Saliha FERŞADOĞLU |
|
Şehir çocukları |
Gökyüzüne yakınmış gibi duran, aslında çok uzakta bulunan apartmanın on birinci katındaki balkonda üç çocuk helecanla bağrışıyor, semaya neşeli kahkahalar savuruyorlardı. Ellerinde sıkı sıkıya tuttukları ipler, naylon market poşetlerine düğümlüydü. Rüzgâra teslim ettikleri bu poşetler, bir uçurtma edasında süzülüyor, bulutlara ulaşmak istercesine yükseğe daha da yükseklere kanatlanıyordu. Salına salına uçuşan poşetleri izlerken çocuklar, güneş gülümsüyordu onlara; her birinin iliklerine kadar işliyor, ısıtıyordu. Hazır fırsatı bulan rüzgâr da kayıtsız kalamadı masum yavrucakların umut dolu hülyalı bakışlarına; koyu sarı, kahverengi ve kuzguni siyah saçların arasına girdi, karman çorman etti hepsini. Yanaklarına dokundu; yumuşacıktı. Dudaklarını inceledi; tebessüm ve kıkırdamalar eşliğinde açılıp kapanıyordu. Eşref-i mahlûkat olan insanoğlu ne kadar mükemmel yaratılmıştı; önlerinde uzanan görkemli geleceği görür gibi oldu rüzgâr. Ancak, rüzgâr tahmininde yanılmıştı. Şehir çocuğuydu onlar, gökdelenlerin arasına sıkışmış, market poşetleriyle uçurtma uçurmaya çalışan. Ve rüzgâr bilmiyordu, az sonra içeri giren üç çocuk bağımlıklarının esiriydi; koyu sarı saçlısı televizyon, kahverengi saçlısı internet ve kuzguni siyah saçlısı bilgisayar oyunları bağımlısıydı. Her biri teknolojiye yenik düşen bu asrın acınası yavrucaklarıydı; oyunları sanaldı, gerçekten olabildiğince ırak… Hiç biri toprak kokusunu nedir bilmiyordu, bir yağmur sonrası ıslanan toprağa şekil vermemişti körpecik elleri… Sokak aralarında adrenalinle yüklü ebelemeç oynamamış; bağıra çağıra tekerlemeler söyleyip komşu teyzelerin başlarını şişirmemişlerdi. Tuhaf, beş taş oynayacak taşları bile olmamıştı. Kızlar bebeklerine hiç kıyafet dikmemişti; çünkü internetten kız giydirme oyunları oynuyorlardı. Küreselleşen dünyaya bakıp, birbirimize yakınlaştığımızı düşünüyor ve seviniyoruz. Oysa bilincimize etki eden her bir teknolojik ve kültürel gelişmeler sadece çocukları değil, bizleri de esir aldı. Gaflet deryasına daldık; ebedlere uzanan ihtiyaç, istek ve emellerimiz karşısında şaşkına döndük. Haz, arzu ve mutluluk kavramlarımız yeniden tanımlamalar kazandı; asıl manalar önemini ve anlamını kaybetti. Hedonizmin çılgınlığına kapılıp matah bir ruhla hayatımıza devam ediyor; ruhumuzun septisizm kurtçuklarıyla kıyım kıyım doğranmasına boyun eğiyoruz; çünkü farkında değiliz kendimizin. Küçük mutluluklarla yetinmek diye bir şey yok artık lügatimizde. Sulu bir Bursa şeftalisinden ısırık almak yahut eski bir tanıdığa, köşe başında rast gelmek mutlu etmiyor bizi. İnadına dudaklarımızı büküyor, beğenmediğimizi en abartılı haliyle anlatabilmek için yüzümü şekilden şekle sokuyoruz; kelimelerimize güzaf mefhumlar yüklüyoruz. Hep daha fazlasını, daha güzelini, daha pahalısını, daha iyisini istiyoruz. Bunlar yetmiyor; sanal zevklerin peşinden koşuyoruz. Bir noktadan sonra lezzet vermiyor hiç biri; tatmin olmayan, huzursuz, hodbin, karamsar ve aşırı sinirli bir canavara dönüyoruz. Efendim, o üç çocuk mu? Gittikçe can, anlam, huzur ve sürur kaybediyorlar. Yeniden hayata kazandırmak için elimizden geleni yapıyor, duânıza muhtaç bekliyoruz! 25.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (18.08.2010) - Haydi, bana Cenneti anlat! (21.07.2010) - Delilikten dervişliğe (14.07.2010) - Kâinat senfoni orkestrası (30.06.2010) - Umut toplayıcısı |