. Bu şahsın sana olan borcu kesinleşti ve ödemek zorundadır, diye karar veriyor. Demek ki doğruların, Hakk yardımcısı olur. Eskiden söyleyene değil de, söyletene bak, demişler. Şu etrafımıza bakarak güzel konuşup söz söylesek tesiri yok, sussak gönül razı değil. En iyisi kitaptan okuyalım: “Ey kimsesiz, garip, bîçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalpleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celp ederse acaba…” Barla dağlarından gönül ummanlarımıza bir cevher gibi, bir inci gibi dökülen hakikatlerin ruhumuzu, kalbimizi ve bütün latifelerimizi ılık bir nesim gibi okşayan sıcaklığı, müjdesi, tatlılığı ve huzuru içinde kendini bulmuş olan Osman Amca’nın ve onun Hastalar Risâlesi’nden sunduğu şifaların, hakikatlerin, ışıkların, nurların karşısında aciz, fakir, garip, kimsesiz, bîçare ve fanî bir insan olarak yeryüzünde yalnızlığın ve çaresizliğin acısını kendi iç dünyamda hissederek Allah’a olan imanın, marifetin ve muhabbetin lezzetini ruhumun derinliklerinde hissettim. O varlığın, zenginliğin, güzelliğin, bolluğun, genişliğin, şefkat ve merhametin insana verdiği huzur ve sükûnla ferahladım. Böyle bir tahayyülde ve tefekkürde enginlere, derinliklere ve sonsuzluklara gidip geldim. Sadede geldiğimde baktım Osman Amca elindeki kitabı dikkatlice, yorgun ve tok bir sesle okumaya devam ediyordu: “Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle O’na intisap etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin...” 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (08.06.2010) - Dost acı söyler (25.05.2010) - Sabrın ve tahammülün meyvesi (18.05.2010) - Abdi Amca’nın kedileri |