Hakan YALMAN |
|
Aklın vahye doğru muhatabiyeti |
Birkaç gün önce hususî bir sohbetimiz sırasında çocuk hastalıkları ve sağlığı uzmanı olan bir arkadaşım risâlelerin sadeleştirilmesi gerektiğini, şu anki hâliyle pek anlaşılmadığını iddiâ etti. Ben de idrakin kelimelerin karşılığını bilmekten çok öte bir fiil olduğunu, mânâdaki ruhun o mânâyı ifade eden kelimeleri ile çok yakından ilgili olduğunu ve özellikle şu Ramazan günlerinde Kur’ân’a muhatap olan insanların, kelimelerini anlamasa bile ondan çok faydalanıp hakikatin ruhunu idrak edişlerini örnek verdim. Her hakikate aklın ve kalbin uyum içinde muhatap olmasının önem ve gereğinden bahsederek; idrakin, bilinç ve bilinçaltı mekanizmaların uyum içinde birlikteliğinden hâsıl olan bir sonuç olduğunu ifade ettim. O da haklı olduğumu ifade etti. Madde, ferdin ruh âlemindeki mânâları şekillere büründüren bir yapı. Ruhta var olan mânâlar kelimelere döküldüğünde bir boyutuyla maddileşmiş, soyutluktan kurtulmuş olur. İnsanın da genel arayışı, tanımlanmış ve biçimlenmiş şekillerle varlığa muhatap olmak ve her şeyi olabildiğince müşahhaslaştırmaktır. Oysa mânâ kalıplara büründükçe, şekillere girdikçe, sınırlar içinde ifade edildikçe kuşatıcılığını ve sezgilere yansıyan boyutunu kaybeder. Eşyanın aslı olabildiğince mücerret ve sınırlardan arınmış buharımsı bir yapı arz eder. Bu yapı sıvılaştıkça ve kristalize oldukça belli bir alana hapsolmanın getirdiği zaafları da içinde bulundurur. Zıtlar dünyasında Eflatun’un idealarından fenomenler alanına geçildikçe varlık bir tür kalınlaşma, perdelenme, arızîleşme, arzîleşme ve zaaflarla içiçelik de bir zaaf olarak maddî alanın içine girer. Bu aslında kendisi de maddî bir yapıya bürünmüş olan insan tanımının en önemli zaaf noktasıdır. Maddî bir alana haps olmanın sıkıntılarını her an hisseden ruh, aslında soyut ve kuşatıcı özellikler taşır. Ruhta olan mânâları çoğu zaman yalnızca hissedersiniz. Bu mânâların ya da duyguların kelimelere dökülmesi soyutluğundan ve kuşatıcılığından uzaklaşması anlamına gelir ki, bu da duygular dünyasının kelimelere dökülmekle kısırlaşması demektir. Belki de en güzel anlatım, olabildiğince az şekil ve sınırla ve maddî dünyanın zaaflarından uzak bir yaklaşım ile ortaya koymaktır. Bazen yalnızca bir bakış, ciltler dolusu kitabın anlatamadığı anlamları barındırır. Anlatımda soyutluğun ön planda olması aslında duygular ve sezgileriyle varlığın özüne muhatap olan insanın özüne daha uygun olmalıdır. Bu varlığa akıl ile muhatap olmanın, daha sonra kalbe geçiş sürecinde doğru bir işleyiş olup olmaması ile ilgili bir durumdur. Ayrım yapan ve mantık kuralları çerçevesinde değerlendiren akıl ile eşyayı gerçek idrak boyutu ile kuşatan kalp arasındaki uyum ile ilgili bir süreçtir. Bir müzik parçasının sözlerinden çok melodisinin etki ediyor olması, melodinin kısmen soyutluk içermesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Resimde de çizgilerin sınırları ne kadar belirsiz ve reellikten ne kadar uzaksa, resim karesine ya da tuvale sığdırılabilecek anlamlar o kadar artar. Çoğu zaman san'at erbabı kendi iç dünyasının güzelliklerini eserine yansıtamamanın ıztırabını dile getirir. Bu, mânâlar âleminin aslında sezgiler ve duygular dünyasında olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Tarih boyunca insanı bu tanımı ile belli bir konuma getiren sezgileri ve duyguları olmalıdır. İnsanlık tarihi, mağara insanı ile teknolojinin en uç nimetlerini kullanan insan arasında bu anlamda çok önemli farklılıklar olmadığını ortaya koymaktadır. Belki de insanlık baş döndürücü, teknolojik gelişmelerle fazlaca zorlandığı bir benlik imtihanı yaşıyor. Bu gelişmişlikle, Mi’racı yaşamış bir zatın (asm) önüne geçebileceği vehmine kapılıyor ve insanlığın zirvesi olan Saadet Asrından önde olduğunu zannediyor. Oysa gerçekten Asr-ı Saadet insanlığın zirve noktasıdır. O asrı zirveye taşıyan ise mânânın bütün berraklığı ile algılanabilir olmasından kaynaklanan tartışmasız üstünlüktür. Meselâ bu anlamda Mi’rac hakikatini sadece Hazret-i Muhammed’e (asm) has özel bir durum olarak tanımlamak ve insanlığın şu ânına ve sonrasına ışık tutacak ve o esnada ortaya çıkmış gerçekleri bilimin alanında görmemek hem bilim, hem de insanlık adına büyük bir kayıp olacaktır. Bu anlamda hem bilimin, hem de insanlığın, aya ayak basılmasından çok daha fazla ilgi alanında olmalı ve sonuçları ile ilgilenilmelidir. Çünkü, bir arzlının Âlemlerin Rabbi tarafından bu âlem ve ötelerini tanıtmak üzere dâvet edilmesi, yeryüzündeki herkesi çok ilgilendirmektedir. Aşırı madde odaklı bakışı ile insanlık ve bilim, muhtemelen fizikteki yeni gelişmeler ve mikro âlem olarak adlandırılan atomlar düzeyindeki maddenin görünümünde Mi’rac ve vahiy gibi kavramların da tarif edilebileceğine dair ipuçlarıyla ancak bu ilgi noktasına gelecektir. Akıl, göz ve kulak gibi duygular, kâinata muhatap olma aracıdır. En son noktası güçlü bir iltizam yani hakka taraftar olmak şeklinde ifade edilebilecek iman, bu anlamda idrakin zirvesi olmalıdır. Bu noktada akıldan çok kalp tarafında olmak duygusu ve kabul ön plana geçer. Hikmeti anlayana kadar esmâ eşya merkezli idrak edilir. Hikmet anlaşıldıktan ve esmâ idrak edildikten sonra, eşya esmâ merkezli idrak edilir. Zaten varlığın aslını oluşturan esmâ asıldır, eşya onların anlaşılması vesilesidir. Esmaya ulaştıktan sonra artık akıl ve hikmet vazifesini tamamlamış ve artık varlık esmâ merkezli konuma gelmiş demektir. Bu noktadan sonra kul ‘keyfe mâ yeşâ’ mânâsını tam idrak etmiş olur. Artık Allah’ın san’atını aklına indirgeme zaafından sıyrılmış ve bütün isimleri mutlak olan Hâlık’ın her şekilde ve her durumda eşyaya yön verebileceğine tam iman etmiştir. Bundan sonra artık aklı hakem olarak görmek ve yaratılanın akla uygun olması zorlaması içinde eşyayı algılamak edepsizliktir. Âlemlerin Rabbi’ni aklın sınırlılığına indirgemek sığlığıdır. Özellikle Batı düşüncesi etkisinde kalan İslâm düşüncesi zaman zaman bu zaaflarla yüz yüze gelmiştir. Varlığı kendi kanunları içinde algılarken zamanla bilimin oluşturduğu sınırların içine hapsolur. Onaylaması ve karşı çıkması bilimin koyduğu sınırlara mahkûm kalır. Bu noktada Âlemlerin Rabbi’nin hiçbir sınır ve kuralla sınırlı olmadığını unutur. Kendi aklınca Ezelî Kudret’in ne şekilde yaratması ya da yaratmaması gerektiğine dair hükümler koyar. Zaman içinde onun beklentilerine ve doğru algısına uymayan bir şey ile karşılaştığında itikadında sendelemeler yaşar. Bu aklın haddini aşmasının, varlığa yön vermeye kalkmasının ve insanın kendi mahiyeti ve eşyanın mahiyetini tam olarak idrak edememesinin bir sonucudur. Bu noktada ulaşılması gereken zirve, Sıddık radiyallahu anhın “O söyledi ise doğrudur” hükmünü varlığın kevnî ifadelerinde Âlemlerin Rabbi’nin kelâmı ile ilgili derinden hissedebilmektir. 24.08.2010 E-Posta: [email protected] |