26 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Abdil YILDIRIM

Derin bakışlar


A+ | A-

İnsanda bir merak duygusu vardır. Gizlilikleri araştırmak, bilinmeyenleri bilmeye çalışmak, perdelerin arkasındakini görmek gibi. Cenâb-ı Hak insan fıtratına merak duygusunu yerleştirirken, merakını tahrik edecek perdeler de yaratmıştır. Bir çok hakikati hikmet perdelerine sarmış, insanın merakına havale etmiştir. Hakikati arayan insan ruhu, el, ayak, göz, kulak gibi azalarının yanı sıra, akıl, kalp gibi detektörlerini kullanarak perdeler arkasında ne var ne yok, araştırmak için gayret gösterir. Gaflet ve ülfetle basireti bağlananlar ise, hikmet perdelerine takılıp kalırlar. Nazarları beden gözünün gördüğünden öteye uzanamaz. Bütün hakikatlerin, perdelerin ön yüzlerinde gördüklerinden ibaret olduğunu zannederler. Göz ile görünenler ise, görünmeyenlerin yanında devede kulak bile değildir. Asıl görülmesi ve anlaşılması gerekenler, perdelerin arkasında olanlardır.

Bu perdeler nelerdir diye düşünecek olursak, eşyanın adını işaret eden ve “mânâ-yı ismi” denilen her şey bir perdeden ibarettir. Sadece beş duyumuzu kullanarak çevremizdekilerin mahiyetini anlamaya çalışırsak, bakışlarımız perdelere takılıp kalır. O zaman dünyayı sadece görünen şeylerden ibaret zannederiz. Her duyu organımızın bir de perde arkasına uzanan, oralarda ne var ne yok araştıran ve öğrenen gözü vardır ama, genellikle bu gözümüzü pek kullanmayız. Basiret gözü, iman gözü veya kalp gözü denilen bu gözler, perdelerin arkasını görme yeteneğine sahiptir.

İnsan çevresine sadece beden gözü ile bakacak olursa, fazla bir şey göremez. Gördükleri çok sathî kalır. Beden gözü, sadece eşyanın dışını görebilir. O zaman da bütün eşyayı, gördüklerinden ibaret zanneder. Ama kalp gözünü ve gönül gözünü de açarsa, işte o zaman nazarlar derinleşir, görüş alanı artar, sadece zarflar değil, zarfın içindekiler de görünebilir. Bu bakışlara, “derin bakışlar” demek mümkündür.

Bir ağaca bakarız. Odunsu bir gövde, bu gövdeden çıkan dallar ve dallara tutuşturulmuş yapraklar görürüz. Bir de eğer var ise, meyveler gözümüze ilişir. Peki, ağaç sadece biraz odun, biraz yaprak ve biraz meyveden ibaret bir şey midir? İnsanın ağaçta görmek istediği ve ağacın insana verdikleri bu kadarcık bir şey midir? Böyle yüzeysel bakış ve basit bir nazar, ormanı görüp de ağacı görmemek kadar gaflettir.

O ağaca kalp gözü ve iman dürbünü ile bakanlar, toprağın altındaki kılcal damarlardan en tepesindeki yaprağına kadar, mükemmel bir sanat, büyük bir ilim ve yüksek hikmetlerle donatıldığını görürler. Gövdesindeki desenlerin ve yapraklarındaki şekillerin hikmet pergeli ile çizildiğini, çiçeklerindeki renklerin kudret boyası ile boyandığını, meyvelerindeki lezzetlerin rahmet sofrasından geldiğini anlarlar.

Bediüzzaman’ın gözüyle bakanlar, ağacın tablacı hükmünde bir memur olduğunu, Rahmet hazinesinden kendisine verilen nimetleri, dalların eliyle insanlara takdim ettiğini fark ederler. Yunus Emre’nin gözüyle bir çiçeğe bakanlar, çiçeğin konuştuğunu, toprağın anne babası, yaprakların evlât ve kardeşleri olduğunu söylediğini işitirler.

Derin bakışlar, röntgen şuâları gibidir. Bilindiği gibi röntgen şuâları bedenin dışındaki elbiseden ve deriden geçerek, insanın iç organlarını da gösterir. Derin bakışla bakanlar da, bir çiçekteki sanata bakarlar, arkasında Sanatkârının ziynet elini görürler. Dağların haşmetine bakarlar, kudret elini görürler. Yağmur damlalarına bakarlar, rahmet elini görürler. Kar tanelerindeki şekillere ve desenlere bakarlar, hikmet elini görürler. Bahar ve yaz mevsimlerindeki erzak vagonlarına bakarlar, arkasındaki Rezzak elini görürler. Yani, sebeplere bakar, Müsebbibi görürler.

Beden gözü ile görmeyenlere “kör” diyoruz. Ama iki gözü açık olduğu halde, gündüzün ışığını görüp de güneşi görmeyenlere, aynaya baktığında simasındaki sanatları görmeyenlere, rahmet diye anılan yağmuru görüp de her damlası üzerindeki Rahman ismini görmeyenlere, topraktan rızkını temin ederken Rezzak mührünü görmeyenlere ne demek gerekir bilmiyorum.

Her şeye mana-yı ismî ile bakan, bakışları sebepler tahtına takılıp kalan, derin bakıştan mahrum olan bu insanlara kör demek mümkün olmadığına göre, belki “nankör” demek daha münasip olacaktır. Ne dersiniz?

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Alkış!


A+ | A-

Al, kırmızı, mor ışıklar nefse ne hoş geliyor!

Sahnedeki vatandaş, birkaç kelâm ediyor. Arkasından bir alâyiş, çılgınca vurulan alkış; o an ki o tezahurat gözleri kör ediyor, başlar ise, divaneye dönüyor.

Alkış: Kabarmanın en müessir ilâcı. Tavus kuşunun mizacı:

Tavus kuşu, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği rengârenk, pırıl pırıl tüylerine bakarak olabildiğince kabarır, yukarılardaki başını aşağıya eğip çınar kabuğuna benzeyen ayaklarının dokusunu görünce de, havası, “fıs” diye inermiş.

Elbet takdir edilmek, emeğin ekmeğidir, suyudur; âb-ı hayattır ona. Ama, ışıl ışıl sahnenin, cazibesi tez biter.

Bugün, tamam. Gel de sen, yarına bak; alkış vuran o zevâttan kaçı kaldı, yanında? Sabah olup akıl başa gelince, hayallerin bittiğini görünce kafa, sapma taşına “küt” diye çarpacak. Havalanan kanatlar birer birer inecek; birkaç saatlik saltanat ne de çabuk sönecek! Çünkü, ışık gitti, alkış bitti… Patladı balonlar bir, bir.

Bu, bir örnek.

Fakat bu hâl, hayatın her sahnesinde rastlanılan bir gerçek.

“Şöhret, insanın malı olmayanı, insana mal eder.”1 Bu, hizmette de böyle, himmette de böyle. Hizmet eden ihlâs üzre değilse, birgün olup bir problem çıkıyor. Himmetini, Allah’ın rızasına yöneliş, Onun kendisine ihsan ettiklerinin tevzi edilişi ve Onun nâmına verilişi olarak göremeyen insanın çok geçmeden şakulü kayıyor. Pohpohlanan insanlar minareden düşerler. “Çok”lar, bir başına iş görmüyor. İllâki niyet, illâki ihlâs! Ama… Aması filân yok. Bu şeylerde tezahürat asla iyi gelmiyor.

Önde gelen insanlar, “insan” ise gerçekten; insanın hâletine dikkat eder, evvelâ: “Ne diyor, ne istiyor, nereye sevk ediyor?” diye. Bunu sezmek onun için zor olmaz; hiç değilse boş yere de yorulmaz.

Siyaset sahnesinde de durum, bu; yaşa, varol, alkışlar, ayyuka çıkarır seni. Bu yükseliş adım adım değilse, başkasının maksadına hizmetse, iş bitince işin biter, tez elden. İnsanı “limon gibi sıkarlar”, kabuğunu atarlar, şuradaki sepete. Mefkûresi olanlar, tabanı bulunanlar bu oyuna pek gelmez.

Dar daire, bundan pek farklı değil: İşinizin gücünüzün olduğu dünlerde, işe yaradığınız günlerde aman ne çok dostlarınız bulunur. Eller seni havalara kaldırır, ummadığın “hava”lara daldırır. Mest olursun, mes’ut ettiklerinle birlikte! Para pul, yemek içmek ortalıkta gırla…

Birgün gelip, grafikler düşünce; dönüp baksan, etrafında kimse yok! “Timur’un fili” hikâyesinde olduğu gibi…

Şu hâlde, kanmamak, aldanmamak, havalanmamak gerekiyor. İsterseniz sözün burasında Yunus Emre’ye kulak verelim:

“Miskinlikte buldular / Kimde erlik var ise. / Merdivenden ittiler / Yüksekten bakar ise.”2

Evet…

“İnsanda büyüklüğün mikyası, küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı, büyüklüktür, yani tekebbürdür.”3

Demek, alkış malkış hikâye!

Ayaklar basmalı yere…

Dipnotlar:

1- Said Nursî, Mektubat (yt), 802.

2- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yunus Emre, 74.

3- Said Nursî, Mektubât (yt), 807.

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Ahmet Altan’a iftar daveti


A+ | A-

ARŞİVİMİ karıştırırken gazeteci yazar Ahmet Altan’ın bir çocuk gözü ile Ramazan’a dair hissettiği duyguları kaleme aldığı “Cami ışıklarına bakan çocuk” yazısı gözüme ilişti. Yazarın çocukluk, gençlik ve sonrası hayatındaki Ramazan’a dine, dindarlara bakış açısını dile getirdiği bu makale 23 Ekim 2005 tarihinde Hürriyet Pazar’da yayınlanmış. Doğrusu yazıdan etkilenmiş ve kesip saklamıştım. İçten, samimi bir yazı. Keşke yazının tümünü yayınlamak imkânı olsa idi. Kısaca da olsa belli yerleri nazarlarınıza sunmaya çalışacağım. Şöyle diyor yazar:

“Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camide büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri hâlâ çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim “Allah umme salli ala”nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet… Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, demli çay beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın bir parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur. Allah’ı çok sevmiştim.

Sonra büyüdüm. İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim. O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım… Dindarları sevdim. Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, iftar sofralarının huzurunu hatırlatıyorlardı. Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini gösterişe döndürmüyorlardı… Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım. Bugün bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim…”

Sayın Altan’ın yazısı özetle böyle. Bu yazıyı tekrar okuyunca içimden Ahmet Bey’i evimizdeki mütevazi iftar soframıza davet etmek geldi. Bu yazı da işte böyle bir davet yerine geçsin. Ahmet Bey bir akşam iftara bize bekliyoruz. Gelir misiniz?

26.08.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Süleyman KÖSMENE

Günahlar nasıl yanar?


A+ | A-

Abdullah Bey: “Bir şeyin günahlara kefaret olması ne demektir? Yani malumdur ki, günahın cezası Cehennem’de çekilecektir. O günaha kefaret olacak bir hasene vs. olması, onun cezasını hafifletir mi? Ortadan kaldırır mı?”

Dünyada bir yandan kendimizi mahşerdeki büyük mahkemeye hazırlarken, diğer yandan eşsiz bir yargılama sürecinin içinde yaşadığımızı çoğu zaman bire bir hissederiz. Bugün bir dostumuza güleriz, yarın güldüğümüz başımıza gelir. Bugün yaptığımız bir hatanın bedelini yarın aynı tür bir cezâ ile öderiz. Bugün işlediğimiz bir günah, yarın burnumuzdan gelir. Bütün bunlar günahlarımıza, günah cinsinden birer kefarettir, yani bedeldir.

Müslüman ecdadımız bu manaları sözlerine nakşetmişler: “Gülme komşuna, gelir başına.” “Eden bulur!”, “Etme-bulma dünyası!”, “Ne ekersen, onu biçersin.”, “Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına.” gibi nice atasözleriyle ecdadımız Allah’ın adaletinin yaşadığımız dünya üzerindeki hâkimiyetini ve galibiyetini işlemiştir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Müslümanların başlarına neden semâvî tokatlar geldiğine dair bir soruya verdiği cevapta, bir hukuk kuralını hatırlatır: Büyük hatalar ve cinayetler geri bırakılır ve hesabı büyük merkezlerde görülür. Küçük cinayetler ise ivedilikle öne alınır ve küçük merkezlerde bir an önce görülür. Küfür ehlinin cinayetleri büyük olduğundan mahşerdeki büyük mahkemeye bırakılmakta; iman ehlinin ise küçük cinayet ve günahları genelde bu dünyada mahkeme edilmektedir.1 Nitekim Kur’ân, “Sana ne kötülük gelirse nefsindendir.”2; “İyilikler kötülükleri giderir.”3; “Ancak tövbe eden, iman eden ve salih amel işleyenlerin; işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.”4 gibi bir çok âyetiyle insanın başına gelen musibetlerin insanın kendi hatâsı sonucu geldiğini, musibetlere sabredenlerin ve tövbe edenlerin kötülüklerinin bağışlanarak iyiliklere çevrileceğini müjdeliyor.

Şimdi konuyla ilgili Allah Resûlü’nü (asm) dinleyelim:

*“Allah kul için önceden manevî bir makam takdir etmiştir. Kul eğer ameliyle o makama ulaşamıyorsa, Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.”5

*“Mü’min sıkıntıya tâbi tutulur. Çünkü bir diken batışı veya ondan daha küçük bir musibetle veya bir ağrıyla sıkıntıya düşerse Allah bununla mutlaka onu bir derece yükseltir. Ve ağacın yaprağını döktüğü gibi onun günahını düşürür.”6

*“Musibetler, yüzlerin karardığı Kıyamet Gününde sahibinin yüzünü ak eder.”7

*“Allah bir kuluna hayır dilerse cezasını dünyada verir. Allah bir kuluna şer dilerse günahına karşılık ona ceza vermez. Tâ ki, kıyamet günü onu yüklenerek gelsin.”8

Anlaşılıyor ki: Günahlara kefaret olarak verilen musibetler, eğer sabırla karşılanırsa günahları örterler, affettirirler, düşürürler, iyiliklere ve sevaba çevirirler. Yani kişiyi günah kirlerinden arındırırlar.

Günah kirlerinden arınan kişi ise Allah’ın izniyle günahsız olarak dirilir, mahşere günahsız olarak gider, Allah’ın huzuruna günahsız olarak çıkar ve neticede Cehenneme değil, Cennete gider. Demek, Cehennem her günahkâr için zorunlu bir uğrak yeri değildir. Cenab-ı Allah, günahlarına pişmanlık duyan ve tövbe eden nice sabırlı kullarını affetmek, bağışlamak, musibetlerle terbiye etmek, arındırmak ve olgunlaştırmak sûretiyle, rahmetiyle muamele buyurmuş ve Cehennem azabından kurtarmıştır.

Günahlarımıza karşılık tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Tövbe ve istiğfar, Cehenneme giden yolda en büyük engeldir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyurmakla, istenen “büyük arınmanın” tövbeyle mümkün olduğunu müjdelemiştir.

Diğer yandan, Cenâb-ı Allah’tan musibet istenmez şüphesiz. Fakat o takdir ederse sabretmeli ve hayır ummalıyız. Kurtulmak için de, varsa çareleri başvurmalıyız. Bu durumda her musibet, Allah’ın izniyle âhiret hesabına bize hayır getirecektir. Böylece hasenatımız artar, günahlarımız ise ya hafifler veya tamamen ortadan kalkar.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 158

2- Nisâ Sûresi, 4/79

3- Hûd Sûresi, 11/114

4- Furkan Sûresi, 25/70

5- Câmiü’s-Sağîr, 1/377

6- Câmiü’s-Sağîr, 1/1208; Riyâzu’s-Sâlihîn, 38

7- Câmiü’s-Sağîr, 3/3796

8- Riyâzu’s-Sâlihîn, 43

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kalbimiz temiz, imanımız tam mı?


A+ | A-

“İnancım tamdır!”

“Ben dinî bütün bir insanım!”

“Benim imanım çok güçlüdür!”

“Göğsüm iman dolu!”

“Dinî duygularım kuvvetlidir!”

Bu gibi sözcükleri sık sık duyarız. Acaba, güçlü iman için bu sözler yeterli mi? Kalbe girmeyen; hayata yansımayan, pratiğe geçmeyen; yalnızca dudaklarda kalan bir imanın mahiyeti, gücü, derecesi nedir? İman denilince ne anlıyoruz? İman, yalnızca, “İnanıyorum, kabul ediyorum!” sözünden mi ibarettir? Yoksa zihnimizin ilmî, fikrî merhalelerinden geçen yönleri var mı? Acaba tüm duygularımızı, lâtifelerimizi kucaklayan, harekete geçiren enerji boyutları yok mu?

İman, Kelime-i Şehadet getirip, “Allah’a ve peygamberine iman ettim, getirdiklerini kabul ettim!” dedikten sonra; iman esaslarını özümsemek ve gereği olan İslâm esaslarını yaşamak, ahlâkî güzelliklerini tüm hâl, hareket ve fiillere yansıtmaktır. İslâmın öngördüğü iman; pratikten kopmuş dogmatik bir kısım inançlardan meydana gelmiş değildir. Zihnin bilgi merhaleleri olan, “tahayyül, tasavvur, akıl, tasdik, iz’an, iltizamdan” geçerek, delil/belgelere dayanan sağlam bir iman/itikattır.

Psikoloji açısından genel olarak inanç; dış dünyayı idrak etme sonucunda zihinde oluşan bir anlayış biçimi; idrak, duyu organları yoluyla objelerin (nesnelerin) niteliklerinin ve münâsebetlerinin farkına varılmasıdır.1 “Farkına varma” ise, dış dünya ile insan zihni arasındaki bir etkileşim sonucu ortaya çıkan yorumdur.

Bu yorum zan ya da bir delile dayanarak benimsenmesinden ibârettir.2

Terim olarak iman; hak dinî, aklî, mantıkî ve naklî belgelere dayanarak anlama, kabul etme, tasdik etme ve inanılması gerekli altı imân esasına inanmaktır. Genel tanımlamalarına gelince:

- Gayba (metafiziğe, görünmeze) inanma; Allah’ı, O’nun vahiyle bildirdiklerini kabul etme, onlara bağlanma ve böylece Allah’ın güvenliği altına girmekten doğan emniyet duygusudur.

- İman, Yaratıcının, istediği kulunun kalbine,—kulun hür irâdesini kullandıktan sonra—koyduğu bir nurdur.

Gerçek imân; keşif yolu, basîret nûru denilen engin ve isabetli bir bakış ile, yâni feraset ve kalbî bir sezgiyle perde arkasını görüp, kesin bilgi ifâde eden gerçekleri doğrulamaktır.3

- Kur’ân ve Sünnet ile Hz. Muhammed’in (asm) bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah’ın ve peygamberinin istediği şekilde inanmaktır.4

- İmânın kabul, tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek bir anlayış), iltizam (taraf olma), nûr, kuvvet (enerji kaynağı) olduğunu söyleyen Bediüzzaman, onu çok çeşitli boyutlarıyla ele alarak muhteşem tarifler getirir. İman, Peygamberimizin (asm) tebliğ ettiği dinin zarûrîyatını, temel prensiplerini detaylı; zarûriyatın dışındakileri özetle tasdik etmek, doğrulamak, kabul etmekten meydana gelen bir nur/mânevî bir ışıktır. Nasıl ki elektrik, girdiği cihazı çalıştırır, ampulü parlatır ve ışık saçarsa; iman nuru da hayatının bütününü aydınlatır.  

Dipnotlar:

1. Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Psikoloji, s. 26

2. O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 151

3. İhya, Serdaroğlu terc., c. 1, s. 317;

4. Hak Dini, Kur’ân Dili, c. 1, s. 170

26.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Raşit YÜCEL

Gören gözler


A+ | A-

Gözler kalbin aynasıdır.

Nice sözler söylendi onun hakkında.

Göz gördü, gönül katlandı.

Adına şiirler söylendi, şarkı ve türküler dillendirildi.

Bediüzzaman Hazretleri, ruhun penceresi olarak tarif etti gözü.

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” dedi.

Ve gözü “Sani-i Basîr’ine satmayı”, yani “O’nun yolunda kullanmayı” tavsiye etti.

Aksi halde, nefis hesabına kullanılırsa, bir “kavvat“ derekesine ineceğini söyledi.

“Hâtemü’l-Enbiya”yı (asm) gören gözlerin sahipleri, iman edince “sahabi” ünvanını aldı.

“Ağız ile göz kalbin tercümanıdır” denilmişti Arap atasözünde.

Ve gözler, sevgiyi kalbe götüren en hassas merkezdir.

Atasözlerinde göz ile ilgili nice sözler söylenmiştir:

“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”

“Kafa boş ise, göz bir işe yaramaz.”

“Gözlüye gizli yoktur.”

Ve G. Herbert “Gözlerin konuştuğu dil, her yerde aynıdır” der.

Meşhur bir tabirde ise “Köre ne, görene” denmiştir.

Yani sadece görmek kâfî değildir.

Nasıl gördüğü önemlidir.

Ve ne anlamda baktığı önemlidir.

Göz görmeyebilir ama akıl ve fikir gözü ile kâinata güzel bakan nice insanlar vardır.

“Onların gözleri vardır, görmezler” denilir Kur’ân’da.

Gözleri olduğu halde ibret almayan, tefekkür etmeyen, gözüne perde çekilmiş nice insanlar vardır.

Ve Niyazi-i Mısrî şöyle seslenir:

“Bir göz ki nazarında ibret olmazsa anın,

Başının üstünde düşmandır insanın”

Muallim Naci buna şunu ilave eder:

“Bir bakışta Hakkı öğrettin nazar erbabına,

Kimden öğrenmiş o lâhutî niğahı gözlerin”

Ve Yunus asırlar öncesinden şöyle feryat eder:

“Yol odur ki doğru vara,

Göz odur ki Hakk’ı göre,

Er odur ki alçakta dura,

Yüceden bakan göz değil”

Devam eder Yunus:

“Aşık Yunus eder âhı,

Gözyaşı döker günahı”

Ve kahraman sultan Yavuz Sultan Selim şöyle seslenir:

“Gözlerim deryalar gibi aktı yaşım benim,

Dostlar çok nesne gördü, onmadık başım benim”

Ve gözler nicelerini gördü.

Hasretlik yüzünden nice sineler dağlandı.

Göz gördü, hasretinden gözlerde nice damlacıklar yüzleri ıslattı.

Ve gözler ya insanı mahvetti, ya da insanı yücelerin yücesine götürdü.

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Somali yine kan ağlıyor!


A+ | A-

Mekke Müşriklerinin zulmünden kaçarak, Habeş Kralı Necaşi’nin ülkesine giden ilk Müslümanların sığındığı ülke bugünlerde kan ağlıyor.

Somali’den söz ediyoruz.

1991 yılında diktatör Siad Barre rejiminin yıkılmasından bu yana iç savaşın bir türlü durmadığı ülkede, şimdi de El Şebab örgütü hükümete karşı savaş ilan etti. Üç günde içlerinde üç milletvekilinin de bulunduğu yüze yakın kişiyi öldürdüler. Örgüt hem hükümete hem de ABD destekli hükümeti koruyan Afrika Birliği Barış Gücüne (AMİSOM) karşı savaş ilan etti. Daha önce kısmen işgal ettiği başkent Mogadişu’yu yeniden ele geçirmesi büyük bir ihtimal.

19 yıldır kan ve gözyaşının dinmediği ülkede, İslam namına ülkeyi kana bulayanların ardındaki destekçileri bulmak çok güç. Etiyopya dahil bir çok komşu ülkeyle birlikte ABD de bölgeye büyük ilgi gösteriyor. Ama bu ilgi sonuçta kaos içinde bir ülke, komşu ülkelere sığınan bir milyondan fazla insan, yokluk ve yoksulluk doğurdu. En az üçyüzbin kişi hayatını kaybetti.

Korsanlık, açlık, kıtlık ve ölümün kol gezdiği ülkenin Ocak 2007’den beri aslında ABD’nin müdahale ettiği bir bölge olması, 8 bin Afrika Birliği askerine rağmen istikrarın sağlanamaması tuhaf. Ayrıca bu kadar yabancı gücün korsanlığı sona erdirememiş olması da dikkat çekici.

Daha da ilginci iç savaşın başlamasından hemen önce zengin petrol rezervlerine sahip ülkenin petrollerinin üçte ikisinin çıkarılması ve işlenmesi işinin dört Amerikan şirketine verilmiş olması. Diktatör Barre’nin verdiği ihalelerin ülkenin istikrara kavuşması halinde yenileceği kuşkulu. Bu yüzden kargaşa aslında bu şirketlerin işine yarıyor. Özellikle de Conoco Oil’in faaliyetleri sürüyor. Amerika bir yandan da Somali’de kanıtlanmış petrol rezervi bulunmadığı, ilgisinin tamamen insanî sebeblere dayandığını yaymaya çalışıyor. Ama Dünya Bankasının eski baş mühendislerinden Thomas O’Connor üç yıllık bir araştırma sonucunda Somali petrol alanlarının yüksek ticari potansiyel taşıdığını belirtirken, Dünya Bankasının bir başka araştırmasında sekiz müstakbel petrol üreticisi arasında Somali en başta yer alıyor.

İlginç bir ironi yaşanıyor Somali’de. Bir taraftan ülkede barışı sağlamak için bulunduğunu söyleyen ABD denetimindeki ülkede, el-Kaide ile ilişkili olduğu söylenen bir örgüt ülkeyi, sözde İslam namına, hem de Ramazan ayında, kan gölüne çeviriyor. Öbür taraftan ABD petrol şirketleri iç savaşın oluşturduğu toz bulutu içinde faaliyetlerini sürdürüyor. El Şebab örgütü de kafa karıştırıyor. Bir yandan sözde Şeriat uygulayıp, zanileri taşlayıp, hırsızların elini keserken, öbür yandan insanî yardım amaçlı bulunan BM görevlilerine (iki yılda 42 yardım görevlisini öldürdü) ve Afrika Birliği Barış Gücüne saldırıyor.

Öyle görünüyor ki; Somali’nin dramı, ABD bu ülkeye olan barış getirme görüntülü ticari ilgisini kaybedene kadar sürecek. Afrika Birliği’nin de tek başına ülkedeki iç savaşı bitirmeye gücü yetmiyor. Acaba bizim Dışişlerinin bu konuda bir çalışması var mı? Taraflar arasında uzlaşmayı sağlama gücüne ve güvenine sahip olduğunu daha önce ispatlamış olan Türkiye’nin Somali’de kanın durması için devreye girmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Bu mübarek günlerde Necaşi’nin ülkesine huzur ve barış gelmesi için duâ ediyoruz.

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Anayasanın 25. maddesi ve Yeni Asya


A+ | A-

Hani kızgınlık ânında ve olumsuz anlamda “yine yapacağını yaptı” derler ya; şimdi Yeni Asya adına sevinç izhar ederek, sevinerek ve olumlu anlamda “yine yapacağını yaptı” diyebilirsiniz. Evet, Yeni Asya yine on ikiden vurdu. Bölge temsilcilerinin de katılımıyla 21 Ağustos 2010 tarihinde şahs-ı manevî adına ehliyetli bir heyetin gün boyu müzakerelerinden sonra kararını verdi: “Herkes şâhâne serbest!”

Bu kararın gerekçelerini de “Yeni Asya’dan Size” köşesinde okurlarıyla paylaştı.

Derin güçlerin malzemesi, siyaset sahnesinde “külhanbeyi ağızları”nın lokması haline gelmiş ve milletin huzurunda “kayıkçı kavgası” numaralarına dönüşmüş bir referandum dalgasının anaforuna girmedi, yüze yüze “sahil-i selâmet”e çıkıp Barla ve Erek Dağı zirvelerinden Bediüzzaman’ın gözüyle âlemin seyrine daldı.

Yeni Asya, samimi ve hâlis okurlarının gönlünde yatan duyguya tercüman oldu. İyice cılkı çıkan “evet-hayır” çekişmesinden sıyrılıp, basiretli ve ferasetli okurlarını, vicdanî kanaatleriyle başbaşa bırakarak, “sizler tercihinizde ‘şâhâne serbestsiniz’ ama benim uğraşacak çok önemli başka işlerim var” dedi. Tıpkı Bediüzzaman gibi, “Hiç kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şâhâne serbest olsun” dedi.

***

Aslında hiç kimsenin kimseye tahakküm etmemesi, anayasanın da hükmüdür. Ama anayasanın bu hükmünü, en başta bu hükmü koyanlar ihlâl ettiler. Tahakküm ve baskıyla 1982’de geçirdiler. Biz ise, anayasanın 25. maddesine uyan tavrımızla, hiç kimsenin kimseye tahakküm etmemesini tavsiye ediyor ve bunu sağlamaya çalışıyoruz.

Bugünkü baskıları hep beraber zaten izliyoruz. Ama izninizle 1982’de bizzat yaşadığım bir olayı aktarayım ki, o zamanki baskıların daha dehşetli olduğunu hatırlamış olalım.

Yatılı bir lisede yöneticiyim. Kasım ayı, soğuk ve karlı bir kışın habercisi olarak zamana düşerken, lapa lapa yağan kar yere, bizim “Kar Yağıyor” başlıklı şiirimiz de Yen Nesil’in sayfalarına düşüyordu. Yakınımızda olan köyün muhtarı ziyaretime geldi. Derdini ve içini döktü. İlçenin sıkıyönetim komutanı ona, “köyünden bir tek ‘hayır’ çıkarsa, tırnaklarını sökerim” demiş.. “Bahtına düştüm müdürüm; köyün tamamı ‘evet’ diyecek, bir tek sizin okuldan korkuyorum, ne olur bana yardım et” dedi.

Ve... 7 Kasım günü oylama oldu. Sadece 7 “hayır” oyu çıktı. Bir tanesi de acizâne şahsıma aitti. Oylamadan sonra arkadaşlar bana gelip, “Tespit edilmişsin, bavulunu hazırla” diye takıldılar. Ben de onlara, “Haydi oradan, Evren Paşa size değil bana teşekkür etti” diyerek gülüşmüştük. Gerçekten Kenan Evren, “hayır” oyu verenlere teşekkür etti. Zira onlar, yine Evren’in ifadesiyle, % 8 nispetindeki “hayır” oylarıyla, oylamanın demokratik(!) bir ortamda cereyan ettiği görüntüsüne katkı sağlamışlardı.

***

Yeni Asya’nın değerli okurları, gerçi siz de açıp bakarsınız, ama hazır anayasa kitapçığı elimin altında iken, o 25. maddeyi hemen arz edeyim:

“Madde 25.- Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”

Özüne ve karakterine “hayır” dediğimiz anayasanın bir maddesini teşkil eden ve evrensel değeri olan (ama Evren Paşa’nın hışmına uğrayan ve kanun koyucular tarafından bile uygulanmayan) bu maddeyi neden nazara verdiğimizi, anlamış olmalısınız.

Aslında biz, tavrımızı anayasanın bu 25. maddesine göre kasten belirlemiyoruz; bizde zaten var olan düşünce ve tavra, anayasanın bu maddesi uygun düşüyor…

26.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Türban raporu”


A+ | A-

Referandum süreci hayhuyunda bilhassa temel hak ve hürriyetlerle ilgili Türkiye’nin gerçek gündemi ne yazık ki yeterince tartışılmadan harcanıyor. Bunlardan biri de dinî bir vecîbe olan başörtüsü üzerindeki kanunsuz yasağının kaldırılması…

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, başörtüsü konusunda parti yetkililerine “türban raporu” talimâtı, bu açıdan kayda değer. Zira özellikle dinî özgürlüklerin toplumun temsilcisi siyasetin mutâbakatıyla temini, demokratikleşme ve toplumsal barış açısından fevkalâde ehemmiyetli.

Çeyrek asrı aşkın tek parti diktasının ardından iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk icraat olarak İslâm’ın şeâirlerinden Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesinde olduğu gibi, başta Halk Partisi olmak üzere diğer partilerin desteğini alıp Meclis’in ortak kararı haline getirmesi, hak ve özgürlüklerin başında gelen inanç ve ibâdet hürriyetinin siyaset ve devletçe benimsenmesi bakımından oldukça önemli bir örnek...

Bu hususta Bediüzzaman Said Nursî’nin daha Cumhuriyetin başında Meclis’te neşrettiği beyannâmedeki “Şu inkılâb-ı azimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” teklifiyle, millet irâdesinin temsilcisi olan Meclis’in ve devletin mânevî şahsiyetinin milletin değerleriyle barışık olması, mânevî ve ruhî ihtiyaçlarını karşılaması gerektiği, aksi halde devlet-millet diyalogunun kesilmesiyle, birlik bağının kopmasıyla, milletin tefrika ile kamplara ve kutuplara bölünmesi vâhim bâdirelere sürükleneceği uyarısı kayda değer. Meclisin milletin mânevî şahsiyetiyle uyumlu olmadığı takdirde vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünün tehlikeye girdiği ve Cumhuriyetin “mânâsız isim ve resim”den ibâret kalacağı ikazının akıbeti, yakın siyasî tarihle meydanda…

DİYANET’İN KARARLARI…

Bu çerçevede, dönemin iktidar partisinin “ikinci adamı” Halk Partisi Kâtib-i Umûmisi Hilmi Uran’a yazdığı mektupta ve diğer lâhika mektuplarında, devlete ve devleti yönetmeye tâlip bütün siyasî partilere milletin değerleriyle musalahayı, ülke menfaatlerinin yanısıra, kendi menfaatleri ve siyasetleri için tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası, 191)

Bediüzzaman’ın bu tavsiyeleri, yalnız Halk Partisi’ne değil, bütün siyasî partilere, siyasetçilere, hükûmetlere ve devletedir.

CHP’nin “başörtüsü teşebbüsü”nün, Bediüzzaman’ın mezkur beyânları istikametinde olması lazım. “Çarşaf açılımı” ve bir belediye başkanı adayının “Kur’ân evleri” projesi ile Baykal’ın Nisan ayındaki “Kutlu Doğum Haftası”nın açılışında, Peygamberimizin getirdiği Kur’ân’ın insanî değerler mesajın insanlığın insan hakları, cihanşümûl hukuk ve hürriyetlerle insanlığa barış ve mutluluk getirdiği ifâdelerinin istikâmetinde olması gerekli.

En son Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın da dikkat çektiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hakkında hiçbir yasaklama hükmü bulunmayan başörtüsü hakkının hiçbir tağyire tabi tutulmadan, yasaya gerek duyulmadan demokratik irâde ile edinilmeli.

Bu konuda çalışmayı yürüten CHP Parti Meclisi üyesi Sencer Ayata’nın ileri sürdüğü, hükûmetin Leyla Şahin davasında tıpkı yasakçılar gibi başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” ve “siyasî simge” görüp yasağı onaylayan AKP hükûmetinin Strasbourg’a gönderdiği savunmayla şaşırttığı “AİHM’in türban kararı”na atıfla incelenmesi, daha baştan bu temel hak ve hürriyeti çıkmaza sokuyor.

“Din adamlarıyla da toplantı yapacağız” diyen Ayata’nın, dinî bir gereklilik için din adamlarının görüşünü alması elbette olumlu. Ancak, başörtüsünün dinî vücûbiyetini sulandırmayı hedef alan saptırmalar bir işe yaramaz…

Âyetlerle ve Peygamberimizin hadisleriyle “Allah’ın emri”; ve devletin din işleri”yle ilgili yetkili anayasal kurumu Diyanet’in Din işleri Yüksek Kurulu’nun fetvâ kararlarıyla “dinî bir vecîbe” olduğu ortada olan başörtüsünü, “türban” adı altında şeklinin “uzlaşma”ya havale edilmesi, yüzbinlere ulaşan ve her yıl binlercesi eklenen mağduriyetleri gideremez…

SİYASETİN YAPACAĞI…

Siyasetin yapacağı, dinî bir vecîbenin dinî yönünü tartışmak değil, hak ve özgürlüklerin yaşanmasının önünü açmaktır. İslâm’ın iki temel referansı olan Kur’ân’da ve Sünnet’te şekli ve farziyeti belirlenen ve on dört asrı aşkındır bütün İslâm âlimlerinin ittifakıyla tesettürün bir parçası olarak takılan başörtüsüne dayatılan yasağın, siyasî ve indî mülâhazalarla sürdürülmemesidir.

Öncelikle Anayasa’nın, 24. maddesindeki “din ve vicdan hürriyeti” hakkına ve 42. maddesindeki, “kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamayacağı” hükmüne; devletin bu alandaki görevine ve ödevine göre, başörtüsü hakkının gasbına son verilmesidir.

Bütün insan hakları bildirgelerinde ve Anayasa’da yer alan inancı yaşama hakkının bir gereği olarak, Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolü ikinci maddesindeki, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken,—anne ve babaların çocuklarına— vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasına göre öncelikle üniversitelerde dayatılan yasadışı yasağın kaldırılmasıdır. “İnanç hakkı”nın “eğitim hakkı”yla takası ucûbesinin sonlandırılmasıdır.

“Türkiye’nin AB Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Programı”nın başında taahhüd edilen siyasî kriterlere göre, “Vatandaşların felsefî inanç ve dinine bakılmaksızın, tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması, düşünce, vicdan ve din özgürlükleri”ni sağlanmasıdır.

“Türban raporu”nun akıbetsiz kalmaması için…

26.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.