Hakan YALMAN |
|
Küresel Asr-ı Saadet’e mütevazi bir adım |
Geçtiğimiz Cumartesi günü Topkapı Kültür Park’ta, Türk Dünyası Kültür Evleri ve Kültürlerarası Köprü Derneği (ICBA) bir araya geldi ve ortak neler yapılabileceği konusunda samimi ve sıcak paylaşımlar oldu. Topkapı Kültür Park projesi, gelecekte de çok farklı güzellikler vaad eden bir uygulama. Bu proje kapsamında ve genel müdürlük alanı içinde yer alan Türk Dünyası Kültür Evleri ile, küresel bir köy modeli oluşturulmuş. Bu harika düşünce, Türk dünyasında başlayacak birlikteliğin dünyaya model olması anlamında önemli bir başlama noktası. Biz de dernek olarak bu küçük dünya modelinde köprülük konumuna başlangıç anlamında çok değerli gönül insanlarını yine bu alanda bulunan ve Türk dünyası yemeklerinin mekânı Türk Dünyası Zinnet Restaurant’ta buluşturduk. Bu organizasyonun gerçekleşmesinde büyük emekleri geçen Kültür A.Ş. idari işler müdürü can dostlar Salih Doğan ve evlerin koordinatörü Abdülmetin Keskin beylere camiamız adına çok teşekkür ediyoruz. Bu küresel köy ya da mahallede gerçek insaniyeti temsil eden İslâmî değerler çerçevesinde birliktelik, dünyaya da bir model teşkil edecektir. Umudumuz biraz siyasî bir yapı hâline dönüşmüş Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın daha sivil ve daha samimi bir yapılanmasına başlangıç noktası olmasıdır. Bu küçük dünya modelinde yer alan kültürlerin temel değerleri hak ve doğruluk olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Hak ve doğru, insanlığın aslî gerçekliğine ve fıtri hâline daha yakın olmalıdır. Muhtemelen her insanın özünden gelen ve fıtratından kaynaklanan ses, hakkın ve doğrunun yanında yer alacaktır. Ancak hak, çoğu zaman siyasî güçlerin ve benlikle bağlantılı hallerin uzağında daha çok şeffafiyete yakın bir kavram gibidir. Hakkın etkisi ve yayılımı, şeffafiyet tecellisine en belirgin şekilde mazhar hava ve suyu andırır. Hava ve su, etkileri zahiren çok belirgin olarak gözlenmediği halde sessiz ve derinden bütün varlıkları kuşatacak fıtrî özelliklere sahiptirler. Su, bütün dünyanın dörtte üçünü, insanın yüzde altmışını teşkil ettiği halde bu durum zahiren çok belirgin değildir. Hava, hayatımızın en önemli unsurlarından biri olduğu halde çoğu zaman varlığını dahi hissetmeyiz. Nefesimizi rahatlıkla alamadığımız anlarda havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlıyoruz. Sosyal alanda da hak, benzer bir şeffafiyet hâli göstermektedir. Hakkın galibiyeti çoğu zaman savaşlarla değil barış zamanları ve ruhlara nüfuz ederek olmuştur. Hepimizin içinde doğruya ve iyiye bir meyil var olduğu, toplumların genel sükûn halinden anlaşılmaktadır. Her fıtrat özünde doğrunun yanında güzelliklere meyilli olmalıdır. Ancak toplumun genel yapısı ve gelenekler, kültür yapısı zaman zaman insanı fıtratının sesinden uzaklaştırmaktadır. Bozulmamış her fıtratın, hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerektiği insanlık tarihinin ortaya çıkardığı açık gerçeklerdendir. İnsanlık tarihine bakıldığında, insanlara en büyük değerleri katan ve insanları özünden ve derinden etkileyen hakikatler, büyük siyasî güçlerin değil, inançları ve değerleri ile insanları özde etkileyen samimi fertlerin ve toplulukların eseri olmuştur. Toplumlara asıl yön veren, maddî güç ve para değil inanılmış değerler olmuştur. Bu değerler bir tür şeffafiyetle sosyal yapıları derûnuna inerek etkilerler. Nitekim Asr-ı Saadet’te dünyevî hiç bir güç olmaksızın başlayan hareket, artık insanlığın bütün katmanlarına ve derinliklerine nüfuz etmiştir. Bu durum, önümüzdeki yıllarda siyaset ve teşahhusattan uzak ve şeffafiyete mazhar Risâle-i Nur hakikatlerinin döneminin geldiğine bir işaret olmalıdır. Her türlü siyasî ve coğrafî sınırların eşyayı ve insanları parsellemesinden uzak bir yapı olan bu hareket, çok kısa bir süre sonra bütün dünyayı etki alanına alacak gibidir. Teşahhusata mazhar siyasî hareketler engellenebilir, çünkü bu mazhariyetle kendi alanlarını sınırlamışlar ve menfaat çatışmalarının hedefi olabilecek konuma gelmişlerdir. Oysa şeffafiyete mazhar bir hakikati, siyasetle ve maddî güçle engellemek mümkün değildir, çünkü ortada hedef olarak algılanabilecek, parsellenmiş bir alan ve mücadelesi verilen bir benlik yoktur. Yaşanan son olaylardan sonra hakka yönelen insanlık, Risâle-i Nur’a muhakkak ulaşacak veya yavaş yavaş yayılan hakikatler bütün maddî engelleri nuraniyeti ile aşacak ve ruhları derinden etkileyecektir. O halde bizlere düşen vazifeler, çok büyük ve insanlık için çok önemlidir. Memleketimizin azametli fakat bahtsız oluşuna yol açan en önemli sebeplerden biri, gereksiz konuların zihinleri fazlasıyla meşgul etmesi ve asıl meselelere harcanacak enerjinin zayıflamasıdır. Bütün dünyanın muâsır medeniyet noktasına yöneldiği ve bu vatanın da bahtının yeni yeni açılmaya başladığı bir zamanda insanları mağdur eden uygulamaların herkes için moral bozucu olduğunu ve çok hız kestiğini görmek gerekiyor. Şu an hepimizin temel vazifesi, bahtımızın açılması ve ülkemizin maddî terakkisi ile i’lâ-yı kelimetullah noktasında eski şevketine kavuştuğu günler için sözlerimizle ve fiillerimizle duâ etmektir. Oysa, kırılmış kalpler ve aleyhte duygular arttıkça bir millet olma şuuru ve ortaklık duygusu zaafa uğrayacaktır. Bu konuyu tartışan ve içinde yer alan herkes önce kendi konumunu iyi algılamalıdır. Cismen ve dünyevî konumları ile uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde sinekten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar. Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izâfî bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok varlığın asıl Sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür. Bu yüzden varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar, birbirine dayanmalı, hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Küll-i Şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler. Gelecek yıllar küresel Asr-ı Saadet’in, yani dünya genelinde insânî ve İslâmî mânâların yayılımına zemin hazırlayacak tarzda ilerlemektedir. Barış içinde bir dünya, herkesin herkese tahammül edebildiği bir algı ile ancak mümkün olur. Bu mânâ, hakkın galip olduğu ve her ferdin bu zeminde birlik algısının kalplere yerleştiği gün açığa çıkacak gibidir. Türk Dünyası Kültür Evleri de bu yolda atılmış önemli bir adım ve samimi bir duâ hükmündedir. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
Hakikatlerin yalana ihtiyacı yok |
Muhâkemât okumaları-5
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mâl eder. İnsanlar arasında yaygın bir yaklaşım vardır ki, garip ve değerli bir şeyin asaletini göstermek için, o şey meşhur bir zata nisbet ve isnat edilir. İnsanlar bazen söylenen sözlere rağbeti arttırmak veya yalanlanmasını önlemek için veya başka maksatlar için, zalimane bir baskıya baş vurarak, bir halkın fikirlerinin neticesini ve güzel davranışlarını bir şahsa mal ederler. Aklı başında olup fikir namusuna sahip olanlar, kendilerine ait olmayan ve baskı sonucunda kendilerine verilmeye çalışılan bir hediyeyi kabul etmez. Güzel bir sıfat veya yüksek bir sanatla meşhur olan bir adam, sanatının dışarıdan görünen güzelliklerini etkileyecek başka şeyler kendisine isnat edildiği zaman, bundan teberrî edecek, meşhur olduğu alanlara gölge düşürmemek için bunu kabul etmeyecektir. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla (özellikleriyle) sabit olur” kaidesi gereğince, insanlar hayallerindekilerini haklı göstermek için, meşhur olan zatlara birçok büyük meziyetler yüklerler. Böylece bu meşhur insana kendisine ait olmayan hasletler de yüklenir ve insanlar nezdinde herkesten farklı acip bir insan olarak ortaya konulmaya çalışılır. Mesela, İranlıların hayalî kahramanı olan ve kendisine harikulâdelikler isnat edilen Zaloğlu Rüstem, bu duruma bir örnek gösterilebilir. Zaloğlu Rüstem, cesaretle meşhur olduğundan, İranlıların kurtulamadığı istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle, İran halkının kahramanlıkları adeta gasp edilerek kendisine verildi ve hayalî bir şekilde büyütüldü. Bir yalan başka bir yalanın başlangıcı olduğundan, şu olağanüstü cesaret, Rüstem’e olağanüstü bir hayatın isnat edilmesine sebep olup, hak etmediği bir çok meziyetlerin kendisine verilmesine yol açtı. Böylece bu insan diğer insanlardan farklı “nev-i şahsına münhasır bir insan” olarak ortaya çıkmış oldu. Masalların hayalî kahramanı olan ve insan yiyen dev olarak bilinen “Gulyabani” gibi, dillere destan oldu. İşte bu misâlde olduğu gibi, hurafelerin kapısı bu şekilde açılır ve hakikat kapısı bununla kapatılmış olunur. Bu hayalî vakıalar geçmişte yaşanan güzellikleri de perdeler ve geçmiştekilerin gelecek nesillere bıraktıkları ilmî miraslar, böylece çorak topraklarda yok olup gitmektedir. Nasreddin Hoca’nın durumunu da bu duruma örnek gösterebiliriz. Eğer mümkün olsa da Hoca’ya “Bütün bu garip sözler senin midir?” diye bir suâl edilirse, elbette Nasreddin Hoca’nın şöyle cevap vereceği muhakkaktır: “Şu sözler, ciltleri doldurur. Çok uzun bir ömür ister. Zira bütün sözlerim nadirâttan değildir. Ben Hocayım. O sözlerin zekâtını dahi bana verseler razıyım, bana yeter. Fazlasını istemem. Zira bana isnat edilen bu çok sözler, sözlerimdeki zarifliğin tabiiliğini yok ediyor ve adeta sözlerime riyakârlık katmış oluyor.” Bundan da anlaşılacağı gibi, hurafeler ortaya çıkınca doğru olan şeylerin kuvveti yok olmaktadır. Allah’ın rahmetinden fazla merhamet olamayacağı gibi ihsan-ı İlâhîden de fazla ihsan olamaz. Bir doğru söz, harmanlarla yalan ve hayallerden daha değerlidir. Allah’ın verdiğini olduğu gibi vasıflandırmak lâzımdır. Bir şey olduğundan fazla büyük veya küçük gösterilmemelidir. Bir toplumun içine giren bir insan, o toplumun huzurunu bozacak davranışlarda bulunmamalıdır. Bir şeyin şerefi neslinden değil, zatındandır. Doğru sözlü olan, her şeyi olduğu gibi gören, Allah’ın verdiğine kanaat gösteren ve iyi insan sıfatına haiz olan insan asildir. Bir şeyin aslını gösteren onun ortaya koyduğu güzel hayat tarzıdır. Birisi başkasının malını, velev ki o mal değerli de olsa, kendi malına katsa, malını kıymetsiz eder ve helâl malını haram hâline getirir, malının elden gitmesine sebep olur. Bu duruma göre, rağbet ettirmek ve korkutmak için veya cahilce bir şekilde hadisin revâcına insanları teşvik etmek için mevzu olan, yani uydurulmuş olan hadisleri İbn-i Abbas (ra) gibi zâtlara isnat etmek büyük cehalettir. Çünkü hak müstağnîdir, yani kendi kendine yeter, yanlış bir şekilde kendisine destek verilmesini istemez. Hakikat da zengindir. Uydurma şeylere ihtiyacı bulunmamaktadır. Hak ve hakikatın nurları, kalbleri aydınlatmak için yeterlidir. Kur’ân’ı tefsir eden sahih hadisler bizlere kâfîdir. Bizler mantığın ölçüleriyle tartılmış olan doğru hakikatlere kanaat ederiz. Yalanlara hiç ihtiyacımız yoktur... 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Çocuk terbiyesinde şefkat |
Şefkat acımak, yardım etmek demektir. İnsan merhamet, yani şefkat sahibidir. Bu duygu, annelerde hayatını fedâ edecek derecede zirvededir. Ancak, şefkatli olmak yetmiyor. Sınır ve ölçüsü de önemli. Şefkat, yerli yerinde ve dengeli kullanılmalı. Şefkatin ölçüsünü de âlemlere rahmet olan Peygamberimiz (asm) yaşayarak ders vermiştir. Şefkatimiz, İlâhî şefkat derecesini aşmamalı. Eğer taşsa, merhamet ve şefkat değil, dalâlete ve ilhada (gerçek inançtan sapmaya) sirâyet eden (bulaşan) ruhî ve kalbî bir hastalıktır.1 Ayrıca fazla şefkat; elem, üzüntü sebebidir. Meselâ, hayatını, ruhunu yavrusu için feda eden şefkat kahramanı anneler, kimi zaman ve yerde şefkat sınırını aşabiliyor. Ve bu yüksek duygularını çocuklarının aleyhinde kullanabiliyor! O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor.2 Veya, çocuğunu, “Ay yavrucuğum, ne de mışıl mışıl uyuyor, bu soğukta uykusunu bölmeyeyim!” diyerek sabah namazına kaldırmıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şikâyetçi olmayacak mı? Dünyada da, İslâm terbiyesini tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, muvakkat fânî şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.3 Yine meselâ, insanlara, Müslümanlara veya hayvanlara zulmeden kişelere, “ifsat, zındıka ve dinsizlik komitelerine” hoşgörü ile yaklaşmak, zalimleri övmek, kucaklamak şefkatin sapmış hâlidir. İnkârcıların ve dinsizlerin sonsuza kadar cehennemde azap çekmelerine itiraz etmek, onlara acımak da böyledir. Zîra, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata büyük bir zulümdür. Rahmetin kaldırılmasına ve âfâtın (felâketlerin) inmesine sebeptir. Hatta, deniz dibinde balıklar bile, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye canilerden şikâyet ettikleri hadiste belirtilir. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve onlara hadsiz merhametsizlik ediyor demektir.4 Evet, İlâhî şefkatten fazla şefkat, şefkat değildir! Diğer duygularımız gibi şefkati de yükseltmek, yönlendirmek, dengelenmek, yerli yerinde kullanmak irademize bırakılmış.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 48. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 24. Lem’a, s. 462. 3- A.g.e., s. 463 4- Kastamonu Lahikası, s. 92 29.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Toptan satışa gelmemek için |
Geçen haftaki "Lider üzerinden kitlelerin kontrolü" başlıklı yazı, müdakkik birçok arkadaşımızın ilgisini çekti. Konuyla bağlantılı dikkate değer yorumlar geldi. Bunlar sevindirici gelişmeler. İşin üzüntü veren tarafı ise, mânâyı bozacak bazı tashih hatalarının olmasıydı. Bilhassa hemen ikinci cümlede sehven çıkan "sağlamamayı" kelimesi... Doğrusu "sağlamayı" şeklinde olacaktı. Bu arada, konu üzerinde biraz daha tahşidat yapmamızı, mümkün olduğunca detaylı bilgiler sunmamızı talep eden okuyucularımız da oldu. Takdir edersiniz ki, burada her doğruyu yazmak doğru olmaz. Hele şahıs veya lider ismini zikretmek, bazan çok aksülâmel yapabiliyor. Bu sebeple, daha geniş mâlumat isteyen kardeşlerin e–posta adreslerine ilâve bazı hususî bilgiler gönderildi. Yine gönderilebilir. Bu yöndeki talepleri, şimdilik ancak bu sûretle karşılayabilmekteyiz. Bu vesileyle, dikkatleri konuya çekmek için, burada birkaç hatırlatmada daha bulunmak istiyoruz. * Evet, gruplar, kitleler, cemaatler..., şahıs üzerinden maalesef toptan satışa getirilmeye çalışılıyor. * Gazetemizin bugünkü "Kirli ittifak" başlıklı manşet haberinden de açıkça anlaşılıyor ki, bazı şahıslar üzerinden kitlelerin dikkati bambaşka taraflara çekilmeye, hatta aksi istikametlere doğru yönlendirilmeye çalışılmış. * Darbe mahsûlü "12 Eylül Anayasası"ndan bugün nefret etme noktasına gelen kitleler, 28 sene önce "itibarlı şahıslar"a aldanarak yüzde 90 oranında "evet" tercihinde bulunmuştu. İşte, o yüzde 90'lık kitle, bugün itibariyle tam tersine dönmüş durumda. * Bugün itibariyle, insanlarımızın çoğu "OHAL" uygulamasına karşı. Ama ne yazık ki, bu uygulamaya karşı olanların büyük çoğunluğu, vaktiyle OHAL'in kurucusu ve uygulayıcısı olan siyasî iradeye büyük destek vermiş, o hükümetin liderine havsalaya sığmayacak derecede perestiş etmiştir. * Dün, bazı itibarlı şahısların teşvikiyle dindar çevrelerin nakdî birikimleri, bazı şirketlere, holdinglere kanalize edildi. Sonradan yaşanan iflaslarla, vatandaşlarımızın bu cihetten de toptan satışa getirildikleri ortaya çıktı. * Hasılı, şahıslar üzerinden yönlendirilmiş olan kitleler, zamanla alkışlamış oldukları anayasaya, OHAL'e..., muhalefet eder duruma geldiği gibi, ilköğretim öğrencileri için birkaç senedir uygulanagelen SBS'lerden yaka silker bir hale geldi. * Millî Eğitim Bakanı Çubukçu'nun dün yapmış olduğu açıklamadan, SBS uygulmasından geri dönüldüğü ve artık bu kâbustan da kurtulma noktasına gelindiği anlaşılıyor. * Oysa, hem öğrencilerin, hem de velilerin bir süre sonra ayyuka çıkan ve giderek şiddetlenen şikâyetleri hep kulak ardı ediliyordu. Neden? Çünkü, başlangıçta itibarlı şahıslar devreye sokulmuş ve kitlelerin alkışlı desteği sağlanmıştı. Dolayısıyla, bundan vazgeçilmesi kolay görünmüyordu. Şimdi ise, bıçak kemiğe dayanma noktasına gelmiş olmalı ki, SBS'nın kaldırılması cihetine gidiliyor. * Bakalım, vaktiyle kitlelere dayatılan daha ne tür uygulamalardan vazgeçilecek... Bunu bekleyip görelim. Ama, hiç olmazsa bundan sonra irademizin dizginini şahısların eline vermeyelim ki toptan satışa gelmeyelim.
Tarihin yorumu 29 Haziran 1934
Zaro Ağanın sırrı
Aslen Bitlisli olup İstanbul'da ikàmet etmekte olan Zaro Ağa, 159 yaşında vefat etti. 1775 Bitlis Mutki doğumlu olan Zaro Ağanın mezarı Eyüpsultan Kabristandadır. Kabristanın girişindeki meşhûrlar listesinde ismi yer almaktadır. Bir buçuk asırdan fazla ömür süren Zaro Ağanın, o tarihte sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en yaşlı adamı olduğu kuvvetle muhtemeldir. Osmanlı döneminde birçok savaşa katılan ve hayatında birçok evlilik yaptığı anlaşılan Zaro Ağa, İstanbul'da uzun yıllar hamallık yaptı. Keza, uzun yıllar İstanbul Belediyesinde çalıştı ve oradan emekli oldu. Onun sağlıklı uzun ömür yaşaması, Türkiye'de olduğu gibi, başka ülkelerden insanların da ilgisini çekiyordu. Bu yönüyle, yerli–yabancı pekçok gazete ve dergiye konu oldu. Hatta, İtalya, İngiltere ve ABD gibi önemli ülkelere davet edilerek, krallar gibi ağırlandı. Ancak, yine de kimse onun uzun ömür sürmesinin sırrını tam olarak bilemedi, çözemedi. Zaro Ağa, suyu temiz, havası sağlam Bitlis dağlarında doğup büyümüştü. İstanbul'a geldikten sonra, yine temiz orman havası olan bir yeri tercih etti: Alemdağ. Kendisine en çok hangi yiyecek ve içecekleri tercih ettiği sorulduğunda da, karşılığı veriyordu: "En çok bulgur pilâvı ile çörekotlu ekmeği seviyorum. Ayrıca, keçi yoğurdu ile yayık ayranı da öncelikli tercihlerim arasında." Çörekotu, bulgur ve yoğurt... Bunlar, sağlıklı beslenmede kuvvetli unsurlardır. Fakat, şüphesiz ki, uzun ömür sürmenin daha başka sırları ve unsurları da olmalı. 160'a kadar merdiven çıkabilen Zaro Ağa örneğinden de anlaşılıyor ki, Cenâb–ı Hak, bizlere ortalama 150 yıl ömür yaşayabilecek sağlamlıkta mükemmel donanımlı bir beden ve iskelet vermiş. Biz bu emaneti, çoğu kez kendi sû–i ihtiyarımızla (stresle ve zararlı yiyecek–içeceklerle) yıprata çökerte, vasatî ömrünü yarıya indirmeye çalışıyoruz. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Yazda temizlenmek |
Yaz rehavetinin kapladığı şu günlerde kış uyanıklığıyla düşünmek, okumak mümkün olmasa gerek. Mevsimlere göre değişen elbiseler gibi duygu ve algılama biçimleri değişir, düşünme demi seyrelir, tefekkür nazarlar azalır. Kapalı ortamlarda kitaplara kapanıldığı, uzun geceleri müzakere ve zikirle geçirilen kış gibi değil yaz; dışarıda gezildiği, çevre ile daha çok hemhâl olunduğu, dağlardan denizlere gezildiği, sıla-ı rahim yapıldığı, memleket yolları aşındırıldığı uzun gündüz günler. Kâinatla daha çok yüz yüze olunduğu, kitap sayfalarından çok tabiat manzaralarının okunduğu, okunanların tefekkür egzersizi yapıldığı yazda, kudret kaleminin harikaları gözlenir, rahmet iltifatının lezzeti sezilir; yenen türlü türlü meyve-lerde, sebzelerde, seyredilen güzel manzaralarda. Bir nevî tefekkür talimi yaz. Bir kirazı, çileği, kayısıyı, karpuzu seyrederek besmele ile başlamak, tefekkürle yudumlamak, elhamdülillahla sonlandırmak sonu gelmez ne büyük bir lezzet, ne bir büyük şifa… Elhamdülillah demekle aynı anda sonsuz cennette yaratılmış olması Rezzak-ı Rahim’in hazırladığı ne geniş bir sofra... Zihin algısı sonsuzluğa açılıyor; lezzetlerin lezzetinden çok dahasını hissediyor latifeler. Bu bağlamda bakıldığında yaz rehavet ayı değil; tefekkür zirvesi, şükür denizi. İnsan olmanın hafifliği, kalp bazen zevklenmek, nazlanmak, eğlenmek de istiyor. Beşte bir demişler bu oranı… Yazda bu oranı tutturmak zor. İbrenin daha çok eğlenceye kaydığı zamanlarda nefsin de hakkını vermeli değil mi? O, her zaman dahanın dahasını istemekten durmasa da dizginlemek ve gemlemek kul olmanın gereği, insan olmanın vazifesi. Zihin zindeliğinin azaldığı, kalp diriliğinin sönmeye yüz tuttuğu yazda, Kudretin Rahmetle yazdığı Samedânî mektupları okumak için sakin yerlere gitmek, sessizliğin sesinde tabiatın tesbihatını dinlemek, kendine mahsus ibadetlerine eşlik etmek ve şuurkârâne temsil etmek; dünya meşgalelerinden tatil ettirdiği gibi bütün kâinatı şükür ve hamd meclisine çevirir, Rahman ü Rahim’in kâinat genişliğinde hazırladığı sofraya buyur ettirir. Hele nefsin tatil ettiği üç aylarsa bu aylar, kat kat artar lezzet, şevk, şifa… Uzun yaz günlerinde ubudiyete susamışlıkla kana kana içilir lezzet-i şükürden, fikri tefekkürden, zikri fikirden… Denizler gibi çağlanır, dağlar gibi ubudiyet zirvelere çıkılır. Kerîm Kur’ân’ın nazil olmaya başladığı Ramazana hazırlık, ön yığınak, bir alıştırma zamanı yaz başında gelen Recep ve Şaban ayları. Bu yaza ayların sultanlarının teşrifi, daha ulvi bir mana ve ruhaniyet katıyor. Susamışlık ve acıkmışlıkla sofrada hazır asker gibi beklemek; şükrün mikyası, ubudiyetin delili, kul olmanın doyumsuz hazzı. Güdük gündemin hadiselerinden biraz uzaklaşıp esas gündeme ve asıl ihtiyaca yönelmek; zihnimizi zindeleştireceği gibi gönlümüzü ve latifelerimizi dinlendirecek; Kur’ân’a muhatap olmaya yakınlaştıracaktır. Yaz, Rahmet’in Rezzak sofrasında hazırladığı resmigeçit olduğu gibi, bu yaz Rahimiyetinin de tecelli ettiği sonsuzluğu hazırlayan bir sofra. Ayrı bir değeri, ayrı bir önemi, ayrı kıymeti var. Rahmân ü Rahîm’e duâ edelim de bizi Receb’e ulaştırdığı gibi Ramazan’a da ulaştırsın. Bu yazı, kalbimizin ve gönlümüzün şifa bulacağı, dimağımızın lüzumsuzluklardan temizleneceği, duygularımızın arınacağı bir temizlikle geçirmeyi nasip etsin. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hazret-i Ali’nin (ra) asrımıza tebessümü |
Halis Bey: “Risâle-i Nur hizmetinde Gavs-ı Azam Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin (ks) ve Hazret-i Ali’nin (ra) tasarrufları ve yakın alâkaları var mıdır? Varsa bu hangi özellikten dolayıdır?”
Evliyadan bazılarının, makamlarının kabiliyetine göre kendileri ölmüş olsa bile, kıyamete kadar Müslümanların muhtelif halleri ile İslâmiyet’in inkişafı ile Kur’ân ve İman hizmetiyle yer yer ilgilendikleri, bir kısmının bizzat tasarruflarını sürdürdükleri yolunda güvenilir haberler var. Artık peygamber gönderilmesi devri kapandığına göre, son dinin selâmeti ve buna dayalı olarak beşerin huzuru ve saadeti söz konusu olunca, bir kısım maneviyât büyüklerinin öldükten sonra da tasarruflarını sürdürmeleri, Allah’ın bu ümmete bir şefkatinden ve rahmetinden başka bir şey değildir. Hazret-i Ali (ra) ve Abdülkadir Geylânî’nin (ks) bu asırda yapılan îmân hizmetleriyle olan yakın alâkası hakkında Hazret-i Üstad, İhlâs Risâlesinde şöyle der: “Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (ra) o mu’cizevârî kerâmetiyle ve Hazret-i Gavs-ı Azam (ks) o hârika kerâmet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binâen iltifat ediyorlar. Ve himâyetkârâne tesellî verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binâen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’a’daki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz, ‘Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler’1 sırrıyla, ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize—şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde—tercih ediniz. Hattâ, en latîf ve güzel bir hakîkat-i îmâniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsûmâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer, ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzûnuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur, fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.”2 Üstad Hazretleri, Sünûhat’ta, İslâm’ın geçireceği bâdireler ve geleceği hakkında toplanan selef-i sâlihîn ve her asrın temsilcilerinin içinde bulunduğu bir mânevî meclisle “felâket ve helâket asrının adamı” sıfatıyla görüşme yapar. Bu görüşmede Müslümanların mağlûbiyetlerinin sebepleri ve gâlibiyetlerinin ön şartları kritik edilir, görüşülür, tartışılır. “Felâket ve helâket asrının adamı” sıfatıyla Bedîüzzaman Hazretleri, asrına ait mânevî buhran ve problemler ve çözüm yolları hakkında tabir câizse mânevî bir seminer verir.3 Bu mânevî seminer notlarından anlıyoruz ki, bu asırda İslâm’a ait her hareket, her adım, her aydınlık, her ışık, her muvaffakiyet, her başarı, her ders, her gayret, her himmet, her nefes; “selef-i sâlihîn âlimleri” tarafından dikkatle izleniyor, ilgi ile takip ediliyor. Kur’ân hizmeti için “bir adım” da olsa gayret gösteren herkesin sırtı himmet duâsı ile sıvazlanıyor. Bize; Üstad Hazretlerinin ifâdesiyle, “ihlâs-ı tâmme” içinde hareket etmek kalıyor. Yani her adımımızda, her dersimizde, her işimizde, her hizmetimizde, her himmetimizde, her gayretimizde, her nefesimizde “tam ihlâs”ı kazanmak ve bunu kalıcı kılmak zorundayız. Bu hizmetin ihlâsla yürütülmesinin önemindendir ki, Üstad Saîd Nursî Hazretleri, ihlâsa büyük ehemmiyet verir, İhlâs ve Uhuvvet meseleleri için üç müstakil risâle telif eder, İhlâs Risâlesinin en az on beş günde bir okunmasını, gerekleri ile titizlikle amel edilmesini ve bunun aslâ ihmal edilmemesini ister. Yoksa asırlar ötesinden gıpta ile ilgi gösterilen, duâ ile nazar edilen ve himmet ile bakılan bir hizmet olma liyâkatini kazanabilir miydi? Şimdi ihlâs zamanıdır. Biz, yapmamız gereken hizmeti ihlâs ile yapar, atmamız gereken adımı ihlâs ile atar, göstermemiz gereken çabayı ve gayreti ihlâs ile gösterir, bulunmamız gereken derslerde-–Allah’ın izniyle—ihlâs ile bulunmaya muvaffak olursak; Allah dostlarının, evliyânın, mâneviyat büyüklerinin, her asrın mebuslarının ve selef-i sâlihîn âlimlerinin tasarruflarını da, duâlarını da, himmetlerini de, hoş nazarlarını da, teşvik sıvazlamalarını da, sevgilerini de, şefkatlerini de; inşâallah üzerimizde hissedebiliriz.
Dipnotlar: 1- Haşir Sûresi, 59/9 2- Lem’alar, s. 166 3- Sünûhât, s. 41 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Hastalara şifalar |
İlerlemiş yaşına rağmen alabildiğine zihin melekeleri açık, zinde ve berrak. Eğitimi olmadığı halde; her şeyi araştırıp inceleyen, muhakeme eden Osman Amca’nın hayata ve olaylara bakışı, tahlil edişi ve sonunda isabetli kararlar vermesi onu hep iyi noktalara, zirveye, mükemmelliklere taşımış. Böylece doksan üç yaşana kadar ruhunun derinliklerinde arayışlara devam ederken, Cenâb-ı Allah onu Hastalar Risâlesi ile tanıştırdı. Kitabı eline alınca bir talebenin dersine çalıştığı gibi şevkle, gayretle, azimle ve heyecanla okudu. Kitabın baş tarafındaki Bediüzzaman’ın hayatı, yaşantısı, mücadelesi, dâvâsı onu çok etkilemiş ve tesir etmiş. Her yerde, herkese ondan bahsetti. Konuşmalarına, sohbetlerine Hastalar Risâlesi’ndeki devalardan, tevekküllerden, teslimiyetlerden, sabır ve metanetlerden örnek vererek anlatımına zenginlikler katıyordu. Elinde kitabıyla odama gelince sohbetin başlayacağı belli oldu. Oturuşu, vakarlı duruşu, nezaketi ve yaşının verdiği olgunlukla tane tane konuşması ihlâsından ve samimiyetinden olacak ki zihnimde genişlikler, güzellikler ve ufuklar açarak yerleşiyordu. Önce şifahî olarak anlatmaya başladı. Sonra kitaptaki devâlardan okudu: “Allah’tan ümidini kesmeyeceksin. Allah’tan başka kapı yok. Her derde devâ orada, her hastalığa şifa orada var. ‘Hasbinallah venimel vekil’ deyip insanoğlu Allah’a dayanıp, O’na sığınması lazım. Bu hakikatleri anlayabilmek için insanın dağlara, ovalara, varlıklara bakınca, onların başıboş olmadığını, bir Rabbî olduğunu düşüne düşüne anlar. Bunlar düşünülerek anlaşılacak şeyler. Bizlere bir alimden ilim almak, bulmak nasip olmadı. Yaptıklarımızın, hayat tarzımızın doğrularını, eğrilerini fazla öğrenemedik, Allah affeder inşallah. Bir tren yolculuğunda gençlerle Allah’ın varlığı üzerinde konuşurken gökte uçan tayyareyi misal verip, onu kullanan pilotun olduğu gibi Dünyamızı da hareket ettiren gücün Allah olduğunu anlatmıştım. Gökyüzündeki bulutların tonlarca suyu taşıyarak ihtiyacı olan yerlere gayet nizamlı bir şekilde yağdırılmasının Allahın kudretinde olduğunu misal vermiştim. Müslüman insan her halinden, gezmesinden, duruşundan belli olur. Güler yüzlü, tatlı dilli olur. Nefsinin esiri olup kötülüklere gitmez, günahlara buluşmaz. Bu mevzu ile ilgili bir hikâye anlatayım: İki arkadaş şehre giderlerken bir kayanın gölgesinde oturup dinlenmişler. Bu arada iyi niyetli olmayan kişi arkadaşına bana şu zamana kadar ödünç para ver, diyor. Arkadaşı onun ihtiyacını görecek kadar para veriyor. Söylediği zaman gelince parayı getirmiyor. Arkadaşı alacağını isteyince de: “Benim sana borcum yok” diyor. Bu durumu içerleyen kişi, art niyetli kişiyi mahkemeye veriyor. Hakim sorgu esnasında borç verene: “Bu şahsa para verdiğine dair şahidin var mı?” diyor. Davacı: “Şahidim yok ancak kayanın yanında verdim” diyor. Hakim: “Git o kayayı getir” diyor ve beklemeye başlıyorlar. Mahkemede bir süre bekleyince kötü olan kişi boş bulunuyor ve “Hakim bey, hiç boşuna beklemeyelim, o kaya çok büyük, buraya gelmez” deyince hakim hemen dâvâcıyı çağırtıyor. Kayadan haber aldık. Dâvâ neticelendi. Bu şahsın sana olan borcu kesinleşti ve ödemek zorundadır, diye karar veriyor. Demek ki doğruların, Hakk yardımcısı olur. Eskiden söyleyene değil de, söyletene bak, demişler. Şu etrafımıza bakarak güzel konuşup söz söylesek tesiri yok, sussak gönül razı değil. En iyisi kitaptan okuyalım: “Ey kimsesiz, garip, bîçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalpleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celp ederse acaba…” Barla dağlarından gönül ummanlarımıza bir cevher gibi, bir inci gibi dökülen hakikatlerin ruhumuzu, kalbimizi ve bütün latifelerimizi ılık bir nesim gibi okşayan sıcaklığı, müjdesi, tatlılığı ve huzuru içinde kendini bulmuş olan Osman Amca’nın ve onun Hastalar Risâlesi’nden sunduğu şifaların, hakikatlerin, ışıkların, nurların karşısında aciz, fakir, garip, kimsesiz, bîçare ve fanî bir insan olarak yeryüzünde yalnızlığın ve çaresizliğin acısını kendi iç dünyamda hissederek Allah’a olan imanın, marifetin ve muhabbetin lezzetini ruhumun derinliklerinde hissettim. O varlığın, zenginliğin, güzelliğin, bolluğun, genişliğin, şefkat ve merhametin insana verdiği huzur ve sükûnla ferahladım. Böyle bir tahayyülde ve tefekkürde enginlere, derinliklere ve sonsuzluklara gidip geldim. Sadede geldiğimde baktım Osman Amca elindeki kitabı dikkatlice, yorgun ve tok bir sesle okumaya devam ediyordu: “Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle O’na intisap etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin...” 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İman kurtarma merkezleri |
Büyük İslâm âlimi Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, zaman “iman kurtarmak” zamanıdır. Gerçekten de günümüzde yapılması gereken “önemli işler”in başında bu mesele gelir ve gelmelidir. Siyasetin cazibesi insanları “dünyayı kurtarmak” için teşvik ederken, maalesef imanlarımız çalınıyor, şüphe kuyularına atılıyor ve ebedî hayatımız tehlikeye giriyor. “Kıyamet alâmetleri” çoktan ortaya çıktığına göre, zaman “âhir zaman”dır. Bu zamanda en büyük tehlike ise, “fen ve felsefe” adı altında insanların imanlarına hücum edilmesidir. Maalesef bilhassa gençlerin imanları ciddî olarak tehlikeye düşüyor. Bunu tesbit eden Bediüzzaman, “Bir tek gayem vardır” diye başlayan bir ifadesinde, “Gençleri ve Müslümanları ‘iman’a davet ediyorum. Bütün faaliyetim budur” demiştir. Kur’ân’ın en temel esaslarından biri ‘iman’ hakilati olduğu gibi, Kur’ân’ın asrımıza bakan hikmetli tefsiri Risâle-i Nur’un da en mühim vazifesi imanları takviye etmektir. Bu, kuru bir iddiâ değil, belki milyonların şahitliğiyle ispatlanmış ve teyid edilmiş bir hakikattir. Peki, Risâle-i Nur bu vazifeyi hangi vasıtalarla yapıyor? Bir anlamda “iman kurtarma merkezleri” diye adlandırabileceğimiz; Risâle-i Nurların okunduğu, iman hakikatlerinin tefekkür edildiği mekânlarla. Geçtiğimiz Pazar günü Yalova’da da bu mânâya hizmet edecek yeni bir mekân açıldı. Gazetemizin Yalova Temsilciliğiyle birlikte hizmete açılan bu nezih mekân inşâallah “iman kurtarma merkezi” olarak hizmet verecek. Risâle-i Nur eserlerinin temeli olan “iman kurtarma” hedefi, geçmiş yıllarda bazı gruplar nezdinde yeterince anlaşılamayan bir konudur. Onlara göre zaman ‘cihad’(!) zamanıydı ve “evde oturarak, kitap okuyarak meseleler hallolmaz”dı. Tabiî ki bu anlayış, ‘cihad’ın yanlış anlaşılması ve anlatılmasından kaynaklanan bir durumdu. Oysa, hepimizin bildiği gibi asıl ve en önemli ‘cihad,’ nefisle olan cihaddır ve Risâle-i Nur da bunu anlatır. Yine hatırlanacağı üzere, Peygamberimiz (asm) Tebük Seferi’nden dönerken, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” demiş ve sahabelerin meraklı soruları üzerine de “Şimdi nefisle cihâda dönüyoruz” buyurmuştur. İşte, “iman kurtarma merkezleri,” bir anlamıyla da “nefisle cihadın nasıl olabileceğini öğreten ve ortaya koyan merkezler”dir. Şükürler olsun ki, bu ‘iman kurtarma merkezleri’nden hemen her yerde var ve her geçen gün de sayıları artıyor. Buna rağmen bu merkezlerin çok daha fazla sayıda olması bir ihtiyaç. Sebebi de, âhir zamandayız ve ‘insî ve cinnî şeytanlar’ dört koldan hücum ediyor. Hakikaten ‘cihad’ zamanı, ama nefsimizin kötülükleriyle başa çıkma, onları mağlup etme cihadı... Gazetemizin Yalova Temsilciliği’nin hizmete açılması vesilesiyle görüşme imkânı bulduğumuz bir okuyucu/ağabeyimiz de, Risâle-i Nurları daha fazla okumamız ve küçük kitaplardan ‘muhtaçlara’ hediye etmemiz gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulundu. Muhtaçları Risâle-i Nur ile tanıştırmak, onların imanlarının kurtulmasına vesile olmak bir yönüyle de üzerimize vazife olan ‘tebliğ’ anlamına geliyor. Konuşmalarda, ‘gençlik’ yıllarından misâller vererek Risâle-i Nur’u muhtaçlara ulaştırmanın verdiği zevkin, her türlü dünyevî zevkten üstün olduğuna da işaret edildi. Evet, Risâle-i Nurları okumak hem nefsin ve şeytanın kötülüklerine karşı etkili bir ‘cihad’, hem de imana susamış muhtaçlara bir ‘tebliğ’ yoludur. Duâmız ve temennimiz, bu yolda devam etmek olmalı inşâallah. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Özel proje” |
Demokratikleşmeyi tavsatan ve terörle mücadeleyi zaafa uğratan etkenlerin başında, siyasî iktidarın toplumda geniş bir mutâbakat sağlanmadan hazırlıksız başlatılan “açılım”da öncelikle bir partinin muhatap alınması gelmekte. Hükûmetin gizli- açık görüştüğü “Kürtlerin temsilcisi” iddiasındaki DTP-BDP’nin evvelemirde “terör örgütünün ve terörist başının muhatap alınması” ısrarı, daha baştan tıkamaya sebep olmakta. Öcalan’ın cezaevinden PKK’yı yönetmesinin yanısıra bu partilere tâlimatlar yağdırması, demokratikleşme ve özgürlükleri zehirlemekte. Gerçek şu ki Öcalan’ın Başbakanlığa gönderdiği 16 sayfalık defterdeki “yol haritası”nda, “demokratik özerklik” perdesinde sonu tefrika ile bölünme ve parçalanmaya varan örtülü “federatif sistem” önerisi, şüphesiz sıkıntının temelini teşkil etmekte. Görünürde “bağımsız devlet istemediği” ve hatta “federasyon talep etmediği”ni söyleyen Öcalan’ın ayrı ayrı bayrakları olan, eğitimden mâliyeye, sağlıktan spora, belediyelerden dinî hizmetlere kadar tam özerkliği ihtiva eden “önerisi”, aslında adı konmamış etnisiteye dayalı geniş bir “otonomi plânı.” Bundandır ki, , örgütün Kuzey Irak’taki elebaşlarından gelen taleplerle, her fırsatta terör örgütü üzerindeki etkisini gösteren İmralı’nın “yol haritası” aynı kapıya çıkıyor. Karayılan’ın Milliyet’ten Hasan Cemal’e ve İngiliz The Times gazetesine verdiği röportajlarda sözde “bağımsızlık” iddiasından vazgeçiliyor; lâkin “özerklik” perdesinde ırkî ve bölgesel ayırım üzerine “tefrika plânı”na zemin hazırlanıyor…
“PLÂN” VE TEFRİKA TALEPLERİ… Öcalan’ın sürece müdahâlesiyle uç veren “plân”, aslında çok yönlü taktiklerden, içiçe senaryolardan oluşuyor. “Habur şovu”nda Mahmur ve Kandil’den dönenlere ezberletilen “Pişman değiliz, önderimizin tâlimatıyla geldik ve mesajını getirdik!” nakaratıyla “açılım”ı akamete uğratılmasının arkasında bu “plân” var. “Plân”a göre, demokratikleşme ve özgürlükler alanında ne yapılsa yapılsın, daha fazlası istenecek; sonuçta “siyasî kimliğin tanınması” paravanında bölgede egemenlik ve toprak talepleri gündeme gelecek. Uluslararası aktörlerin devreye girmesiyle, sözde “bağımsız Kürdistan”a varacak bölünme ve parçalanma ameliyesi hızlandırılacak… Bu açıdan İmralı’nın “federasyon”u netice veren “yol haritası”yla, Kandil’in “eyâlet” önerisinin ardından BDP eşbaşkanı Demirtaş’ın “ademî merkeziyet” olarak nitelendirdiği “özerklik” talebinin peşpeşe gelmesi, tesâdüf değil. Anlaşılan o ki sık sık örnek verilen İngiltere’nin İRA’ya koştuğu “silâhları gömme ve terörü bırakma” şartları bile beklenmeden, hatta PKK’dan ve siyasî versiyonlarından “terörü tasfiye” taahhüdü alınmadan apar topar ortaya atılan “açılım”ın akıbetsiz kalmasının arka plânında gerisinde, demokratikleşme ve özgürlükleri aşan bu “tefrika talepleri” yatıyor… Ve bu yüzden âlây-ı vâlâ ile başlatılan “açılım” sath-ı mâilinde tıpkı bir asır önceki “adem-i merkeziyet” talepleri tekrarlanıyor. Etnik farklılıkları kışkırtarak “devlet içinde devlet” oluşumuyla ülkenin “özerk bölgeler”e taksimine zemin hazırlıyor.
MUHKEM MÂNEVÎ KARDEŞLİK… Sonuçta aynen Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, “muhtariyet” maskesi altında tahrik edilen “ayırımcılık” illeti, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi (İslâm’ın tevhid ve birlik bayrağını) umum âleme karşı i’lâ eden (yücelten) Türkler”le onların “cihâd arkadaşı” Kürtleri birbirinden ayırma ve koparma komplosu kuruluyor. Bediüzzaman’ın bundan tam doksan yıl önce “adem-i merkeziyet” fikriyle veya onun amcazâdesi olan “gayr-ı mahlut (tek bir ırkı temsil eden) siyasî kulüpler (partiler)” sirâyetiyle “muhtariyet”ten “bağımsızlığa” varan vartada “tefrika (bölünme)” belâsının azdırması menhus maksadına hizmet ediliyor. “Hürriyetin hasene-i uzması (büyük hayrı ve iyiliği)” olan “millî ittihadı” tahrip edilip ırkçılık fitnesi tahrik ediliyor. Bütün milletin hakkı ve hukuku olan haklar ve hürriyetlerin mâkul demokratik taleplerle talebi ve temini yerine, “tehdit” ve “şantaj” âleti olarak kullanılan terörle birlik ve beraberlik perdesi yırtılıyor. Keşmekeş ve kargaşa ortasında, büyük bir günâh olan “meyl-i iftirak” alevlendiriliyor. Küresel ifsad şebekelerin tuzağına düşülüyor. Ecnebilerin oyununa geliniyor… Bunun içindir ki Millî İstihbarat Teşkilâtı eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in tesbitiyle, “terörün tasfiyesi”, “silâhların bıraktırılması”, “teröristlerin dağdan indirilmesi” için, öncelikle terör örgütünün vesâyetinin kadırılması için bir “özel proje”ye ihtiyaç var. Bu “özel proje”nin temelini, bin sene birlikte yaşayıp, omuz omuza cihâd edip Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan, milyonlarla şehidin kanıyla kaynaşmış birlik şuurudur. Başta Türklerle Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği üzerinde gelişen yeniden muhkem mânevî kardeşliktir. Evvelâ bu mânevî birlik ve bütünlük kuvvetlendirilmeli... 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Yalova-İzmit hattı |
Hizmetlerimizle alâkalı her gelişme bizi sevindirmektedir. Her zaman bu sevinçlere ortak olduğumuz gibi elimizden geldiğince, fiilen de o sevincin yaşandığı beldelere gitmeye çalışıyoruz. İşte, geçtiğimiz günlerde gazetemizde ilân anonslarını okuduğumuz; birkaç senedir inşaatı süren Yalova Yeni Asya Temsilciliği binasının açılışı ve İzmit’teki pikniğe iştirak etmek maksadıyla, Bursa’dan bir grup arkadaşla yola çıktık. Uhuvvet, muhabbet, irtibat sevdalısı bu arkadaşlarımızla, önce Yalova’ya geldik. Daha önceden de bilip, muttalî olduğumuz hizmet binasına geldiğimizde, son durumu görünce epey sevindik. Binanın çok kısmını ikmal etmişler, geriye kalan eksiklikleri de inşaallah, ehl-i himmetin yardımlarıyla bitirecekler. Başta Bursa olmak üzere, özellikle yakın ve komşu beldelerden yapılan yardım ve destekle bu hale gelen hizmet binamız, Allah’ın izniyle “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” sözü gereğince bu hâle geldiği gibi, ehl-i himmet ve hizmetin gayretleriyle bitirilecektir inşaallah! Bina açılış merasimine; İstanbul’dan, başta gazetemiz İmtiyaz Sahibi ve Yönetim Kurulu Başkanı Mehmed Kutlular Ağabeyimiz olmak üzere, yazarımız Selâhaddin (İslâm) Yaşar, haber müdürümüz ve aynı zamanda yine yazarımız Faruk Çakır ve dergiler grubu pazarlama müdürü Faik Altun ile, İstanbul, Bursa, Gemlik, Orhangazi, Karamürsel ve diğer beldelerimizden gelen arkadaşlarımız iştirak etmişlerdi. Tabiî DP’nin 81 ildeki tek belediye başkanı Yakup Koçal dostumuz ve diğer zevât da şereflendirmişlerdir açılışımızı. Güzel ve sıcak bir muhabbet zemininde yapılan merasimin ortalarında, bir taraftan Bursa’dan gelen grup, diğer taraftan da Kutlular Ağabey kalkarak, İzmit’e doğru yöneldik. İzmit’te birçok kadim ve yeni dost, ağabey ve kardeşlerimizle beraber bir arada olmak için pikniklerine iştirak ettik. Onların da, inşaatı devam eden güzel bir hizmet binaları bulunmakta ve oradaki arkadaşlarımız da, bitirmek için gayret etmektedirler. Yine ehl-i himmete bu beldemizin durumunu da buradan bildirerek, yardımlarının inşâallah nurun sesinin daha kuvvetli bir şekilde duyurulması hizmetine el atacaklarının ümid ve arzusundayız. Şevk ve heyecan verici bu irtibatlar, elbette hepimizi sevindirdi. Muhabbet fedaisi olan müfritane irtibat gönüllülerinin kaynaşması, hemhâl olması, sohbeti, hele de uzun yıllar birbirini görmeyenlerin hissî duygularla birbirlerini kucaklaması görülecek manzaralardı. Rabbim bu arkadaşlarımızla iki cihanda beraber eylesin bizleri inşâallah! Yapılan tanışma, sohbet ve ikramlardan sonra, böyle cennetî hallerin meydana geldiği cemaatî buluşmaların bir başkasına daha gitmek arzusuyla oradan 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
G-20 Zirvesinin ardından |
Kanada’nın Toronto kentinde dün sona eren G-20 zirvesinden önemli bir sonuç çıkmadı. Üç yıl daha krizden çıkış tedbirlerinin sürdürülmesi, ancak ülkelerin korumacılık bariyerlerini kaldırması kararı zaten beklenen bir adımdı. Ancak G-20 ülkeleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: kamu harcamalarını kısıtlayarak carî açıkları azaltma ile, piyasaya kaynak sağlama açısından tüketimi teşvik etme. Obama’nın büyük ihracatçıların yerel tüketimi teşvik ederek küresel talebi dengelemesi önerisi bu çerçevede tartışıldı. Obama zirve öncesi liderlere mektup yazarak kamu harcamalarında kısıtlama yapmamalarını istemişti. Merkel kendisine yapılan, tüketimi teşvik edici tedbirler alarak ithalat-ihracat dengesini koruması önerilerine, “Almanya küresel ekonomiyi canlandırmak için diğer ülkelerin büyük çoğunluğundan daha fazlasını yaptı” cevabını veriyor. Ülkelerin kriz sebebiyle belli sektörlere yönelik destek ve koruma tedbirlerinin üç yıl içinde sona erdirilmesi de karara bağlanan teklifer arasında. Ama uzmanlar, özellikle Yunanistan’ın Avrupa’da sebep olduğu krize dikkat çekerek, teşvikler ve korumaların kaldırılması halinde ekonomi ve piyasada görülen toparlamanın kâğıttan kule gibi çökeceğini savunuyor. BP’nin okyanusu ve kıyıyı kirleten kuyu kazası, fosil yakıt üretimine verilen teşviklerin kesilmesi kararının çıkmasına yol açtı. Bu karar çevrecileri mutlu etti. Ancak zirvede zenginlerin, en yoksul ülkelerin iklim değişimine adapte olması ve temiz enerjiye yönelmesi için gerekli yıllık 140 milyar dolarlık parayı vermeye pek niyetli olmadığı görüldü. Obama dahil, liderlerin çoğu Milenyum Kalkınma Hedeflerinin gerçekleştirilmesi için vaat ettikleri desteği verme konusunda muğlak konuşmaya devam ediyor. Yalnızca Kanada sözünü tutarak, 400 milyon dolarlık yatırımı yapacağını açıkladı. Amerika, İran’a yaptırım konusunda istediği desteği alırken, Afganistan konusunda istediğini bulamadı. Avustralya, Kanada, Hollanda ve Polonya askerlerini iki yıl içinde çekecek. Halbuki çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemde Obama, NATO’dan daha fazla destek bekliyordu. Bu zirvenin önemi; gergin geçen aylardan sonra Başbakan Erdoğan’ın Obama ile görüşmesi oldu. Ancak bu görüşmenin, Obama’nın Türkiye’nin İran ve İsrail konusundaki tutumundan duyduğu rahatsızlığı giderip gidermeyeceğini zaman gösterecek. PKK terörüne karşı işbirliği ve anlık istihbarat paylaşımı konusundaki sıkıntıların giderilip giderilmeyeceğini görmek için çok beklememiz gerekmeyecek. Görüldüğü üzere Batı cephesinde değişen bir şey yok. Küresel krizin sorumluları, bol vaat ve kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar. Yoksul ülkeler mi? Onların ardında pazarlık yapabilecekleri kapıları da, pazarlığa konu olacak paraları da yok. Kısacası; küreselleşme dünyaya daha az adaletsizlik, daha az yolsuzluk ve daha az acı getirmedi. Bu dünyanın patronlarının da gündeminde böyle bir madde yoktu. Herkes kendi kulisini yaparak, kendi ülkesinin çıkarlarına destek bulmaya çalıştı. Sokaktaki protestolar ise otuz saniyelik haber olmaktan öte geçmedi. Şimdi G-20 bitti; ama bizim S-3’ümüz (üç sorunumuz) sürüyor: İşsizlik, terör ve yargı. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İmralı muamması |
Terör olaylarındaki her tırmanış dalgasından sonra tekrarlanmasına alıştığımız söylem ve tavırlarla bu defa da karşılaştık. Resmî cenahtaki “terör örgütünün son çırpınışları” nakaratı son hadiselerde Cumhurbaşkanı Gül tarafından farklı ifadelerle seslendirildi. Saldırılar, “iyice sıkışan ve yolun sonuna geldiğini gören PKK’nın yaşadığı panik”le açıklandı. Hükümetin ne dediği ise pek anlaşılamadı. Başbakan bir taraftan Genelkurmay Başkanı ve komutanlarla birlikte sınır mevzilerine “çömelme”li ziyaretler gerçekleştirirken, diğer taraftan hem “Açılımdan ve demokrasiden dönüş yok” mesajları verdi, hem de Bahçeli’ye “Fırsatın varken Apo’yu neden asmadın?” çıkışları yaptı. Erdoğan’ın terör örgütü için ifade ettiği “Kimin taşeronluğunu yaptığını milletimiz biliyor” beyanıyla kime işaret ettiği de muallâkta kaldı. En yakın bakanlarından biri ise terörün sınır yüzünden önlenemediğini ifade ederek, “sınırı değiştirme” tartışması açtı; gelen tepkiler üzerine de “Şahsî görüşümdü” diyerek geri adım attı. Çankaya’daki terör zirvesiyle MGK’dan çıkan bildirilerde de pek kayda değer bir mesaj yoktu. Keza askerin yaptığı açıklamalarda da, zihinlerdeki soru işaretlerine tatminkâr cevaplar verildiği söylenemezken, buna karşılık, “Teröristleri çoban zannettik” ifadesi ise hâlâ tartışılıyor. Defaatle tekrarlandığı halde gereğinin yapılmadığı ortaya çıkan “Teröristle mücadeleyi profesyonel askerler yürütecek” taahhüdü için bu kez verilen son tarih “Ağustos’tan itibaren tamam.” İnşaallah bu söz de öncekiler gibi olmaz. Bu hengâmede, Mezargediği saldırısının ardından “Kuzey Irak’ta operasyon, Mehmetçik sıcak takipte” haberleri de geldi, geçti; ama fazla iz bırakmadan kaynayıp gitti. Ve bazıları bu konuda “Tezkereyi niye çıkardınız? Niçin Kandil’i yerle bir etmiyorsunuz?” diye ateş püskürüyor. Halkalı’daki saldırının sorumlusu olmakla suçlanıp tutuklanan kişilere dair bilgilerde de istifham uyandıran noktalar var. Bilhassa “çivici” olarak gösterilen kişinin içeride beş vakit namaz kıldığının özellikle ifade edilmesi şüphe çekiyor. Terör saldırılarına tepki bağlamında dikkatleri çeken noktalardan biri, PKK’ya yönelik “Silâh bırak” ve devlete yapılan “Örgütle masaya otur, anlaş” çağrılarının bir kez daha tekrarlanması. “Silâh bırak ve tek yanlı ateşkes ilân et” çağrıları, hele birileri adına taşeronluk veya tetikçilik yaptığı belirtilen örgütün umurunda olur mu? “Masaya oturma ve muhatap olma” bahsinde de, devletin açıktan böyle bir işe girişmesi söz konusu olmayabilir, ancak el altından yürütülecek temaslarla örgüt silâh bırakıp dağılma noktasına çekilebilir(di). Nitekim açılım bağlamında bu tür çalışmaların yapıldığı ifade edilmişti. Ve ilk dalga Habur girişleri, bunun bir neticesi olarak yorumlandı. Ancak akabinde yaşanan o talihsiz görüntüler, süreci tam tersine çevirdi. Gelinen noktada, İmralı faktörünün oynadığı rol de dikkat çekici. Bilhassa “31 Mayıs’tan sonra ben yokum” mesajının öne çıkarılması ve ardından yaşanan terör patlaması, düşündürücü. Haddizatında İmralı hadisesi başlı başına bir bilmece ve muamma olma özelliğini koruyor. Yakalanıp teslim edildiği ve getirildiği andan itibaren tamamen askerlerin kontrolündeki bir ada hapishanesinde tutulan bu kişi, nasıl oluyor da böyle mesajlarla gelişmelere yön verebiliyor? Buna nasıl imkân verilip müsaade ediliyor? Son olarak, vaktiyle sağ kolu olarak anılan eski avukatının yaptığı ifşaatla derin irtibat ve ilişkileri bir kez daha gündeme taşınan bu kişiye ve örgütüne devlet içinde hâlâ destek veren birtakım güçler mi var? Terörün bir türlü sona erdiril(e)meyişi, bu derin bağlantıların mı neticesi? Bu kişinin hapiste olması, örgütünü çökertip dağıtmak için bir koz olarak kullanılmalı iken, niye bu yapılmıyor da işler ters yönde gelişiyor? Bunlar, rutin bilgiler ve düz mantıkla içinden çıkılması imkânsız sorulardan yalnızca birkaçı. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |