Abdil YILDIRIM |
|
Derin bakışlar |
İnsanda bir merak duygusu vardır. Gizlilikleri araştırmak, bilinmeyenleri bilmeye çalışmak, perdelerin arkasındakini görmek gibi. Cenâb-ı Hak insan fıtratına merak duygusunu yerleştirirken, merakını tahrik edecek perdeler de yaratmıştır. Bir çok hakikati hikmet perdelerine sarmış, insanın merakına havale etmiştir. Hakikati arayan insan ruhu, el, ayak, göz, kulak gibi azalarının yanı sıra, akıl, kalp gibi detektörlerini kullanarak perdeler arkasında ne var ne yok, araştırmak için gayret gösterir. Gaflet ve ülfetle basireti bağlananlar ise, hikmet perdelerine takılıp kalırlar. Nazarları beden gözünün gördüğünden öteye uzanamaz. Bütün hakikatlerin, perdelerin ön yüzlerinde gördüklerinden ibaret olduğunu zannederler. Göz ile görünenler ise, görünmeyenlerin yanında devede kulak bile değildir. Asıl görülmesi ve anlaşılması gerekenler, perdelerin arkasında olanlardır. Bu perdeler nelerdir diye düşünecek olursak, eşyanın adını işaret eden ve “mânâ-yı ismi” denilen her şey bir perdeden ibarettir. Sadece beş duyumuzu kullanarak çevremizdekilerin mahiyetini anlamaya çalışırsak, bakışlarımız perdelere takılıp kalır. O zaman dünyayı sadece görünen şeylerden ibaret zannederiz. Her duyu organımızın bir de perde arkasına uzanan, oralarda ne var ne yok araştıran ve öğrenen gözü vardır ama, genellikle bu gözümüzü pek kullanmayız. Basiret gözü, iman gözü veya kalp gözü denilen bu gözler, perdelerin arkasını görme yeteneğine sahiptir. İnsan çevresine sadece beden gözü ile bakacak olursa, fazla bir şey göremez. Gördükleri çok sathî kalır. Beden gözü, sadece eşyanın dışını görebilir. O zaman da bütün eşyayı, gördüklerinden ibaret zanneder. Ama kalp gözünü ve gönül gözünü de açarsa, işte o zaman nazarlar derinleşir, görüş alanı artar, sadece zarflar değil, zarfın içindekiler de görünebilir. Bu bakışlara, “derin bakışlar” demek mümkündür. Bir ağaca bakarız. Odunsu bir gövde, bu gövdeden çıkan dallar ve dallara tutuşturulmuş yapraklar görürüz. Bir de eğer var ise, meyveler gözümüze ilişir. Peki, ağaç sadece biraz odun, biraz yaprak ve biraz meyveden ibaret bir şey midir? İnsanın ağaçta görmek istediği ve ağacın insana verdikleri bu kadarcık bir şey midir? Böyle yüzeysel bakış ve basit bir nazar, ormanı görüp de ağacı görmemek kadar gaflettir. O ağaca kalp gözü ve iman dürbünü ile bakanlar, toprağın altındaki kılcal damarlardan en tepesindeki yaprağına kadar, mükemmel bir sanat, büyük bir ilim ve yüksek hikmetlerle donatıldığını görürler. Gövdesindeki desenlerin ve yapraklarındaki şekillerin hikmet pergeli ile çizildiğini, çiçeklerindeki renklerin kudret boyası ile boyandığını, meyvelerindeki lezzetlerin rahmet sofrasından geldiğini anlarlar. Bediüzzaman’ın gözüyle bakanlar, ağacın tablacı hükmünde bir memur olduğunu, Rahmet hazinesinden kendisine verilen nimetleri, dalların eliyle insanlara takdim ettiğini fark ederler. Yunus Emre’nin gözüyle bir çiçeğe bakanlar, çiçeğin konuştuğunu, toprağın anne babası, yaprakların evlât ve kardeşleri olduğunu söylediğini işitirler. Derin bakışlar, röntgen şuâları gibidir. Bilindiği gibi röntgen şuâları bedenin dışındaki elbiseden ve deriden geçerek, insanın iç organlarını da gösterir. Derin bakışla bakanlar da, bir çiçekteki sanata bakarlar, arkasında Sanatkârının ziynet elini görürler. Dağların haşmetine bakarlar, kudret elini görürler. Yağmur damlalarına bakarlar, rahmet elini görürler. Kar tanelerindeki şekillere ve desenlere bakarlar, hikmet elini görürler. Bahar ve yaz mevsimlerindeki erzak vagonlarına bakarlar, arkasındaki Rezzak elini görürler. Yani, sebeplere bakar, Müsebbibi görürler. Beden gözü ile görmeyenlere “kör” diyoruz. Ama iki gözü açık olduğu halde, gündüzün ışığını görüp de güneşi görmeyenlere, aynaya baktığında simasındaki sanatları görmeyenlere, rahmet diye anılan yağmuru görüp de her damlası üzerindeki Rahman ismini görmeyenlere, topraktan rızkını temin ederken Rezzak mührünü görmeyenlere ne demek gerekir bilmiyorum. Her şeye mana-yı ismî ile bakan, bakışları sebepler tahtına takılıp kalan, derin bakıştan mahrum olan bu insanlara kör demek mümkün olmadığına göre, belki “nankör” demek daha münasip olacaktır. Ne dersiniz? 26.08.2010 E-Posta: [email protected] |