Halil USLU |
|
“Kavl-i leyyin”in neresindeyiz? |
Hadisât-ı âlem her ne kadar inkişaf etse, her ne kadar devletler milletler çoğalsa ve her ne kadar fikirler ve fikir babaları ve yasa ve tasaları çoğalsa da, Kur’ân’daki hakikatlerin bazen eteğine yaklaşılmakta ve bazen de çok uzaklarında kalınmaktadır. Böylelikle dahili ve harici uzlaşmalara, kardeşliklere ulaşılamamakta, gerçek manada halkla ilişkiler ortaya çıkmamakta ve buna mukabil, gürültüler, nefis ve enaniyetler alabildiğine huzursuz vadide koşmaktadır. Halka, millete ve insanlık âlemine ve vatan ehline yazık olmaktadır. Aslında bunu yapanlar çok şey kaybediyorlar. Fakat gaflet, hırs, bencinlik ve iç dünyalarındaki bizim bilmediğimiz hesaplar onu yutar ve perişan eder. Bu paragrafın içindeki öz ve makalenin ser levhasındaki ifade Cenâb-ı Allah’ın Hz. Musaya (as) hitabıdır. Bütün beşeriyete ve bilhassa irşadcı ve hâsseten siyasetçilere bir daimî ders-i ibret olan Taha Sûresi’ndeki 44’ncü âyet, doğrudan doğruya içtimai ve siyasî hayatımıza bakar. Zalim ve hunhar Firavun’a ilzam ve irşad ve ikaz mahiyetinde Hz. Musa’yı (as), kardeşi Hz. Harun (as) ile gönderen Hz. Allah buyurur ki: “O zaman ikiniz ona yumuşak söz söyleyin (kavl-i leyyin), belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.” Dolayısıyla “kavl-i leyyin” bir Kur’ân kavramıdır. Musâ Peygamber’e (as), kardeşi Harun’la (as) birlikte Firavun’a gitmeleri emredilirken zikredilmiştir. Bugünkü âlemde bu âyetin neresindeyiz? Ve ne kadar muhtacız? Âyetteki ifade tarzı kışkırtıcı değildir, bilakis muhatabı düşündürücüdür ve böylece Firavun’un belki düşünüp öğüt almasının, tezekkür etmesinin mümkün olacağı belirtilmiştir. Nefsanî duygularının harekete geçmesine meydan vermeyen bir üslup seçilmelidir; nefsini tezkiye etmemiş bir insanın, nefsi en küçük bir sataşmada galeyana gelmeye hazırdır. Bu da, tebliğin başlamadan bitmesine sebep olur. Hatta günah işleyen ve günahı kendisini kuşatan kimseler bile, kendilerine seviyeli bir dille hitap edildiği takdirde, tebliğe olumlu tepki verebilmektedirler. Peygamber (asm) de olsa bir tebliğci, kimin hidayete erip, kimin eremeyeceğini bilemez. Ona düşen, uygun bir lisanla davet etmektir ve öyle olmuştur. “Çünkü hidayet Allah’tandır.” Bu manada Kur’ân lebâleb yani baştan sona kadar en küçük âyetten en büyük sûreye kadar doludur. Uhud muharebesinde 3 bin kişilik müşrik ordusuna karşı, başta Efendimiz (asm) olmak üzere bin kişilik sahabe-i kiramdan müteşekkil mü’min ordusunun verdiği mücahedede 70 sahabe (ra) şehid olmuşlardı. Fakat çok önemli bir hadise şudur: Savaşın seyrini etkileyebilecek, kritik bir yer olan Ayneyn tepesine; Efendimiz, Seyyidimiz Hz. Muhammed (sav) Abdullah bin Cübeyr’in komutasında elli okçu yerleştirdi ve şu talimâtı verdi: “Düşmanların bizi mağlup ettiklerini, kuşların etlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, yardımımıza koşmayınız, yerinizden ayrılmayınız.” Fakat maalesef harbin şiddetinden ve galibiyetin sevincinden o tepe terk edildi ve ardından düşmanların hunhar katliâmları oldu… Kâinatın Serveri Efendimiz (asm) insanlık âlemine örnek olacak hareketlerle tekrar o sahabe-i güzini (ra) kucaklamıştır ve akabinde nazil olan ayette Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”1 Hz. Bediüzzaman, Münazarat eserinde bugünkü meşrutiyet ve cumhuriyetin mânâ-i hakikisinde bu âyetin içinde olduğunu tefsir ve tespit etmektedir. En küçük daireden en büyük daireye kadar, eşref-i mahlukat olan insanların bundan nasiplenmesi, feyizlenmesi ve hayata geçirmesi elzem ve mülzemdir. Tabansız ve tavansız bir bina olmadığı gibi, sevgisiz ve saygısız bir insanlık âlemi de olamaz. Eğri oturup, doğrular konuşulmalıdır…
Dipnot: 1- Âl-i İmran: 159. âyet 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |