Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İmralı muamması |
Terör olaylarındaki her tırmanış dalgasından sonra tekrarlanmasına alıştığımız söylem ve tavırlarla bu defa da karşılaştık. Resmî cenahtaki “terör örgütünün son çırpınışları” nakaratı son hadiselerde Cumhurbaşkanı Gül tarafından farklı ifadelerle seslendirildi. Saldırılar, “iyice sıkışan ve yolun sonuna geldiğini gören PKK’nın yaşadığı panik”le açıklandı. Hükümetin ne dediği ise pek anlaşılamadı. Başbakan bir taraftan Genelkurmay Başkanı ve komutanlarla birlikte sınır mevzilerine “çömelme”li ziyaretler gerçekleştirirken, diğer taraftan hem “Açılımdan ve demokrasiden dönüş yok” mesajları verdi, hem de Bahçeli’ye “Fırsatın varken Apo’yu neden asmadın?” çıkışları yaptı. Erdoğan’ın terör örgütü için ifade ettiği “Kimin taşeronluğunu yaptığını milletimiz biliyor” beyanıyla kime işaret ettiği de muallâkta kaldı. En yakın bakanlarından biri ise terörün sınır yüzünden önlenemediğini ifade ederek, “sınırı değiştirme” tartışması açtı; gelen tepkiler üzerine de “Şahsî görüşümdü” diyerek geri adım attı. Çankaya’daki terör zirvesiyle MGK’dan çıkan bildirilerde de pek kayda değer bir mesaj yoktu. Keza askerin yaptığı açıklamalarda da, zihinlerdeki soru işaretlerine tatminkâr cevaplar verildiği söylenemezken, buna karşılık, “Teröristleri çoban zannettik” ifadesi ise hâlâ tartışılıyor. Defaatle tekrarlandığı halde gereğinin yapılmadığı ortaya çıkan “Teröristle mücadeleyi profesyonel askerler yürütecek” taahhüdü için bu kez verilen son tarih “Ağustos’tan itibaren tamam.” İnşaallah bu söz de öncekiler gibi olmaz. Bu hengâmede, Mezargediği saldırısının ardından “Kuzey Irak’ta operasyon, Mehmetçik sıcak takipte” haberleri de geldi, geçti; ama fazla iz bırakmadan kaynayıp gitti. Ve bazıları bu konuda “Tezkereyi niye çıkardınız? Niçin Kandil’i yerle bir etmiyorsunuz?” diye ateş püskürüyor. Halkalı’daki saldırının sorumlusu olmakla suçlanıp tutuklanan kişilere dair bilgilerde de istifham uyandıran noktalar var. Bilhassa “çivici” olarak gösterilen kişinin içeride beş vakit namaz kıldığının özellikle ifade edilmesi şüphe çekiyor. Terör saldırılarına tepki bağlamında dikkatleri çeken noktalardan biri, PKK’ya yönelik “Silâh bırak” ve devlete yapılan “Örgütle masaya otur, anlaş” çağrılarının bir kez daha tekrarlanması. “Silâh bırak ve tek yanlı ateşkes ilân et” çağrıları, hele birileri adına taşeronluk veya tetikçilik yaptığı belirtilen örgütün umurunda olur mu? “Masaya oturma ve muhatap olma” bahsinde de, devletin açıktan böyle bir işe girişmesi söz konusu olmayabilir, ancak el altından yürütülecek temaslarla örgüt silâh bırakıp dağılma noktasına çekilebilir(di). Nitekim açılım bağlamında bu tür çalışmaların yapıldığı ifade edilmişti. Ve ilk dalga Habur girişleri, bunun bir neticesi olarak yorumlandı. Ancak akabinde yaşanan o talihsiz görüntüler, süreci tam tersine çevirdi. Gelinen noktada, İmralı faktörünün oynadığı rol de dikkat çekici. Bilhassa “31 Mayıs’tan sonra ben yokum” mesajının öne çıkarılması ve ardından yaşanan terör patlaması, düşündürücü. Haddizatında İmralı hadisesi başlı başına bir bilmece ve muamma olma özelliğini koruyor. Yakalanıp teslim edildiği ve getirildiği andan itibaren tamamen askerlerin kontrolündeki bir ada hapishanesinde tutulan bu kişi, nasıl oluyor da böyle mesajlarla gelişmelere yön verebiliyor? Buna nasıl imkân verilip müsaade ediliyor? Son olarak, vaktiyle sağ kolu olarak anılan eski avukatının yaptığı ifşaatla derin irtibat ve ilişkileri bir kez daha gündeme taşınan bu kişiye ve örgütüne devlet içinde hâlâ destek veren birtakım güçler mi var? Terörün bir türlü sona erdiril(e)meyişi, bu derin bağlantıların mı neticesi? Bu kişinin hapiste olması, örgütünü çökertip dağıtmak için bir koz olarak kullanılmalı iken, niye bu yapılmıyor da işler ters yönde gelişiyor? Bunlar, rutin bilgiler ve düz mantıkla içinden çıkılması imkânsız sorulardan yalnızca birkaçı. 29.06.2010 E-Posta: [email protected] |