Hakan YALMAN |
|
Aklın vahye doğru muhatabiyeti |
Birkaç gün önce hususî bir sohbetimiz sırasında çocuk hastalıkları ve sağlığı uzmanı olan bir arkadaşım risâlelerin sadeleştirilmesi gerektiğini, şu anki hâliyle pek anlaşılmadığını iddiâ etti. Ben de idrakin kelimelerin karşılığını bilmekten çok öte bir fiil olduğunu, mânâdaki ruhun o mânâyı ifade eden kelimeleri ile çok yakından ilgili olduğunu ve özellikle şu Ramazan günlerinde Kur’ân’a muhatap olan insanların, kelimelerini anlamasa bile ondan çok faydalanıp hakikatin ruhunu idrak edişlerini örnek verdim. Her hakikate aklın ve kalbin uyum içinde muhatap olmasının önem ve gereğinden bahsederek; idrakin, bilinç ve bilinçaltı mekanizmaların uyum içinde birlikteliğinden hâsıl olan bir sonuç olduğunu ifade ettim. O da haklı olduğumu ifade etti. Madde, ferdin ruh âlemindeki mânâları şekillere büründüren bir yapı. Ruhta var olan mânâlar kelimelere döküldüğünde bir boyutuyla maddileşmiş, soyutluktan kurtulmuş olur. İnsanın da genel arayışı, tanımlanmış ve biçimlenmiş şekillerle varlığa muhatap olmak ve her şeyi olabildiğince müşahhaslaştırmaktır. Oysa mânâ kalıplara büründükçe, şekillere girdikçe, sınırlar içinde ifade edildikçe kuşatıcılığını ve sezgilere yansıyan boyutunu kaybeder. Eşyanın aslı olabildiğince mücerret ve sınırlardan arınmış buharımsı bir yapı arz eder. Bu yapı sıvılaştıkça ve kristalize oldukça belli bir alana hapsolmanın getirdiği zaafları da içinde bulundurur. Zıtlar dünyasında Eflatun’un idealarından fenomenler alanına geçildikçe varlık bir tür kalınlaşma, perdelenme, arızîleşme, arzîleşme ve zaaflarla içiçelik de bir zaaf olarak maddî alanın içine girer. Bu aslında kendisi de maddî bir yapıya bürünmüş olan insan tanımının en önemli zaaf noktasıdır. Maddî bir alana haps olmanın sıkıntılarını her an hisseden ruh, aslında soyut ve kuşatıcı özellikler taşır. Ruhta olan mânâları çoğu zaman yalnızca hissedersiniz. Bu mânâların ya da duyguların kelimelere dökülmesi soyutluğundan ve kuşatıcılığından uzaklaşması anlamına gelir ki, bu da duygular dünyasının kelimelere dökülmekle kısırlaşması demektir. Belki de en güzel anlatım, olabildiğince az şekil ve sınırla ve maddî dünyanın zaaflarından uzak bir yaklaşım ile ortaya koymaktır. Bazen yalnızca bir bakış, ciltler dolusu kitabın anlatamadığı anlamları barındırır. Anlatımda soyutluğun ön planda olması aslında duygular ve sezgileriyle varlığın özüne muhatap olan insanın özüne daha uygun olmalıdır. Bu varlığa akıl ile muhatap olmanın, daha sonra kalbe geçiş sürecinde doğru bir işleyiş olup olmaması ile ilgili bir durumdur. Ayrım yapan ve mantık kuralları çerçevesinde değerlendiren akıl ile eşyayı gerçek idrak boyutu ile kuşatan kalp arasındaki uyum ile ilgili bir süreçtir. Bir müzik parçasının sözlerinden çok melodisinin etki ediyor olması, melodinin kısmen soyutluk içermesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Resimde de çizgilerin sınırları ne kadar belirsiz ve reellikten ne kadar uzaksa, resim karesine ya da tuvale sığdırılabilecek anlamlar o kadar artar. Çoğu zaman san'at erbabı kendi iç dünyasının güzelliklerini eserine yansıtamamanın ıztırabını dile getirir. Bu, mânâlar âleminin aslında sezgiler ve duygular dünyasında olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Tarih boyunca insanı bu tanımı ile belli bir konuma getiren sezgileri ve duyguları olmalıdır. İnsanlık tarihi, mağara insanı ile teknolojinin en uç nimetlerini kullanan insan arasında bu anlamda çok önemli farklılıklar olmadığını ortaya koymaktadır. Belki de insanlık baş döndürücü, teknolojik gelişmelerle fazlaca zorlandığı bir benlik imtihanı yaşıyor. Bu gelişmişlikle, Mi’racı yaşamış bir zatın (asm) önüne geçebileceği vehmine kapılıyor ve insanlığın zirvesi olan Saadet Asrından önde olduğunu zannediyor. Oysa gerçekten Asr-ı Saadet insanlığın zirve noktasıdır. O asrı zirveye taşıyan ise mânânın bütün berraklığı ile algılanabilir olmasından kaynaklanan tartışmasız üstünlüktür. Meselâ bu anlamda Mi’rac hakikatini sadece Hazret-i Muhammed’e (asm) has özel bir durum olarak tanımlamak ve insanlığın şu ânına ve sonrasına ışık tutacak ve o esnada ortaya çıkmış gerçekleri bilimin alanında görmemek hem bilim, hem de insanlık adına büyük bir kayıp olacaktır. Bu anlamda hem bilimin, hem de insanlığın, aya ayak basılmasından çok daha fazla ilgi alanında olmalı ve sonuçları ile ilgilenilmelidir. Çünkü, bir arzlının Âlemlerin Rabbi tarafından bu âlem ve ötelerini tanıtmak üzere dâvet edilmesi, yeryüzündeki herkesi çok ilgilendirmektedir. Aşırı madde odaklı bakışı ile insanlık ve bilim, muhtemelen fizikteki yeni gelişmeler ve mikro âlem olarak adlandırılan atomlar düzeyindeki maddenin görünümünde Mi’rac ve vahiy gibi kavramların da tarif edilebileceğine dair ipuçlarıyla ancak bu ilgi noktasına gelecektir. Akıl, göz ve kulak gibi duygular, kâinata muhatap olma aracıdır. En son noktası güçlü bir iltizam yani hakka taraftar olmak şeklinde ifade edilebilecek iman, bu anlamda idrakin zirvesi olmalıdır. Bu noktada akıldan çok kalp tarafında olmak duygusu ve kabul ön plana geçer. Hikmeti anlayana kadar esmâ eşya merkezli idrak edilir. Hikmet anlaşıldıktan ve esmâ idrak edildikten sonra, eşya esmâ merkezli idrak edilir. Zaten varlığın aslını oluşturan esmâ asıldır, eşya onların anlaşılması vesilesidir. Esmaya ulaştıktan sonra artık akıl ve hikmet vazifesini tamamlamış ve artık varlık esmâ merkezli konuma gelmiş demektir. Bu noktadan sonra kul ‘keyfe mâ yeşâ’ mânâsını tam idrak etmiş olur. Artık Allah’ın san’atını aklına indirgeme zaafından sıyrılmış ve bütün isimleri mutlak olan Hâlık’ın her şekilde ve her durumda eşyaya yön verebileceğine tam iman etmiştir. Bundan sonra artık aklı hakem olarak görmek ve yaratılanın akla uygun olması zorlaması içinde eşyayı algılamak edepsizliktir. Âlemlerin Rabbi’ni aklın sınırlılığına indirgemek sığlığıdır. Özellikle Batı düşüncesi etkisinde kalan İslâm düşüncesi zaman zaman bu zaaflarla yüz yüze gelmiştir. Varlığı kendi kanunları içinde algılarken zamanla bilimin oluşturduğu sınırların içine hapsolur. Onaylaması ve karşı çıkması bilimin koyduğu sınırlara mahkûm kalır. Bu noktada Âlemlerin Rabbi’nin hiçbir sınır ve kuralla sınırlı olmadığını unutur. Kendi aklınca Ezelî Kudret’in ne şekilde yaratması ya da yaratmaması gerektiğine dair hükümler koyar. Zaman içinde onun beklentilerine ve doğru algısına uymayan bir şey ile karşılaştığında itikadında sendelemeler yaşar. Bu aklın haddini aşmasının, varlığa yön vermeye kalkmasının ve insanın kendi mahiyeti ve eşyanın mahiyetini tam olarak idrak edememesinin bir sonucudur. Bu noktada ulaşılması gereken zirve, Sıddık radiyallahu anhın “O söyledi ise doğrudur” hükmünü varlığın kevnî ifadelerinde Âlemlerin Rabbi’nin kelâmı ile ilgili derinden hissedebilmektir. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Şifâ salâvatta |
Salâvatta şifâ var. Kabul olunmuş bir duâ; ne büyük bir devâ… “Allahım, Hz Muhammed (asm) ve âline rahmet eyle” Derman arayışlarının ilk ve son durağı salâvat; dertler ve devâlar adedince rahmet tecellisi, bereket müjdecisi. Musîbet soluklanmalarında sabır salâvat. Salâvatsız hangi musîbet aşılır ve de sabredilir? Keder kementlerine onsuz nasıl karşı konulur? Kemâl nasıl kazanılır? “Allah’ım, Hz. Muhammed (asm), âline ve ashabına rahmet eyle” Elem rüzgârlar salâvat nefesiyle şifa meltemlere döner. Hastalık zamanlarda onunla neşelenilir. O ki musîbetlerin en büyüğünü yaşamış, kederlerin katmerlisini tatmış, elemlerin en elemini çekmiş, hüzünlerin en hüznünü hissetmiş; “Ümmetî ümmetî” demiş; böylesi bir rahmet Peygamberine (asm) rüzgâr estikçe, buluttan yağmur indikçe, yeryüzünün bitkileri, denizlerin dalgaları adedince salât ü selâm getirmeli değil mi? “Allahım, Hz. Muhammed (asm), âline ve ashabına rahmet eyle” Ashabına “Kardeşlerimi özledim” demesi ona gâibâne inananlar için ne büyük şeref. Ümmetinin bütün zamanlarda bütün dert ve derman arayışlarından, hidayet ve şifa talebinden, af ve afiyet isteğinden, bağışlanma ve mağfiret duâsından haberdar. Ona edilen her salâvat duâsı, onun duâsına yaklaştırma duası… “Allahım, Hz Muhammed (asm), âline ve ashabına salât eyle” Salâvat sadra şifa, gönle bereket, akla nur, vicdana rahatlık, hissiyata ünsiyet, fikre zenginlik, bedene sıhhat, ruha inbisat, sırra sır; maddî ve manevî bütün cihazatla, Âlemlerin Rabbinden âlemlere yansıyan hidayet nurunu anlama ve algılama şifresi. Dünya döndükçe, güneş ışık saçmayı sürdürdükçe, bütün yıldızlar onun aşkıyla raks ettiği sürece kâinat zerratı adedince ona salâvat getirmeli değil mi? “Seçkin elçin olan Efendimiz Muhammed’e (asm) ve onun temiz âline salât eyle” Kimseye açamadığımız sırları, kimseye söyleyemediğimiz dertleri, kimseye anlatamadığımız düşünce ve hissiyatı sana söyler, sen de dinler, bizi yargılamadan, hor görmeden, küçümsemeden, küçümseyici bakmadan, teselli edici bakışınla bizi rahatlatır, ayırmadan ayrım gözetmeden, ötelemeden bağrına basar, hüzün gözyaşlarımızı silerdin. Çünkü sen, arkadaştan, eşten, dosttan, anneden, babadan daha yakınsın, çünkü sen eminsin, çünkü Âlemlerin Rabbi seni âlemlere Rahmet olarak göndermiş. Şifa sevilir, derman dilenir, deva beklenilir, af ve afiyet istenilir, dünya kirlerinden temizlenmek beklenilir, güzellik ve cemal perestiş edilir, cennet ve cemalullaha kavuşmak istenir; bunlar seni sevmeksiz, sana salât ü selâm getirmeksiz, sünnet yolunda yürünmeksiz asla olmaz. “Bize Hz. Muhammed’in (asm) (ona ve Ehl-i Beytine Allah salât eylesin) şefaatini nasip eyle ve ahirette bizi onun arkadaşlığından mahrum etme, şüphesiz ki Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.”
Not: Salâvatlar İmam-ı Zeynelâbidîn’e (ra) âit. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İran nükleer enerjiye geçti, peki biz? |
İran nihayet Buşehr nükleer enerji santralini resmen açtı. Petrol ve doğalgaz zengini İran, 1000 megavatlık bu santral ile elektrik enerjisi de satmaya başlayabilecek. İşin içinde Rusya olunca, Batı da fazla sesini çıkaramadı. Zaten çıkarması için bir sebep de yoktu. Biz bu açılışı buruk bir duygu içinde takip ettik. Elbette İran’ın Pakistan ve Endonezya’dan sonra İslâm dünyasında nükleer enerji üretebilen üçüncü ülke olması önemli. Tabiî kaynakların gittikçe azaldığı dünyamızda nükleer enerji üretir hale gelebilmek, ülkelerin enerji geleceğini teminat altına almaları anlamına geliyor. Burukluğumuzun sebebi; İran’dan daha önce nükleer enerji konusunda çalışmaya başlayan ülkemizde, hâlâ bu işi başaramamış olmamız. Bir yandan demiryolu ve deniz yolu gibi daha yeşil, daha ekonomik ve daha sürdürülebilir ulaşım yollarını yeterince değerlendirmeyerek, petrole bağımlılığımızı sürdürüyoruz. Öbür taraftan da doğal gaz çevrim santrallerinin sayılarının hızla artarak, pahalı ve dışa bağımlı enerji üretiminin yapılmasına göz yumuyoruz. Daha da vahimi, dışa bağımlılığının yanı sıra çevreyi kirletmesi açısından çok zararlı olan ithal kömüre dayalı enerji santralleri kurduruyoruz. Bütün bunların alternatifi olabilecek nükleer enerji santrali kurma işinde ise İran bile bizi geride bıraktı. Bizi dışa bağımlı kaynaklara mahkûm etmek isteyenler, yoğun bir propaganda ile kamuoyunun zihnini de kirletiyorlar. Çernobil kazası bahane edilerek, sanki nükleer enerji santralleri her an patlayabilecek, etrafını müthiş kirleten santraller gibi lanse ediliyor. Halbuki modern teknolojilerde gerek santrallerin güvenliği gerekse kullanılan yakıt atıklarının güvenli bir şekilde depolanmasında, riski sıfıra yakın düzeye indiren tedbirler alınabiliyor. Bu sözlerimizden Rusya ile yapılan anlaşma sonucu Rusların kuracağı nükleer enerji santralinin sorunsuz olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Anlaşmaya göre şirketin tamamen Rusların kontrolünde olması (yüzde 51’i doğrudan Ruslara ait olup geriye kalan yüzde 49’u istediği şirkete satabilecektir), onbeş yıl boyunca 12,35 sent ortalama fiyattan üretilen bütün elektriğin satın alınması şartının konulması (döviz fiyatlarının bu süre içindeki seyri nasıl kontrol edilecek?), atıkların muhafazasında öngörülen sistem gibi bir çok sakıncalı hüküm bulunmaktadır. En önemlisi de Rus teknolojilerinde santral ve atıkmaddelerin güvenliğine, diğer teknolojiler kadar önem verilmiyor olmasıdır. Meselâ; artık dünyada kimsenin nükleer atıkları kendi topraklarına kabul etmeyeceği dikkate alınarak, atıkların santralde güvenli bir şekilde depolanması teknolojisine yer verilmemesi bunun göstergesidir. Ancak defalarca ihaleye çıkılmasına rağmen, mahkemelerin devreye girmesi, siyasal istikrarsızlık vs sebeplerle şimdiye kadar bu imkândan yoksun kalan Türkiye’de bu konuda adım atılması ve ilk kez bu aşamaya kadar gelinmesi önemlidir. Elbette Türkiye’nin gerek hidroelektrik enerji kaynaklarını, gerekse rüzgâr ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını sonuna kadar kullanması şarttır. Ancak hızla sanayileşen ülkemizde, artan enerji ihtiyacının bu kaynaklarla karşılanması uzun vadede imkânsızdır. Bu açıdan eksik de olsa, anlaşmada çeşitli açılardan sakıncalar da bulunsa, enerji santralinin kurulması ve çalıştırılması önemli bir adım olacaktır. Bu yüzden komşumuzun başarısını takdir ediyor, kendi adımıza bunca yılı ve kaynağı kaybetmiş olmaktan dolayı üzülüyoruz. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Kanatlar aşka uçmak içindir |
Kanat, varlıkları uçuran bir vasıtadır. Rabbim, uçma yeteneği verdiği her mahlûkuna, ona uygun bir kanat takmıştır. Kuşların kocaman kanatları olduğu gibi, böceklerin de minnacık kanatları vardır. Kelebeğin kanadı ince, narin ve ziynetli iken, kartalın kanadı oldukça güçlü ve azametlidir. Her birinin şekli, deseni, özelliği ve güzelliği farklıdır. Yani her kanatta bin san'at vardır. Kanat, ister zînetli olsun, ister azâmetli olsun, ait olduğu bedeni bir yerden bir yere taşımak içindir. Kanat sahibi nereyi isterse, kanat da onu oraya uçurur. En çok da sevgiliye doğru uçmak için kullanılır. Bir an evvel hasretin vuslata dönüşmesi için kanatlanmak gerekmektedir. İnsan da öyle değil mi? Sevdiğine doğru yola çıkınca, kanatlanıp uçmak istemez mi? Yollar ne kadar çetin, geçitler ne kadar dar, dağlar ne kadar taş yürekli olsa da, vuslat için her zorluğa göğüs gerilir. Sevgi, aşk makamına çıkmışsa, artık vuslat hiçbir engel tanımaz. Fakat bu aşk, mecazi değil, hakîki aşk olmalıdır. İşte o zaman aşk yolunda çekilen acılar âşıka lezzet vermeye başlar. Aşk ateşinin şiddeti arttıkça, âşığın duyduğu lezzet de artar. Tam lezzet almak için belki de tamamen yanmak gerekmektedir. Onun için âşık, ateşe doğru kanat çırparken, hiçbir zaman yanma kaygısı ve korkusu taşımaz. Mevlânâ Hazretlerine “Hamdım, piştim, yandım” dedirten aşk bu olsa gerektir. Söz gemisi aşk limanına uğramışken, üç büyük söz sultanının dizelerini aktarmak istedim. Şeyh Sadi Şirazî, “Aşka uçarsan kanatların yanar” diyor. Buna mukabil Hz. Mevlânâ, “Aşka uçmazsan kanat neye yarar?” diye aşk ateşinin cazibesini dile getiriyor. Yunus Emre de, “Aşka vardıktan sonra kanada ne gerek var?” diyerek sözü tamamlıyor. Bu üç büyük insan da büyük hakikatlerden, büyük aşklardan söz etmektedirler. Bu aşk öyle büyüktür ki, dünya ölçülerinin, hayat sınırlarının, beşerî ve mecâzî muhabbetlerin çok üzerindedir. Onlar pervane misâli yanmaktan lezzet alırlar. Onların maksatları, Mabutlarıdır. Mabudlarına kavuştuktan sonra, tenden de, candan da vazgeçerler. Bediüzzaman Hazretleri de ateşe doğru kanat çırpan bir âşıktır. Onun kanatları, ilimdir, cesarettir, feraset ve feragattir. Bu kanatlarla Kur’ân güneşine doğru uçar, pervane olur. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’nin, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” dediğini duyunca, Bediüzzaman’ın ruhunda volkanlar kaynamaya başlar. “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyerek Kur’ân güneşinin etrafında bir pervane olmaya karar verir. Bu hizmetin ne kadar meşakketli, çileli ve bu aşk ateşinin ne kadar yakıcı olduğunu bildiği halde, aşka doğru kanat çırpmaya başlar. Artık hayatını iman ve Kur’ân hizmetine adamıştır. Bu hizmeti ifa ederken, çekmediği cefa, görmediği eza kalmaz. Ama o bunların hiçbirisine aldırmaz. İnsanların imanını kurtarmak için kendini ateşe atmaktan hiç çekinmez. “Ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.” Aşk, ateşle imtihandır. Bu imtihanı başarı ile geçenler aşka doğru uçanlardır. Kanatlarının yanmasından korkanlar, hakikî âşık olamazlar. Bir pervane kadar yürek taşımayanların aşktan bahsetmeye hakları yoktur. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Pakistan’a yardım ve bir teravih hatırlatması |
Abdulkadir Eken: “Fitremizi Pakistan’daki sel mağduru kardeşlerimize göndersek olur mu?”
Öncelikle Pakistan’daki sel mağduru kardeşlerimize buradan gıyaben geçmiş olsun der, Allah’ın kendilerine kolaylıklar getirmesini niyaz ediyoruz. Ölenlere rahmet, geride kalanlara ise acilen sağlık, sıhhat ve afiyet diliyoruz. Şüphesiz geride kalan mağdurlara yardımda birleşilmesi gerektiğinin öncelikli farz bir görev olduğunun da altını çizmek istiyoruz. Peygamber Efendimiz (asm) “Mü’min mü’min için bir binanın taşları gibidir. Birbirine sımsıkı sarılırlar” buyuruyor. Böyle zor ve dar zamanlarda mü’minlerin birbirlerine sımsıkı sarılmaları ve gerekli yardımlaşmayı kendi aralarında hiç teklif ve destur konusu bile yapmadan sağlamaları imanlarının kendilerine getirdiği bir yükümlülüktür. Allah’a ve ahiret gününe iman edene yakışan davranış da böyle zor zamanlarda kenetlenmek derecesinde yardımlaşmak ve elinde avucunda ne varsa paylaşmaktır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tenauma ihtiyar bir derece var idi. Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer’î kalmadı.” 1 sözleriyle tam da bu gerçeğe dikkat çekiyor. İslâm âleminde bir yerde bir afet varsa, Müslümanların tenaumu ve telezzüzü bırakarak, yani nimetler ve lezzetler içinde yüzmeyi bir tarafa bırakarak, elbirliği içinde o bölgeye derhal yoğunlaşmaları ve yardımlaşmaları imanlarının gereğidir ve emridir. Bu konuda doğru iletişimi ve nakliyeyi sağlayan kurumlara da ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Diyanetin geçtiğimiz Cuma günü bütün Türkiye’de başlatıp yürüttüğü yardım kampanyası bu açıdan takdire şayandır. Ama yeterli değildir. Muhtelif yardımlaşma dernekleri veya vakıfları da bu konuda inisiyatif alabilir. Yani sivil inisiyatif de bu konuda yardımlaşma ve paylaşma kampanyaları yürütebilir. Her Müslüman’ın felâket bölgesine bilfiil gidip yardımcı olması mümkün değildir. Ama her Müslüman’ın böyle sivil veya resmî inisiyatiflere katkı vermesi pekâlâ mümkündür. Bu yollar işletilebilir ve işletilmelidir. Fitrelerimizi de şüphesiz verebiliriz. Ama daha büyük yardımlara ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla fitre ölçüsünü de aşıp, ciddî mânâda yardımlaşmaya ve paylaşmaya katkı vermemiz lâzım. Bu konuda rüştünü ispat etmiş tecrübeli ve güvenilir yardımlaşma derneklerinin çalışmalarına katkı vermek sûretiyle, felâket bölgesine yardımlarımızın ulaşmasını muhakkak sağlamalıyız. ««« Muammer Asar: “1- Teravih namazında yirmi rekâta toptan niyet mi edilir, yoksa her selâmdan sonra yeniden niyet mi edilir? 2- Teravih namazında Hanefi imama Şafii birisi uyabilir mi?”
1- Teravih namazına baştan bir kere niyet etmek yeterlidir. Her selâmdan sonra dilimizle yeniden niyet etmeye gerek yoktur. Artık baştaki niyetten sonra, kalben teravih kılıyor olduğumuzu kabul ve tasdik etmemiz niyet sayılır. 2- Ülkemizde Hanefiler ile Şafiiler iç içe yaşıyorlar. Şafiilerde nafile namaz dört rekât kılınmıyor. Mezhep buna cevaz vermiyor. İkişer rekâtlı kılınması gerekiyor. Hanefi mezhebinde ise dörder rekât kılınabiliyor, ikişer rekât kılmak ise efdal bulunuyor. Bu açıdan arkasında Şafiî mezhebinden cemaati olduğunu bilen bir imamın teravih namazlarını mutlaka ikişer rekâtta bir selâm vererek kıldırması gerekiyor. Aksi takdirde dörder rekâtta bir selâm verirse, Şafii mezhebinde bulunan cemaat sıkıntıya giriyor. Zaten ikişer rekâtta bir selâm vermek Hanefi mezhebinde de efdaldir. Bu efdaliyet çerçevesinde teravihleri kıldırmalı ve Şafii mezhebindeki cemaatin doğru ibadet hakkına yardımcı olunmalıdır. Önceki yıllarda Diyanetin imamlara teravihlerin ikişer rekât kıldırılması konusunda bir genelgesi olduğunu hatırlıyorum. Bunu unutan ve ‘Çoğunluk dört istiyor’ diye dört kıldırmaya devam eden bazı imam arkadaşların olduğu kulağıma geliyor. Unutulmaması lâzım ki, bu bir ibadettir. Bir kişi de olsa, buna kulak vermeli ve zaten kendi mezhebinde de bulunan efdaliyet ölçülerini gözetmelidir. Eğer Hanefi imam bu hususlara dikkat gösterirse, arkasında Şafii birisinin namaz kılmasında hiçbir sakınca yoktur.
Dipnot: 1- Sözler, (yeni), Lemaat, s. 1178. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Oruç ve namazdaki rahatlık |
Rahmet, mağfiret, bereket, af v.s gibi sıfatların bolca görüldüğü, tezahür ettiği Ramazan ayı, gerçekten bizim memleketimizde ayrı bir idrak edilir. İslâmın beş şartının birincilerinden olan oruca milletimizin verdiği değer bir başkadır. Devamlı namaz kılmayan insanımız bile, oruca karşı hassaslaşır o ayda. Teravih namazlarının müdavimi olur bir anda, hem de o ay boyunca. Gecenin bir yarısında, hem de uykunun en tatlı yerinde, yarı uykulu gözlerle, hangi güç kaldırıp sofranın başına oturtabilir o insanı? İşte, Rabbinin rızasını kazanmak buna denir. Ya, o cehennem sıcaklarında, aç-susuz on altı saat, sahura kalkamamış ise yirmi dört saat, akşama kadar beklemek, nerede var böyle bir şey? Hangi aşk bu insanı böyle yapabiliyor? Demek ki, Allah aşkı, Allah sevgisi böyle tarif edilir ancak. Ya Rabbi! Bu cehennem sıcaklarında Senin rızanı gözeterek aç-susuz, Senin emrettiğin, müsaade ettiğin saate kadar bekleyen kullarını cehenneme atma, cehennemden halâs eyle, uzak et İnşâallah! Açlıktan susuzluktan kıvranan biri, gözünün önünde annenin bebeğine yedirdiği sütün içine doğranmış bisküviyi görünce, istemeyerek de olsa heveslenmesi, sair zamanda dikkatini dahi çekmeyen o mamaya bile razı olması… Küçük yavrucuğun şapır şapır içtiği suya bakarak, dudaklarını yalaması ve bütün bu hallere sabır göstererek kazanacağı cenneti düşünmesi, ne büyük bir haz, ne büyük bir saadet değil mi? Mükâfatını Allah’tan bekleyerek tutulan bir orucun değerini bilmek, o insanı ne kadar da yükseltip terakkî ettiriyor? Akşam iftara bir dakika kalmış, suyu bardağa dolduruyor, ama içmeye izin yok ki daha. Mükellef bir sofradaki çeşitli yemek ve yiyeceklerin kokusu, burnunun ucunu yalayarak geçiyor, ama o yine dokunamıyor, emir yok, emre daha bir dakika var. Ve o an geliyor. Müslümanın Rabbine kavuştuğu ana denk gelen bir iftar sevinciyle orucunu açıyor. Hamdediyor, şükrediyor. “Ey nefis! Senin fir’avuniyetini kırıp, beni melekler seviyesine çıkaran oruç sayesinde başıma konan bunca talih kuşuna nasıl şükretmeyeyim ben?“ İftardan sonra bir rehavet çöküyor üzerine insanın. Akşama kadar yorgun argın bir halde bulunmuş zaten, o da üstüne gelince, şöyle bir uzanıp, keyfetmek geliyor içinden, ama deniliyor ki: “Haydi kalk, Rabbin için secdeye var!” Ve kalkıyor insan. Abdestini alıp, toplamda 33 rekât olan yatsı, teravih ve vitir namazlarını kılıyor. Düşünün şimdi, başka hangi güç kaldırabilirdi onu o rahat döşeğinden? Başka hangi güç, o saatte, o rehâvetin üzerine 33 defa “yatırıp kaldırabilirdi (!)” insanı. Ama o, sadece bir “yatıp kalkmak” değil işte. Aksine bütün o yorgunlukların, bitkinliklerin ve yemekten sonra gelen rehavetin devâsı, seni gerçekten rahatlatacak olan bir namaz, bir ibadet... Bediüzzaman der ki: “Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır.” Evet, Hz. Peygamber (asm) emretmiş bunu. Ama senin için tabiî. Neticesinde mutluluk var, saadet var bunun. İnsan kalkıyor ve otuz üç defa alnını secdeye koyuyor, ”Ya Rabbi! Hamdedilmeye lâyık, en büyük Sensin” deyip, emre uymanın rahatlığı içinde bir günlük Ramazan’ını bu şekilde geçiriyor. Eee, rızay-ı İlâhiye nâil olmak için melekleşip, melekleri taklit eden bu Müslüman’ı nasıl Cennet’ine koymaz ki Allah? Bizlerin; bu iyiliklere, güzelliklere, ihsanlara ermemize vesile olan on bir ayın sultanı, tekrar hoş geldin, safalar getirdin! 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Çin’de Ramazan |
Son iki yıldır Ramazan ayını Çin’de geçirmek nasip oldu. Geçen yıl Şanghay’a yakın bir adada tersane onarımlarına girmiş iken bu sene de Guangzhou (Gonco diye telâffuz ediyorlar) yakınlarındaki tersaneye girdik. Buradan da yine bir Çin limanına yükleme yapmak için gideceğiz. Seyirde iken oruç tutmak nispeten daha kolaydır. En azından kaptan olduğum için Ramazan süresince bazı kolaylıklar sağlama imkânım oluyor. Meselâ yemek saatlerinde mesai yapıp akşam dinlenme saatini uzatmak gibi. Lâkin tersanede iken günlük mesaî programını değiştirme imkânı hemen hemen hiç yok. Zira yabancı bir ülkedesiniz ve İslâm’dan haberi olmayan insanlar ile çalışıyorsunuz. Fakat yine de her Ramazan’da olduğu gibi bu ülkede de Ramazan ayı güzel geçiyor. Gemide oruç tutanların sayısı bir hayli fazla. Eskiden ilk birkaç gün sayı fazla olurdu sonraki günlerde ise sayı gittikçe azalırdı. Fakat bu gemide ise durum hiç değişmedi. 2. Makinist’in ifadesine göre “Eğer bir kişi orucu bıraksa, ben de bırakacağım, ama kimse bırakmadı, işte bu yüzden ben de devam ediyorum.” Demek ki insanlar birbirlerini olumsuzda da, olumlu işlerde de çok etkiliyorlar. Bulunduğumuz bölge, Çin’in en güney tarafı, ekvator çizgisine oldukça yakın bir bölge. Haliyle yaz mevsimi de olunca hava bir hayli sıcak. İftar yemeğinde gözümüz hep suda. Suyun ne kadar güzel bir nimet olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyoruz. Artık teknoloji her konuda olduğu gibi iftar ve sahur saatlerinin belirlenmesinde de çok yararlı oluyor. Sağ olsun Diyanet İşleri Başkanlığı internet sitesinde dünyanın neresinde olursanız olun o bölgeye ait namaz vakitlerini yayınlıyor. İkinci kaptanlar almanakla uğraşıp güneşin doğuş ve batış saatlerini hesaplamak zorunda kalmıyorlar. Sadece bulunduğun şehrin ismini yazman yeterli, basıyorsun düğmeye bir aylık Ramazan imsakiyesi hazır. Salonlara asıp hem namaz vakitlerini, hem de iftar ve sahur vakitlerini gün ve gün rahatça belirleyebiliyoruz. Çinli tersane işçileri oruçtan habersiz. Lâkin bir kısım okumuş yazmış adam ve mühendisler Müslümanların Ramazan ayında oruç tuttuğunu biliyorlar. Geçen gün bir sigorta yetkilisi bana sigara ikram etti. Sigara içmediğimi, ama içsem bile gündüz vakti Ramazan ayı olduğu için içmemem gerektiğini anlatınca, oruç ile ilgili sorular sormaya başladı. Öncelikle nasıl oruç tutulduğunu sordu. Bunu anlattıktan sonra orucun faydalarını sordu. İbadetler Allah rızası için yapılır. İbadette fayda ve zarar gözetilmez, lâkin hiçbir dine inanmayan Çinlilere bunu anlatmak bir hayli güç tabi. Fakat yine de orucun bazı hikmetleri konusunda anlatmış olduğum bilgilerden etkilendiğini fark ettim. Zira sonunda güzel bir ibadet olduğunu ifade etti. Her şeyden önce oruç tutarak fakir insanların nasıl yaşadıklarını daha iyi anlamış olduğumuzu söyledim. Çin gibi çok büyük ve bir o kadar da fakir insanların çok olduğu ülkede empati yapmanın güzelliği hemen ortaya çıktı tabiî ki. Müslümanların bu ibadeti onun çok hoşuna gitti. İkinci olarak oruç sayesinde bazı organlarımızın dinlendiğini ve sağlığımız açısından bunun çok yararlı olduğunu anlatmaya çalıştım. Fakat ne demek istediğimi kolay kolay anlatamadım. Belki de anlaması mümkün değildi. Zira yemek kültürleri bizden çok farklı, herşeyden önce ne bulurlarsa yiyorlar. Organlarımızın sindirim esnasında yorulduğunu, aynı fabrikalar gibi senenin bazı günlerinde bakıma ihtiyaç duyduğunu söyleyince biraz ikna oldu. Sohbetimiz sonunda inançlı olmanın güzel bir şey olduğunu sigortacı muhatabımdan da dinlemiş oldum. Çinli insanlar inançsız olmaktan hiç de mutlu değiller. Dini konularda çok sorular soruyor ve öğrenmeye çalışıyorlar. Bu konuda bol bol konuşma fırsatımız oldu. Çin’de şişman bir insana rastlamak neredeyse imkânsız. Obezite diye bir sorunları yok. Zaten ufak tefek insanlar. Biz onların yanında ızbandut gibi görünüyoruz. Bir de iri yarı İskandinav insanları ile yan yana gelseler çok ilginç olurdu. Çin’de her şey ucuz lâkin yiyecek fiyatları birer istisna. Belki de bu yüzden şişman insanlara rastlanmıyor. Tersane işçileri fazla mesaiye kaldığı zaman yiyecekleri dışarıdan geliyor. Ne yediklerine baktığımızda şunu görüyoruz. Pirinç lapası ve bazı haşlanmış sebzelerden oluşan bir yemek. İki çubukla yemeye çalışıyorlar. Rahmetli babam onların bu çubuklarını görünce “Elbette kilo alamazlar, bu çubuklarla insan doymaz ki” der, biz de gülerdik. Fakat çatal ve kaşık yerine kullandıkları bu çubuklarla öyle hızlı yiyorlar ki şaşmamak elde değil. İşin bir de püf noktası var. Bu insanlar tabaklarını neredeyse çenelerine dayayarak yemek yiyor. Haliyle ağzına götürürken yolda düşürme şansları olmuyor. Öyle olunca çubuk değil şiş bile olsa yenir. Fakat yine de bu çubukları pek mahirane kullanıyorlar. Ben bunlarla yemeye çalıştım çok zorlandım, yediklerimin yarısı yolda düşüyordu. Çin’e gelince elbette anlatacak çok şey var. Fakat yazımızın ayrıldığı yeri aşmamak da gerekiyor. O halde Çin hatıralarını bir başka yazıya bırakıp bütün kardeşlerimizin Ramazanını tebrik eder, Rabbimden Âlem-i İslâm’a hayırlar getirmesini niyaz ederim. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Hatem usta |
Koçgazi Köyü’nün harman yeri, çocukluk yıllarımızda arkadaş grubumuzla hayvan otlattığımız, koşup oynadığımız yeşillik, düzlük bir alandır. Bir bahar günü yeşilliklerin, çiğdemlerin, çiçeklerin üzerinde köyün çocukları ile elsende, birdirbir, yakar top gibi oyunları oynadıktan sonra. Aşağıda söğütlerin yanına konuşlanmış, siyah bir göçer çadırı dikkatimizi çekti. Merakımızı gidermek ve oradaki insanların ilkel yaşantılarını ve neler yaptıklarını yakından görmek için gitmeye karar verdik. Yolda giderken herkes onlar hakkında çeşitli rivayetleri, söylentileri, bildiğini ve bilmediğini anlatıyordu. Onlarla ilgili kimisi abartıyor, kimisi onu yalanlıyor derken bütün dikkatimizle ve merakımızla çadıra yaklaştık. Biz küçükler çekindiğimiz için, büyük çocuklar önden yürüdüler çadıra, varıp selâm verip, oturdular. Onlardan cesaret alarak bizler de yanlarına oturduk. İlk dikkatimi çeken çadırın içerisinde yaşlı, iri yapılı ve esmer bir adamdı. Başında eğreti gibi duran kasketi, ciddî bakışları, kalınca bıyıkları ile duruşu sert bir insana benzese de bizlerin yanına oturmamıza müsaade etmesi, kimin çocuğu olduğumuzu sorması, bazen de espri yapması ile göründüğü gibi olmadığını gösteriyordu. Bir taraftan bizlerle konuşurken, bir taraftan da söğüt dallarından eğip bükerek sepet yapıyordu. Eli o kadar alışmış, meleke kesbetmiş ki, bizimle konuşurken bile iki elinin parmakları yapılan sepetin üzerinde hızlı, düzgün ve güzel bir şekilde çalışıyordu. Elinin çalışma ritmine başını, yüz hatlarını ve mimiklerini de katıyordu. Elinde ürettiği san'atına gerekli inceliği, düzgünlüğü ve zerafeti verebilmek için, eliyle beraber başını ve bedenini oynatıyor, yaşlanmış yüz hatları gerilip gevşiyordu. Tempolu ve seri bir çalışmanın sonunda sepetin yapımını bitirip son şeklini vermişti. Beyaz, desenli, saplı ve sanat harikası bir el emeğinin yapımını bitirmiş olmanın keyfine gelmişti sıra. Epey bir süre bitmiş sepetin altına, üstüne baktı. Karşı tarafa koydu ve gözlerini üzerinden ayırmadan baktıktan sonra eline aldı. Gülümseyerek ve bozuk Türkçesi ile içimizden en büyük olan Ese’ye “Bak bakalım yeğenim nasıl olmuş, beğendin mi?” diye uzattı. Bir ustanın yaptığı eserini bizlere uzatarak görüşümüzü sorması, muhatap alması, değer vermesi hoşumuza gitmişti. Taze söğüt ağacı kokulu, beyaz, süslü, yeni sepet elden ele dolaşırken, usta bir taraftan sepete bakıyor; bir taraftan da bizim yüzümüze bakarak sepetle ilgili fikrimizi ve övgümüzü takip ediyordu. Sonunda hem kendi nazarıyla, hem de bizim bakışımızla san'atının mükemmelliğine kanaati gelmişti. Bitmiş yeni sepeti de önceden yaptığı sepetlerin yanına bırakarak ayağa kalktı. Sekiz köşeli kasketini düzeltti. Üstünde birikmiş ağaç kırpıntılarını silkeledi, yukarısı çok geniş ve aşağıya doğru daralan, paçası düğmeli siyah pantolonunu düzelterek az ileriye malzeme getirmek üzere uyuşmuş ayakları ile, çarpık adımlarla sendeleyerek gitti. Geri döndüğünde kalbur ve gözer tabir edilen, buğday elemede kullanılan elekleri yapmak için ıslattığı hayvan derisini, sırım olarak dilmek için çadıra getirdi. Vakit hayli olmuştu. Yaş söğüt ağacının güzel kokusunun yerini, deri kokusu sarınca bizler müsaade alıp hızlı adımlarla evlerimizin yolunu tuttuk. Ertesi gün akşamüzeri, evde yalnız olduğum bir sırada kapısı çaldı. Ak köpeğimiz parçalayacak gibi havlıyordu. Pencereden batığımda elinde uzun değnekle, sırtına sepetleri, elekleri yüklenmiş, çil yüzlü yaşlı bir kadın, bir şeyler söylüyordu. Köpeğin sesinden söylediklerinden bir şey anlamadım. Sadece ekmek istediğini anlayabildim. Oyun arkadaşlarım bu kimselere kapı açılmaz, zarar verirler şeklinde abartılı şeyler anlatmışlardı. Çocukluk işte, o nedenle kapıyı açmadan: “Annem evde yok!” dedim. O da sessiz bir şekilde, başka yere uğramadan doğruca çadırın yolunu tutup uzaklaştı. O gittikten az sonra annem eve geldi. Ben bir kahraman edası ile olanları anlattım. Kapıyı açmadığımı, ekmek vermediğimi anlatınca annem çok kızdı ve birazda telâşlandı. “Ne yaptın sen? Kapıya gelip ekmek isteyene verilmez mi? O kadın Hatem Amca’nın hanımıdır. Herkes ona çingene Hatem, deseler de çok iyi bir insandır. Onlar çalışkan ve dürüst bir ailedir. Hatem Amca babanın da arkadaşıdır. Bizden başka, kimselerden ekmek istemezler. Baban bu davranışını duymasın. Çabuk ekmek ve yiyeceklerden hazırlayayım da koşarak götür” dedi. Beni aldı bir düşünce. Babamın çingeneden de arkadaşı olduğunu öğrendim ve şaşırdım. Çadırda “Ben, Hacı Mehmet’in, namı diğer Sarı Mehmet’in oğluyum” deyince bana sert bakışlarını yönelterek, hafif gülümsemişti. Ben de “Sarı Mehmet lâkabı hoşuna gitti, ona gülümsedi” diye içimden yorumlamıştım. Annemin hazırladığı ekmek paketini alıp koşar adımlarla çadıra ulaştım. Yaşlı Teyze gün boyu çalıştığı için, yorgunluktan çadırın yan tarafına ayaklarını uzatmış oturuyordu. Hatem Amca, çadırın içerisindeki minderin üzerinde başına namaz takkesi giymiş Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Kulaktan dolma bilgilerle meydana gelen önyargılarımdan yeteri kadar mahcup olmuştum. Ekmeği teyzeye verip bir an önce kaçmak istiyordum. Hatem Amca yanına çağırdı. Kendi el ürünü olan, süslemeli, ağaçtan yapılmış zarif bir sigara ağızlığını uzatarak: “Al bunu babana ver. Çok selâm söyle. Kapınızın önündeki ak köpeğe de gerçek dostların kim olduğunu öğretsin” dedi. Söylediklerinden pek bir şey anlamasam da elimdeki ahşap ağızlığı sıkıca tutarak, harman yerinin yeşil çimenlerinin üzerinden eve doğru koşar adımlarla uzaklaştım. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |