Hasan GÜNEŞ |
|
Mukarrebînin seyyiatı |
Risâle-i Nur okunurken en çok dikkat çeken hususlardan birisi de, Bediüzzaman Hazretlerinin nefsine hitap ederken sert bir üslûp kullanmasıdır. Ömrü, harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde ve sürgünlerde geçmiş ve bu çetin şartların tamamında ibadetini, ezkâr ve evradını, ilmî çalışmasını, telif ve derslerini ve talebe hizmetini hiç aksatmayan bir zatın kendi nefsine hitabını dinlerken gerçekten kendimiz için hakikat aynasına bakacak takatimiz kalmıyor. Evet, büyükler hep tevazu ve mahviyet içerisindedirler. Onlar hep kendilerini özellikle nefislerini zemmederler. Bunca gayret ve muvaffakiyetlerine rağmen vazifelerini hakkıyla yapıp yapamadıklarının endişesi içindedirler. Masumları da içine alacak büyük musîbetlerin korkusu içerisindedirler. Bizim normal ve sıradan saydığımız bir “terk”, onlar için dağlar büyüklüğünde bir ihmaldir. Dağlar büyüklüğünde gördüğümüz bir hasene ve iyilik, onlar için nefes alıp vermek gibi küçük ve fıtrî bir ameldir. Ücretini peşinen aldığı bir vazifedir. Hatta onlar o haseneleri ve iyilikleri, ameline güvenmek denilen “ucb”a sevk etme tehlikesinden dolayı farklı bir nazarla bakarlar ve sahiplenmezler. Dünyevîleşmiş ve başarı için kendine güvenmeyi vazgeçilmez prensip haline getirmiş günümüz insanı için bu tevazuyu ve değerlendirmeyi anlamak gerçekten kolay değildir. Tevazuda ve kişinin kendisini kusurlu görmesinde, makam ve muhatab çok önemlidir. Yüksek dağların başı dumanlı olur. İnsî ve cinnî şeytanlar onlarla daha çok uğraşırlar. Vazifeleri çok, yükleri ağır, imtihanları şiddetlidir. Bizler dar bir daireden sorumlu iken, onlar bizler gibi binlercesinden, milyonlarcasından sorumludur. Biz gözümüzün önündeki tehlikeyi göremezken, onlar makamlarının yüksekliğiyle gördükleri sahanın genişliği ve derinliğiyle iç-içedirler. Peygamberimizin (asm) “Benim bildiklerimi bilseydiniz; çok ağlar, az gülerdiniz” dersinden en fazla hissedar olanlar onlardır. Hani meşhur bir söz vardır: “Ebrarın hasenatı, mukarrebînin seyyiatıdır.” Bizim hasenat ve iyilikler olarak bilip yaşadıklarımızı, o büyük zatlar kendileri için seyyiat, kusurlar, hatta günahlar mesabesinde görürler. Gerçekte ebrar olmak bile ne kadar önemlidir, ne kadar büyük bir lütuf ve ne kadar büyük bir kazançtır. Çünkü tesbihatlarda sürekli tekrar ederiz, “Allah’ım bizi ebrar ile birlikte cennetine dâhil et.” Mukarrebîn, malûm yakınlar mânâsındadır. Daha çok, vazife cihetiyle yakınlığı ifade eder. Meselâ mukarreb melekler derken, kâinatın işleyişinde, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin faaliyetlerinde, binlerce maddî ve manevî âlemlerin birbiriyle münasebetlerinde, tedbir ve tedvirinde, emirlerin tebliğinde, tesbihatların arzında vazifeli olan dört büyük melek anlaşılır. Şüphesiz insanlardan da mukarreb olanlar vardır; başta peygamberler, asfiya ve evliya gibi makamlarına göre Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkları olanlar… Hakikî âlimler peygamberlerin varisleridir. Onlar da yine makamları ve vazifeleri cihetiyle Allah’ın Resûlüne (asm) onda fâni olacak şekilde kurbiyetleri ve yakınlıkları vardır. Her şeyde öne çıkan nefsimiz sorumluluk gibi hususlarda nedense geri çekilerek, “Sen öyle yüksek makamlarda değilsin, bu kadar sıkı sarılmana ve endişeye gerek yok” diyebiliyor. Gerçekte vazife vazifedir, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Büyüklüğü, vazife ve hizmetin tamamı gibidir. Uhud Savaşı'nda, okçular tepesindeki mücahitlerin beklemek şeklindeki vazifesi ön safta savaşanlarınki kadar mühim ve terk edilemezdi. Vazife, her zaman makamın yüksekliğiyle doğru orantılı olmayabiliyor. Bir gemideki bir tayfanın görevi bazen personelin tamamının görevi kadar önemlidir. Onun görevini ihmal etmesi yüzlerce kişinin emeklerinin yok olmasına ve koskoca geminin batmasına sebep olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri İhlâs Risâlesi’nde; vazifenin ehemmiyetine dikkat çeker ve Risâle-i Nur şakirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârlarına şöyle der: “ … sahil-i selâmet olan Dârü’s-Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.” Vazifeli olduğumuz gemi ve içinde bulunduğumuz deniz, cemiyetin hem dünyasını hem ahiretini alıp götüren ve her bir dalgasında binler cenazeler bulunan ahir zaman fırtınalarıyla çalkalanan bir deniz… Böyle bir gemide yolcular için normal, hatta makbul çok şeyler vardır ki, görevliler yaptığında şiddetli cezayı gerektirir. Onun için “ihsan-ı İlâhî olarak omuzlara yüklenmiş bu hizmet-i imaniyeye” azamî dikkat etmek gerekiyor. Şahsî kemâlâtta yükselmek ya da cennetini genişletmek nev'înden nafile ibadetler veya faaliyetler de elbette makbuldür ve zamanı ve konumu müsait olanlara büyük sevaplar kazandırır. Ancak umuma bakan hizmetlerin terk edilerek yapılması halinde, kişiye sorumluluklar getirdiğini unutmamak gerekiyor. Sonuçları ebrar ile mukarrebîn misâlindeki gibidir. Tehlikenin büyüklüğünü ve hadisenin ciddiyetini fark etmek işin esasıdır. Hud'un (as) kavmi, onları helâk edecek kara bulutu ufukta gördüklerinde gaflet uykuları o kadar derin idi ki; yağmur bulutu zannetmişlerdi. Onların sevinçlerine mukabil hakikatı bilen Hud'un (as) ise endişesi kat kat artmıştı. Rivayet edilir ki, Peygamberimiz (asm) siyah bir bulut gördüğünde bu kavmi hatırlar ve Cenâb-ı Hakk’a sığınarak rüzgârın ve yağmurun hayırlısını isterdi. Bediüzzaman Hazretlerinin her türlü sıkıntıya rağmen ömrünü iman ve Kur’ân hizmetine vakfetmesi ve gecesini gündüzüne katmasındaki endişe ve sıkıntısını ve karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğünü anlamak için; kırk ölümden ancak bir-kaç tanesinin imanla kabre girdiğine dair olan müşahedesini hatırdan çıkarmamak gerekiyor. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Urfa’da, Bediüzzaman müzesi neden olmasın? |
Bediüzzaman tanıtım tırı vesilesiyle…
Şehir, taşıdığı insanla anlamlıdır. Şerefli mekânları şerefli kılan, o mekânda yaşamış olan büyük insanlardır. Onun için pek çok mekân, üzerinde taşıdığı şerefli misafirlerle anılmaktadır. ‘Şerefü’l-mekân bil mekin’ yani ‘Mekânın şerefi o mekânda yaşayanlardadır.’ sözü, bunun için anlamlıdır. Nitekim günümüzde şehirler, bünyesinde barındırdığı tarihî şahsiyetlerle veya halen üzerinde yaşayan kıymetli insanlarla değer kazanır. Tabiî şehrin de o şahsiyetlere sahip çıkarak, aydınlık, yaşanabilir ve renkli bir dünya kurmaları beklenir. Yani şehir değerli insanlarından, o insanlar da şehirlerinden beslenir. Yani şehirlerin tarihî şahsiyetleri birer yıldız gibi, maddî ve manevî hatıralarıyla parlamalıdır. Aslında bu bütün devletler ve milletler için de geçerlidir. Ününü dünyaya duyurmuş bir şahsiyetin, elbette memleketi, doğduğu şehri, hatta giydiği kıyafetleri bile gündem konusudur. Böyle büyük şahsiyetlerin, kendi memleketlerini dünyaya tanıtmada büyük katkıları olur. Onlar adeta birer kültür elçisi gibi, kendi kültürel ve tarihî birikimlerini dış dünyaya taşırlar. Onun için de, gerek yerel anlamda ve gerekse ülke bazında idareciler o şahsiyetlerin isimlerinin yaşaması ve düşüncelerinin yarınlara, yeni kuşaklara taşınması için pek çok adımlar atmışlardır. Türkiye, bu derin zenginliği kendi insanlarına ve dış dünyaya daha etkin takdim etmelidir. Çünkü dün, bir aynadır. ** Bizim ülkemizde de, varlığı ile düşünce ufkuyla, başarılarıyla, fetihleriyle ülkesine ve insanlığa çığır açmış pek çok abidevî şahsiyetimiz mevcuttur. Onların ruhlarını yaşatma ve yarınlara taşıma adına neler yapmaktayız? Onların ruhu ne kadar şu an bizimledir? Şanlıurfa, Bursa, İstanbul, Konya, Çanakkale… Neden görsel eğitimin bir parçası değiller? Oysa bugün yaşanırken, dünden geçilmektedir. Dün ile bugünü sahneleyen bir geçiş koridorumuz yoksa, biz orada yaşamıyoruzdur, sadece ruhsuz bir şekilde orada kalıyorsunuz. Bu, bir yabancının, bir yerlerde çalışıp, bir otel odasında kalması gibi bir şeydir. ** İstanbul… Bir abidevî şahsiyetler müzesidir. Sahabe tablolarından evliyalara kadar nice maneviyat büyüklerini ve nice de devirler kapatıp devirler açan büyük ruhları bünyesinde barındırmaktadır. Bursa… Osmanlı ruhu denildiğinde Bursa akla gelir. O şehirdeki türbelerin birer tarih levhası gibi karşınıza dikildiğini ve şehrin gerçek sahiplerinin kimliklerini, yaptıkları mücadelelerle okuyor ve gönlümüze bir ruhun aktığını hissedersiniz. Şanlıurfa… Peygamberler şehridir. Her adım atışınızda, o öncülerin ayak izlerinin varlığını ve her nefes alış verişinizde, aldığınız nefese peygamberlerin soluk alış verişlerinin karıştığını hissediyorsunuz. Bu yönüyle bakıldığında her şehrimizin nice kahramanlar geçidini izlemek mümkündür. Türkiye… Bu yönüyle insan suretinde melekler arenasıdır. Bu, bir toplum için tam bir iftihar vesilesidir. ** Diyeceğim şu ki, hangi şehrimiz hangi isimlerle abidevileşmişse, anlam kazanmışsa, o şehrimizi o şahsiyetlerle markalaştırmak lâzımdır. Yani dünyevî algılarla, ekonomik kaygılarla değil, o büyük ruhun yeniden o şehirde ihya edilmesiyle… Yani Urfa, peygamberler şehri ise, o zaman o peygamberlerin hayat halleri ve insanlığa getirdiği dersler yeniden okunmalı, özümsenmeli ve yaşanmalıdır. O zaman bu şehir ve insanlarına, peygamber ruhu sinecektir. Yani ne yapıp edip, o ruhların yeniden dirilmesi ve günümüz insanlarının ruhlarının oluşumuna katkıda bulunması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Nitekim ‘sabır’, ‘hıllet-i İbrahimiye’, ‘Bediüzzaman Mevlidi’ gibi faaliyetler bu ruhun izlerini taşımaktadır. ** Şimdi Urfa’dan yeni bir faaliyet daha bekleniyor. Urfa, aynı zamanda Bediüzzaman şehridir. ‘Âlimler, peygamberlerin varisleridir’ gereği, Bediüzzaman, bu asrın büyük bir âlimidir. O zaman, o peygamber varislerini daha çok anlamalıyız. Her yıl sivil toplum kuruluşları, Bediüzzaman’ın vefat yıldönümünde, Bediüzzaman’ı anma ve anlama faaliyetleri tertip ediyorlar. Onun adına sergiler, mevlidler, paneller, konferanslar yapıyorlar. İşte bütün bu programlar, birer Bediüzzaman ruhlu nesiller yetiştirme programlarıdır. Çünkü ulvî ruhların olmadığı yerlerde, suflî ruhlar bulunacaktır. ** Neden Bediüzzaman müzesi olmasın? Gönlümden geçen şu ki, bütün dinlerin merkezi kabul edilen Urfa’da, Halil İbrahim’in (as), Eyüp’ün (as) varlığı sadece bir mağara, bir Balıklı Göl şeklinde maddî birkaç unsurda kalmamalıdır. O peygamberî ruhu yeni nesle taşımak için ne yapıldığı önemlidir. Bunun yanında bir de, Urfa’yı çok seven; ‘Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir’ diyen ve ‘Urfa’lıların ölüsüne de dirisine de duâ ediyorum’ diyerek talebelerine mektuplar yazan ve neticede de Urfa’da vefat eden Bediüzzaman’ı, bu şehirde özel olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Siz yeni neslinize neyi takdim ederseniz, o takdim ettikleriniz, yeni kuşağın ruhunu oluşturacaktır. Şehirlerimiz, birer vitrin süslemesi gibi yetiştirdiği şahsiyetlerin müzeleriyle birer yıldız gibi parlamalıdır. Şehrin anlamı da budur. Yani ‘aydın’lığını kaybetmiş şehir olmaz. Şehrin kalitesi, yetiştirdiği ‘aydın’larından anlaşılır. Milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan Bediüzzamanlar, Bediüzzaman ruhlular yetişsin isteniyorsa, ona, ne denli değer verildiğinin gösterilmesi gerekmez mi? ‘Ne yapılabilir?’ denirse, halkı temsil eden sivil toplum kuruluşları ile devleti temsil eden kurumlar bir araya gelerek, Şanlıurfa’nın şanına lâyık bir Bediüzzaman müzesi veya külliyesi, yapılabilir. Bu aynı zamanda devlet-millet kucaklaşmasının da bir göstergesi olacaktır. Böylece, Bediüzzaman’ın yetiştirmiş olduğu, manen şekillenmiş bir neslin yanında, bir de onun maddî hatıralarının bulunduğu bir müze yapılması, zamanın idarecilerinin de Bediüzzaman’a reva gördüğü 23 yıllık hapis ve sürgün gibi pek çok haksızlıkların özrü anlamını taşıyacaktır. Evet, devletler de (yani o zamanlar devletin makamlarında bulunan insanlar aracılığıyla) zaman zaman yanlış adım atmış olabilir. Ama önemli olan geri dönüp bakıldığında bir yanlış varsa, bundan geri adım atmak, aklın galip gelmesidir. Türkiye şu an pek çok konuda bu noktadadır. Geçmişin doğru tercihlerinden ve yaşanmış olumsuzluklarından ders almak ve yarına bu ivme ile yürümek, çağdaş, modern düşünce insanlarının bulunduğu bir ülkeye yakışandır. Durum, Doğu-Güneydoğu problemleri için de geçerlidir. Nitekim başbakanın dilindeki ifadeler, yeni bir sürecin izlerini taşıyor. ** Türkiye’nin şehirleri, birer yıldızlar topluluğunun vitrini gibidir. Bu, varolan, yaşanmış tarihî fotoğraf albümünü, yarınki kuşakların ibretlik seyirlerine vitrinize etmek ve başarılılar tablosunun ruhunu bugüne takdim etmek, demokrasi yürüyüşünü keyifle sürdüren Türkiye’ye yakışır. Türkiye bu onuru ve haklı gururu içinde taşıyor. O ruhu da yaşıyor ve yaşasın. Yani, Türkiye kendi içinde, Ortadoğu’da ve dünyada rolünü oynasın. Dünya, Türkiye halkı, Türkiye’den bunu bekliyor. Osmanlı ruhu, Türkiye’nin kendisinden beklenendir. Ve o ruh ile Avrupa Birliği’ne girmelidir. Nitekim halkın görüntüsü budur. Haydin bakalım… Küçük kıpırdanışlar büyük sonuçlar doğuracaktır. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Çocuk gelişiminde iki dönem |
İNSAN hayatında özellikle iki dönemde, gelişim ve değişim oldukça hızlıdır. Bunlardan ilki, 0-1 yaş, ikincisi ergenlik dönemidir. Çocuk, doğumundan bir yaşına kadar neredeyse konuşacak ve yürüyecek fizikî olgunluğa erişir. Boy ve kilo olarak büyümenin yanı sıra, zihinsel olarak da hızlı bir gelişim gösterir. Bu zaman diliminde bebekle ne kadar çok konuşulursa ve ne kadar çok şey görürse, dokunursa; zihninde o kadar çok, yeni sinirsel bağlantı oluşur. Her anlamdaki gelişim için, ilk yıllar asla atlanmaması gereken, telâfisi zor yıllardır. Her bir dönem diğerinin üzerine konan bir yapı gibidir. Bu sebeple sağlam olmayan katlar diğer süreçleri de zayıflatır. Karakter oluşumunda, genlerle getirilen özellikler yanında, bilhassa okul öncesinde aile içindeki öğrenmelerin de payı oldukça büyüktür. Gözlemleyerek, taklit ederek, kopyalayarak birçok davranış kalıbını aile içinde kendisi de fark etmeden öğrenir. Anne babanın kendi kişilik yapıları, hayatı nasıl yaşayıp nasıl yorumladıkları, birbirlerine nasıl davrandıkları çocuk için adeta bir kayıt malzemesidir. Çocuk ilk orijinal kayıtlarını aile içi ilişkilerden yapar. Bu kayıtlar, hayatı boyunca hiç silinmeden, her an izlerini ve tesirlerini gösterecek, yaşadığı anılar olarak kararlarını, seçimlerini ve duygularını etkileyecektir. Karakterinin şekillenmesinde en çok payı olan ve en çok hatırladığı duygular bu ilk yıllara ait olanlar olacaktır. İlk çocukluk çağında duyulan kelimeler, öğrenilen duâlar, görülen güzellikler gerçek anlamda asla unutulmaz. Yaş ilerledikçe, hatta orta yaşla birlikte yaşanan her olayda yeni çağrışımlar olarak karşımıza çıkar. Her çocuk, mizacında sadece ona has olan özellikleri taşır. Bu özellikler ona daha anne karnındayken hamuruna konan niteliklerdir. Bazen aynı anda doğan ikizler bile birbirinden o kadar farklıdır ki. Biri daha çok ağlarken, tuttururken, diğeri bekleyebilen, daha sakin ve sükûnetli olabilmektedir. Bu da gösteriyor ki, doğuştan getirilen mizaç üzerine çevre faktörü ve özellikle ailede öğrenilenler de eklenince karakterin esas temelini oluşturuyor. Bu temel yapı, az çok değişimlerle hayat boyunca gelişmeye ve değişmeye devam ediyor. Büyüdüm ve artık “oldum” demek hatalı olur çünkü sürekli büyüyoruz. Her geçen sene, algılarımızı, duygularımızı, hayatı yorumlayış tarzımızı tekrar tekrar değiştiriyor. İnsan hayatındaki ikinci hızlı gelişim dönemi ise, ergenlik dönemidir. Bu dönem kişiliğin adeta şöyle bir sarsılıp, tekrar oturması beklenilen zaman dilimidir. Öğrenilen bütün kalıplar adeta tekrar sorgulanır. Doğruluğu, geçerliliği yeniden test edilir. Bu süreç sancılı olmakla beraber, sağlıklı geçirildiğinde sağlam ve oturmuş bir kişiliğin de güvencesi olur. Bu döneme kadar çocuğumuzla kurduğumuz ilişkinin niteliği, kalitesi sağlıklı bir ergenlik döneminin habercisi olur. Duygularımızı, korkularımızı ve sevgimizi dürüstçe ifade edebilmeyi, sevgimizi şartsız verebilmeyi başarabilmişsek eğer, ona karşı görevimizin çoğunu yapmış oluruz sanırım. Zaten mükemmel anne-baba olmak maharet değildir, çoğu zaman “yeterince iyi” olmak, daha dürüstçe ve daha etkileyicidir. Bu dönemde çocuğa şefkatle yaklaşmak, onu anlamaya çalışmak, dinlemek ve özellikle de başkalarının yanında eleştiri yapmaktan kaçınmak gerekir. Yaşadığı çağı anlamasına yardımcı olmak, bu zaman diliminin onun büyümesinde çok değerli bir dönem olduğunu anlatmak, içindeki karışıklığı anlaması için ona yardımcı olacaktır. Ve son olarak diyebiliriz ki, çocuklarımızın karakter yapısının şekillenmesinde bizim rolümüz gerçekten büyük, ama inanın onlar da bizim büyümemizde ve olgunlaşmamızda oldukça etkin bir role sahipler. İnsan bazen düşünüyor, acaba hayatı kim kime öğretiyor. Onlar mı bize, biz mi onlara?.. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Haram şeylerin açtığı hasar |
İsmi mahfuz okuyucumuz: “Haram sevmek bize nelere mal olur? Gençlikteki haram ve günah keyiflerin hayatımızda yol açtığı kayıplar üzerinde durur musunuz? Meselâ, hafıza zaafına neden olur mu? Neden?”
Ömrün baharı olarak telâkki edilen gençlik, Kur’ân nazarında, eğer iman ve iffet içinde geçerse, âhiret hayatının sabahı hükmündedir. İffet ve istikamet içinde geçmediği takdirde ise, gençlik çok kısadır. Bir fırtına kadar çabuk, hızlı ve heyecanla akar, eser, geçer, gider. Gençlik hayatının çabuk gideceğinden asla şüphe edilmemesi gerektiğini; yaz’ın güze ve kışa yer vermesi ve gündüzün akşama ve geceye dönüşmesi kesinliğinde, gençliğin de yerini ihtiyarlığa ve ölüme bırakacağını beyan eden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri; fani ve geçici gençliğin istikamet dairesinde iffetle hayra sevk edilmesi halinde o gençlikle ebedî bir gençlik kazanmanın mümkün olacağını, bütün semavî kitapların ve bütün peygamberlerin bunu müjde ettiklerini kaydeder. Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, güzel gençlik nimeti gayr-i meşrû sefâhet ve haram keyifler için sarf edildiği takdirde; ikisi âhiret hayatında, altısı da dünya hayatında –hemen- olmak üzere sekiz açıdan kaybedilmiş olur: Âhiretteki kayıplar şunlardır: 1- Âhiret mes’ûliyeti. Haram gençlik keyifleri, tövbe edilmediği takdirde, Mahşerde ve Mahkeme-i Kübra’da geriye dönüşsüz pişmanlıklara sebep olur. Çünkü Cenâb-ı Allah verdiği nimetlerin hesabını sorar. Haramlarla iç içe geçirilmiş şükürsüz bir gençlik orada bize ancak mahcubiyet getirir, yüzümüzü kızartır, başımızı yere eğdirir. 2- Kabir azabı diğer bir uhrevî kayıptır. Haram ve günahla örülmüş bir gençlik, kabir azabını da dâvet eder. Dünyadaki kayıplar ise şunlardır: 1- Haram lezzetin içinde bulunan; bu lezzetin bitmesinden gelen “teessüf” acısı ve sona ermesinden doğan “hüzün” belâsı, yüreğimizi derinden yakar. Çünkü lezzetin helâl olması için alın teri harcarsak, bu alın teri ve hak ediş manevî şükür hükmüne geçer; görünüşte bitse de, Allah’ın hazinesinde devamı vardır! Şükredilen her nimet, bir Cennet nimetidir; bitmeyen bir hazineden gelir, bitmeyen bir hazineye götürür. Fakat şükürsüz ve haram lezzetler, -sadece göründüğü kadar olduğundan- çabuk biterler. Bitiş elemi ise, lezzetin verdiği keyiften çok daha acıdır. İnsanı maddî-manevî yıkar, perişan eder. 2- Haram lezzet; kul hakkını ihlâle ve başkasının hakkını çiğnemeye dayanıyor ise, Allah’ın adaleti gereği buna karşılık gelen dünyevî bedel —uhrevî tazminatı hariç—, ayrı bir ceza takdiri olarak en beklenmedik zamanda kapımızı çalar. Burada, “Eden, bulur!”, “eken, biçer” kuralı işler; bu da bizi mahveder. Helâl lezzetler ise, kendi hakkın ve alın terin olduğundan, böyle bir acı sondan muaftır. 3- Haram lezzetin içinde “kıskançlık” elemi vardır. Taşınmaz, çekilmez, dayanılmaz; çoğu zaman tehlikeli olaylara da sebep olur. Helâl lezzetler ise, “hak” esası üzerine kurulduğundan, özünde bu eleme yol verecek bir boşluk ve tatminsizlik bulunmaz. 4- Haram lezzetin içinde “ayrılık” elemi vardır. Her dünyevî keyif ve lezzette var olan “ayrılık ve firak” acısı; lezzeti ve keyfi sıfıra indirecek boyutta insan ruhunda tahribat yapar. Helâl lezzetlerde ise, Allah’ın izniyle Cennette tekrar kavuşma gerçekleşeceği için; dünya itibariyle ayrılık olsa da, ebedî ayrılık yoktur. 5- Haram lezzetin tabiatında mukabele görmemek, karşılık bulmamak ve içten sevilmemek elem vardır. Helâl lezzetler ise; özünde hak ihlâli olmadığından ve karşılıklı nezaket ve saygıyı esas aldığından, bu elemlerden muaftır. 6- Haram lezzetler, insan ruhu üzerinde tahripkârdırlar. Ruhu boşluğa atar, kalbi ağlatır, vicdanı sızlatır, hafızamızı zaafiyete uğratır, duyguları yıpratır, insanı bunaltır. Helâl lezzetler ise, Allah’ın verdiği bir izne ve müsaadeye dayandığından; bünyesinde böyle ruhî tahriplere yol açan unsurlar taşımaz. Bütün bu elemler, acılar ve arızalar; haram keyiflerden gelen cüz’î lezzetleri zehirli bir bal hükmüne indirmektedir. Oysa bütün haram lezzetlerin muadili, helâl dairede mevcuttur. Helâl dairesi geniştir; keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Allah’ın emirleri ise azdır.1 Hafızamıza almak istediğimiz konuların kalıcı olmasını sağlamak için muhtelif metotlar denemekten çekinmemeliyiz. Meselâ yorgun bir akşam vakti hafızamıza almaya güç yetiremediğimiz bir konuyu, sakin ve dinlenmiş bir dimağa ulaştığımız sabah vaktinde almak mümkün olabilir.
Dipnot: 1- Şuâlar, s. 186; Asâ-yı Mûsâ, s. 22; Sözler, s. 33. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Seçim ittifakları |
Numan Kurtulmuş'un ekibiyle birlikte Saadet Partisinden ayrılması, uzun zamandır perde altında yürütülen yeni siyasî denklemlerin şekillenmesini daha da hızlandıracak gibi görünüyor. Yeni oluşturulacak siyasî denklemleri, şimdilik kaydıyla "seçim ittifakları" mahiyetinde görmek ve o şekilde yorumlamak da mümkün. Türkiye'ye emsâl ülkelerin hemen hiç birinde görülmeyen yüzde 10'luk seçim barajı, 12 Eylül darbecilerine ait bir keyfî tasarrufun halen devam ettiğini gösteriyor. "Demokrasi mücadelesi veriyoruz" diye ortalığı velveleye verenlerin, "12 Eylül ile hesaplaşıyoruz" diyenlerin, öncelikle bu ayıbı ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Ne var ki, "siyasî menfaat"i esas aldıklarından, bu baraj limitine hiç dokunmadılar, dokunmak için en ufak bir teşebbüste dahi bulunmadılar. Oysa, bu yüksek baraj limiti yüzünden, milyonlarca seçmenin tercih ve irade hakkı heba ediliyor. Yüzde 10'un altında oy alan partilerin Meclis dışında kalması bir yana, milyonlarca vatandaşın oyu da "Nasılsa bizim parti kazanmaz" varsayımıyla, istenmeyen başka partilerin hesabına geçiyor. Bu ise, bâriz bir haksızlık, hatta bir hakkın gaspedilmesi mânâsını taşıdığı gibi, aynı zamanda demokrasimizin bir ayıbı olarak varlığını elân devam ettiriyor. Bu haksız ve ayıplı durum karşısında, mevcut partilerin çoğu ister istemez bir "seçim ittifakı"na gitmeye mecburdur. * * * Başka partilerle bir seçim ittifakı yapma ihtiyacını duymayan tek parti, iktidardaki AKP'dir. İkinci sıradaki ana muhalefet partisi dahil, diğer partilerin tamamı Haziran ayında yapılması düşünülen genel seçimlerde ittifak kurma ihtiyacını duymaktadır. Zira, ana muhalefetteki CHP'in bir baraj problemi olmasa bile, özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde dibe vurduğu, eski deyimle "sıfıra müncer" olduğu için, onun da seçim ittifakına şiddetle ihtiyacı var. Aksi halde, o bölgelerden milletvekili çıkarabilmesi imkânsız görünüyor. Öte yandan, MHP'nin de ciddî mânâda bir baraj sorunuyla karşı karşıya bulunduğu, son yapılan anketlerden anlaşılıyor. Sıradaki diğer partilerden SP bölündü ve bölünen her iki taraf da başkalarıyla bir seçim ittifakı arayışına girme ihtiyacını duyacaklardır. Keza, BDP, DP, BBP de öyle... * * * Seçim ittifakı, en geniş şekliyle 1991 genel seçimlerinde uygulandı. Erbakan, Türkeş ve Edibali'nin liderliğindeki partiler—sırf baraj yüzünden—seçime tek parti çatısı altında girdiler; sonra, Meclis'te yine ayrılıp partilerinin başına geçtiler. Mevcut siyasî tablo ve yeni süreçte yaşanan gelişmeler, yaklaşan genel seçimden önce sürpriz ittifakların kurulacağını gösteriyor. Türkiye'de yüzde 10'luk baraj gibi bir "demokrasi ayıbı" var iken, zıt tabanlı partilerin bile aralarında anlaşıp bir "seçim ittifakı" kurmalarında garipsenecek birşey olmasa gerek.
Tarihin yorumu 4 Ekim 1853 Osmanlı'yı tüketen Kırım Harbi
Osmanlı hakimiyeti altındaki toprakları türlü bahanelerle işgal eden Rusya'ya karşı, 4 Ekim 1853'te savaş ilân edildi. Çok geniş bir bölgeyi ihtiva etmesine rağmen, nirengi nokta teşkil etmesi sebebiyle, bu savaş "Kırım Harbi" ismiyle tarihe geçti. Görünürde Osmanlı ile müttefik, Rusya'ya muhalif görünen Fransa ve İngiltere, esasında Osmanlı'ya tarihinin en büyük ihanet darbelerinden birini vurdular. Osmanlı'yı bitirme, tükenme noktasına getiren korkunç meblâğda bir borç yükü altına soktular. * * * Osmanlı Devleti, tarihinin en ağır yenilgisini ve en büyük kaybını, gerçi Rusya ile giriştiği meşhûr "93 Harbi"nde yaşadı. (1878) Ancak, bu dehşetli mağlûbiyetin en mühim sebeplerinden biri, o tarihten yaklaşık yirmi beş sene evvel yine Rusya ile tutuşmuş olduğu "Kırım Harbi" dolayısıyla dûçâr olduğu maddî–mânevî zarar, ziyan ve tâkatsizlik halidir. Osmanlı Devleti, bu dönemde Kırım, Balkan ve Kafkas bölgelerinde uğradığı büyük toprak zayiatının yanı sıra, Kırım Harbi sebebiyle tarihinin en ağır borç yükü altına girdi. Öyle ki, son taksidi 1954'te ancak ödenebilen tam yüz yıllık o lânetli "Düyûn–u umumiye"nin başlangıcı dahi, gidip Kırım Harbinin borçlarına dayanmaktadır. Rusya'nın mütecâviz politikalarına karşı, İngiltere, Fransa, hatta bir ölçüde İtalya, Osmanlıya taraf görünüyordu. Oysa, onların asıl maksadı, Osmanlı'ya yardım etmek değil, kendi menfaatlerine dokunan Rus yayılmacılığının önünü kesmekti. Asıl maksatları böyle olunca, Osmanlı'nın yanında ciddî ve samimî bir mücadele politikası sürdürmediler. Savaş boyunca kendilerini ve biribirlerini koruyup kolladılar; ancak, Osmanlı kasıp kavuran savaş alevlerini söndürmek bir yana, o ateşin üzerine yüksek faizli borçlandırma körüğüyle gittiler. Savaşta büyük toprak kaybına uğrayan Osmanlı Devletine öylesine ağır bir fatura ile yüklendiler ki (1854), o borç ancak yüz senede ödenebildi. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Pozitivist reform ve laikçi projeler neden tutmamış? |
Asıl eğitici, terbiye edici, birleştirici unsur dindir. Dine, sadece Müslümanlar değil, bütün insanlık muhtaçtır. Çünkü, beşer dinsiz yaşayamaz. Evet, dinsiz bir millet yaşayamadığı gibi, dinsizlik anarşiyi netice verir. Doğunun terakkisi de din ile mümkündür. “Atatürk’ün reformları, Batı’da anlaşıldığı gibi din ile devletin basitçe birbirinden ayrılması değil, bu reformlar daha ziyade İslâm üzerinde devlet kontrolünü arttırmak üzere getirilmiştir. Devletin din konularında hiçbir yetkiye sahip olmadığı laik ülkelerdekinin aksine Atatürk laikliği, devletin İslâm kurumlarını doğrudan müdahele edebilmesini sağlayan bir seri yönetim mekanizması oluşturmuştur... (...) DP’nin İslâm konusundaki tutumu, 1950’lerin laik güçleri tarafından da büyük ölçüde etkileniyordu. İktidarda olmasalar bile, laik güçlerin, CHP, bürokrasi, ordu ve aydınlar üzerindeki etkisi devam ediyordu. 1 İstibdat, başka bir tehlikeye daha dâvetiye çıkardı: Hem jakoben laiklik uygulamaları, hem irtica yaftaları ve hem de resmî baskılar, vatandaşları başka arayışlara yönelttiğini söylemek kehânet değildir. Bir kısmı fanatizme, radikalizme kayarken, bir kısmı da uçlara, “siyasal İslâm”a kaydı. Cezayir İslâm Toplumu Hareketi lideri Mahfuz Nahnah’ın değerlendirmesinin bir maddesini tekrar buraya alırsak, “İslâm ülkelerinde, bir kısım grupların radikalizme, fanatizme kaymasının” sebebinin vakıa ile çakıştığını görürüz: Hükümet ve rejimlerin hegemonyaya varan her şeyi kontrol etme tutkusu. Banka, televizyon, ordu, ekmek akla gelen herşey buna dahildir. Bütün bunlar halkı patlama noktasına getiriyor...” 2 Yargıtay Başkanı Sami Selçuk da, sırtını biribirine dönmüş iki Türkiye varlığından bahseder: Biri halka dayanan ve herşeyi gerçekleştiren bir Türkiye... Buna karşılık herşeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre, halkı ile mahkemelerde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen birinci Türkiye’ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet... 3 Ne ilim, ne fikir adamları, ne de vatandaşların üzerinde uzlaştığı ant-i demokratik maddelerle dolu bir anayasa, ilga edilmesi gereken binlerce kanunlar ülkeyi, milleti ne hâle getirir?
Dipnotlar: 1- The Washington Post, 5 Mart 1989. 2- Aksiyon, 13-19 Kasım 2000. 3- Doç. Dr. Sami Selçuk, (6 Eylül 1999 Adlî Yıl açılış konuşmasından.) 04.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Irak’ta hükümet kurulması yakın! |
Irak’ta tam da hükümet kuramama rekorunun kırıldığı günlerde yeni bir hükümet kurulma ihtimali belirdi. Görünen o ki, Şiî lider Mukteda Sadr ile anlaşan Nuri el Maliki, yeniden Irak’da başbakan olacak. Tabiî eksik olan dört oyu bulabilirse. Tarihin en uzun süreli hükümetsiz kalan ülkesi durumuna düşen Irak’taki bu gelişme herkesi memnun etmedi. Amerikan işgaline karşı en sert direnişi gösteren Şiîlerin siyasal güce sahip olması, Amerikalıların bu konuda kaygılarını hiçe sayması, liderliğine karşı yaygın muhalefeti dikkate almaması, Amerikalıları hiç memnun etmedi. Amerikalılar Sadr’ın İran’la yakın ilişkilerinden de rahatsızlar. Bu ittifak ile İran’ın bu ülkedeki nüfuzunun artacağını düşünüyorlar. İronik olan yön; Saddam’ın devrilmesinden sonra ülkeyi Şiîlere emanet eden Amerikalıların şimdi onların etkisi altındaki bir hükümetten şikâyet etmeleri. Ayrıca halen süren bombalı saldırıların çoğunu da Şiî grupların düzenlediğine inanıyorlar. Aslında İran’ın Irak’taki nüfuzunun artması Türkiye için de pek iyi bir haber değil. Görünmeyen bir nüfuz rekabetinde İran’ın bir adım öne geçmesi anlamına gelecek. Ama Türkiye için bu ittifakın bir başka yönü de 57 milletvekiline sahip Kürtlerin de bu koalisyonda yer alması ihtimali. Zira Malikî onları bölgesel, ekonomik ve siyasal konulardaki—henüz ayrıntısı bilinmeyen—tavizlerle ikna etti. Aslında Kürtlerin de içinde yer aldığı bir hükümet, Kerkük sorunu dahil, Kuzey Irak’a ilişkin sorunların çözümünde yumuşak bir geçişi kolaylaştırabilir. Maliki’nin aynı tavizleri Sadr’a da verdiği kesin. Sadr bu konudaki ilkesini “Politikada kalbe yer yok, şunu bilin ki politika yalnızca alma ve ermeden ibarettir” sözleriyle açıklamıştı. Böyle bir hükümetin kurulmasıyla hassaslaşacak sorunlardan birisi de 2011 yılı Aralık ayına kadar Irak’ta kalacak olan 50.000 Amerikan askerinin durumu olacak. Zira Şiîler Amerikalıları “yabancı işgalciler” olarak görüyor ve bir an önce ülkeden ayrılmalarını istiyorlar. Sünnîleri temsil eden ve İyad Allavi’nin liderliğindeki İyad Allavi hükümete destek vermeyeceklerini açıkça ifade etti. Bu durum Sünnîlerin büyük ölçüde hükümetten dışlanması anlamına geliyor. Hizipleşmenin kronikleştiği ülkede, böyle bir hükümetin—kurulması halinde—ne kadar birleştirici olabileceğini kestirmek güç. Aynı güçlük Allavi’nin benzer bir ittifaka girmesi halinde de sözkonusu olacaktı. Kısacası; Irak’ta siyasal istikrar halen çok uzak görünüyor. Yine de ülkede bir hükümetin kurulması, boşluk ve belirsizliğin sürmesinden kesinlikle daha iyi olacaktır. Umarız kurulacak yeni hükümet, Irak halkını hak etmediği bir sefalet ve güvensizlik ortamına iten şartları bir an önce ortadan kaldırır. Irak halkını ancak Iraklılar idare edebilir. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Adil kalıcı bir düzen özlemi |
2008’de patlak veren ve dünyayı kasıp kavuran kriz, 2009 yılında en ağır şekilde yaşandı. Milyonlar işlerini güçlerini kaybetti. Ünlü bankalar ve finans kuruluşları iflâs aşamasına gelirken pek çok şirket battı. Devletlerin kamu borç stokları ile bütçe açıkları tehlikeli düzeylere çıktı. Ülkemiz de krizden nasibini aldı. Bütçe şaştı. Ekonomi rekor seviyede küçüldü. İşsizlik tavan yaptı. İhracat düştü. Bazı kesimler ise aksine köşeyi döndü. Başta bankalar. 2009 yılında bankalarımız 20,1 milyar TL kârı ceplerine attı. Bir önceki yıla göre artış yüzde 50’ye yaklaştı. Krizden kârlı çıkan bir diğer kesim de ilk 1000 Büyük Sanayi Kuruluşu oldu. Ciroları ve ihracatları azaldı, ama ne hikmetse kârlarını maksimize ettiler. Bu gülen bir avuç kesim dışında geniş bir kesim ise ağladı. Bunların başında Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) geliyor. Yani esnaf ve sanatkârlar. Bir kısmı kapılarına kilit vurdu. Kalanlar yaralarını sarmaya çalışıyor. Borç batağında debeleniyor. 270 bini bankaların takibinde. Her üç esnaftan ikisi borçlu. Vergi ve SSK prim borçları bellerini büküyor. Gecikme zammı ve faizi aylık yüzde 1,95 , yıllık yüzde 23,40’ı buluyor. Devlet tefeci faizi uyguluyor, borçları katlanıyor. Enflasyon yüzde 8 civarında. Gecikme zammı ve faizi yüzde 23,40. Neredeyse 3 katı. Tefeci demekle haksız mıyız? Yapılacak ilk iş bu oranları enflasyon seviyesine çekmek olmalıdır. Esnaf ve sanatkârların vergi ve SSK prim borcu 100 milyar TL’yi aşmıştır. Borçların yeniden yapılandırılmasını talep etmektedirler. Bu yöndeki baskılar sonuç vermiş hükümet çalışmalara başlamıştır. Vergi ve prim aslından bir indirime gitmeden faiz ve gecikme zammı oranları düşürülecek ve vade uzatılacak. Spor kulüpleri için uygulanmıştı. Faizler yıllık yüzde 3’e çekilmiş vade 10 yıla yayılmıştı. Benzer kolaylığı ekonominin omurgasını teşkil eden esnaf ve sanatkârlara da gösterilmesi hakkaniyetin gereğidir. Ama bir husus da gözden kaçırılmamalı. Vergi ve SSK primini zamanında ödeyenlerin durumu. Binbir zorlukla evini barkını satarak borcuna sadık olanlar... Haksızlığa uğramış olmuyorlar mı? Gerçekten af ve benzeri düzenlemelere sık sık başvurulması devlete olan güveni sarsmakta adalet duygusunu zedelemektedir. Kendimizi kandırmayalım. Siz ne kadar “af değil” diye çırpınsanız da bu tür düzenlemeler neticede örtülü aftır. Günü kurtarmayı amaçlayan ve dürüst insanları cezalandıran bu nev'î palyetif tedbirler yerine herkesi kucaklayan adil ve kalıcı bir sistemin kurulması için çaba harcanmalıdır. Faiz oranlarını indirerek ilk adımı atabiliriz. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
“Yeni Asya-ABD” ne zaman? |
Geçen haftaki köşemizde “Yeni Asya Vakfı USA” ara başlığıyla duyurduğumuz müjdeyle ilgili olarak, konuya dair teferruatlı müzakere ve istişareler için ABD’ye giden Yönetim Kurulu üyemiz ve yazarımız Nejat Eren’in, detaylı bilgiler ihtiva eden iki yazısını yayınladık. İkinci yazısından bir bölümü buraya alıyoruz: “Amerika Yeni Asya Araştırma ve Basım Merkezi’nin (YARPCA) amaçları: “YARPCA, Wisconsin eyaletinde kurulmuş olup maddî kazanca yönelik bir şirket değildir. Merkezin iki ana gayesi vardır. Birincisi, Risale-i Nur Külliyatını hapishane içinde ve dışında olan Müslümanlara tanıtmak; ikincisi ise İslâmın ana esasları ve Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur hakkında gayr-i müslimlere tanıtıcı bilgiler sunmaktır. “Bu hedefe ulaşmak için YARPCA şu ana başlıklar altında çalışmalarını sürdürecektir: “1. Risale-i Nur’u doğru ve anlaşılabilir bir şekilde İngilizce’ye tercüme etmek. İngilizce’ye uygun düşmeyen terminolojiler için Hıristiyan ve İncil terminolojisi yerine Arapça terminolojileri kullanmak. “2. Risale-i Nur’u İspanyolca’ya çevirmek. “3. İslâmiyet ve Risale-i Nur hakkındaki yanlış düşünceleri tesbit edip, bu araştırmaların sonunda tesbit edilen doğruları yayınlamak. “4. Türkiye-ABD arasında bir öğrenci değişim programı kurmak. “5. Temel İslâmî kitaplarla Risale-i Nur’u basıp, İslâmı araştıran ve hakkı arayan Müslümanlarla gayri Müslimlere ulaştırmak. “6. Amerikalılarla Müslümanlar arasında kültürel, sosyal, dinî konularda karşılıklı olarak doğru anlamayı sağlayacak teşvikler yapmak. “7. Toplumu alkolizm, uyuşturucu, ahlâk ve aile mefhumu gibi konularda bilgilendirip İslâmî ve insanî değerlere teşvik etmek. “8. Amerikalıların nazarında İslâmı olumsuz gösteren negatif fikirleri dağıtacak bir konferans platformu sağlayarak tebliğlerde bulunmak. “9. Kur’ân, hadis ve Risale-i Nur’u doğru olarak öğretecek bir İslâm merkezi kurmak. “10. Yeni Asya gazetesini İngilizce olarak yayınlamak. İlk adım olarak web–internet ağında, daha sonra da normal basım olarak yayın hayatına geçirmek. “11. Müslümanların geniş ve kritik yapabilen bir düşünce ufku kazanmalarını sağlamak amacıyla Türkçe ve İngilizce olarak Kur’ân ve müzakereli Risale-i Nur derslerini başlatmak.” Nejat Eren, bu konuları müzakere ederken heyecanlanan Vakıf Genel Sekreteri Khalim Wali’nin “Yeni Asya’yı burada ne zaman İngilizce baskıya geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sorduğunu ve kendisinin “Size bağlı; siz hazırsanız biz de hazırız” cevabı verdiğini yazıyor. Biz de diyoruz ki: Deneme niteliğindeki Almanca sayfalarını başlatan Yeni Asya International, ABD versiyonu için de hazır, bekliyor. *** Hizmet TIR’ı 4. etapta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki gezisini sürdüren Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı dünkü Diyarbakır ve Mardin programının ardından bugün Viranşehir ve Şanlıurfa’da olacak. Gittiği her yerde büyük bir teveccühle karşılanan TIR, yarınki Gaziantep ve Kahramanmaraş duraklarından sonra Adana ve Kayseri ile gezisinin üçüncü etabını tamamlamış olacak. 8 Ekim’de dördüncü etaba başlayacak olan TIR, sırasıyla şu duraklara uğrayacak: Nevşehir, Aksaray, Konya, Isparta, Barla, Denizli, Ödemiş, İzmir. Abdullah Eraçıkbaş’ın koordinatörlüğünde gerçekleşecek olan bu etap 12 Ekim’de noktalanacak. Bu arada TIR için bir albüm hazırlanıyor. Gezi sonunda, gezilen yerlerde çekilen fotoğrafların yer alacağı albümde, görüş, düşünce, röportaj, hatıra ve yorumlar da bulunacak. İleriki yıllara kalacak güzel bir hatıra derlemesi hüviyetinde olacak Hizmet TIR’ı albümünün 24 Aralık’ta gazeteyle birlikte verilmesi planlanıyor. *** Eklere devam İlki 20 Nisan’da Konya il ve ilçelerinde dağıtılan ve çok beğenilen il ekleri çalışmamız Gaziantep eki ile devam ediyor. Gaziantep ekimiz 8 Ekim’de okurlarımızın elinde olacak. Ek yayını için iller sıraya girmiş durumda. Bir mani çıkmazsa, 22 Ekim’de Tokat, 12 Kasım’da Kahramanmaraş, 26 Kasım’da Van, 10 Aralık’ta Bursa, 31 Aralık’ta da Balıkesir eklerinin verilmesi gündemde. 15 Kasım’da da Kurban Bayramı eki verme hazırlıklarımız sürüyor. Şimdiden duyuralım. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bediüzzaman’ı dinleme zamanı |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin yıllar önce verdiği mesajlara bugün daha fazla muhtaç olduğumuz anlaşılıyor. İstanbul’da düzenlenen bir sempozyuma katılan ilim adamlarının yaptıkları konuşmalar bunu ortaya koymuş oldu. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertiplenen “İnsanlık Onuruna Lâyık Bir Gelecek İçin İlim, İman, Ahlâk” konulu uluslar arası sempozyum, benzer sempozyumların 9.’uncusu oluyor. Dün, sempozyumun açılış toplantısı yapıldı, bugün ve yarın da hazırlanan tebliğlerin sunumu yapılacak. İstanbul Ataköy’deki Sinan Erdem Spor Salonunu dolduran kalabalık, sadece Türkiye’yi idare edenlere değil; aslında insanlığın sürüklendiği buhranlara çare aradığını söyleyenlere de bir mesaj vermiş oldu. Bu mesaj ‘çare’nin Risâle-i Nur eserlerinde olduğu mesajından başka bir şey değildi. 245 ilim adamı sempozyum için tebliğ hazırlamış. Bunların 105 tanesi katılımcılarla paylaşılacak. Bu çalışmalar, Risâle-i Nurları gündeme taşıması bakımından önemlidir. Konuşmacıların tamamı alkışlandı, ama Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığının Risâle-i Nurlar hakkında verdiği ‘bilirkişi raporları’yla ilgili tesbiti ayrıca dikkat çekiciydi. Görmez, “Diyanet İşleri Başkanlığından istenen bilirkişi raporlarından hiçbirinde Risâle-i Nur hakkında hiçbir menfi görüş yoktur, tek kelime yoktur. Bu durum Diyanet’in tarihine şerefle yazılması gereken bir şeydir” dedi. Bilhassa ‘tek parti’ devrinde Risâle-i Nur’u ve onun müellifini mahkûm etmek için her türlü desiseye müracaat eden devrin yöneticileri, Diyanet İşlerini de buna âlet etmek istemişler. Ama şükürler olsun ki, bu tuzak tutmamış, her türlü baskı ve yıldırmaya rağmen ‘âlim’lerimiz doğruları söylemeyi tercih etmişler. İyi de etmişler ki şimdi hayırla yad ediliyorlar... Bu arada Türkiye’yi bir baştan bir başa dolaşan ve Risâle-i Nur’u geniş kitlelere tanıtan “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı” da farklı güzelliklere sahne oluyor. Bu güzelliklerden biri de Batman’da yaşanmış. Tanıtım programında bir konuşma yapan Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen, şöyle demiş: “Bediüzzaman Said Nursî bu topraklardan çıkmış, verdiği mesaj bütün dünya tarafından algılanan bir kişiliktir. Kendisi bugün bizim 100 yıldır uğraştığımız ve şu anda da çözümsüzlük içinde bulunduğumuz Doğu meselesine, ta o zamanlar işaret etmiş ve o zamanki şartlarda çözüm teklifleri getirmişti. Eğer o gün o çözüm tekliflerinin bir kısmı bile hayata geçirilmiş olsaydı, bugün Türkiye’de 100 bine yakın insanın canını alan, 300 milyar dolardan fazla paramızı heba eden ve bütün Orta Doğu’da huzursuzluk kaynağı olan bir mesele belki hiç olmayacaktı. 100 yıl sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin haklılığını bir kez daha konuşuyor olmak Bediüzzaman’ı ne kadar büyütüyorsa, 100 yıldır bu ülkeyi yönetenleri o kadar küçültüyor.” Dünyadaki ve Türkiye’deki bütün gelişmeler Risâle-i Nur’u tasdik ederken, Bediüzzaman’ın sesini kısmak isteyenlerin ülkemize verdiği zararın büyüklüğünü de ortaya koyuyor. Devir Risâle-i Nur’u okuma ve anlama zamanıdır; fırsatı kaçırmayalım... 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |