Selim GÜNDÜZALP |
|
Kuyu başında iki insan |
Bir gün yağız atlara binmiş, siyahlar giyinmiş ve yüzleri örtülü efendiler, kuyunun yanına yoksul iki insan bıraktılar. Pelerinlerinin altındaki silâhlarının üstündeydi bir elleri. Bir ellerini de tehditle sallayıp: “Yeriniz burası. Peşimizden gelmeyin. Yiyin birbirinizi. Burada yaşayın, burada ölün!” deyip gittiler. Kuyunun başında iki insan. Bıraktılar onları orada, oracıkta. Yoksul, çaresiz, fakir, bıraktılar gittiler. Yanlarına hiçbir şey bırakmadan… Kuyunun dibinde bir avuç su, bir de kovasız ip vardı. İp eskiydi. Suyu içmek için kuyunun içine girmek gerekti. Bir daha çıkamamak da vardı dışarıya. İki insan ne yapsınlardı? Birbirlerine güvenmekten başka ne yapabilirlerdi ki bu ıpıssız çölde? Sıraya koydular. Biri indi, suyu çıkardı; öbürü indi, suyunu çıkardı. Birbirlerine su taşıdılar avuçlarıyla. Çöl sıcağına da alıştılar. Ciğerlerini delen susuzluğun ateşini kana kana içip dindirdiler. Epey müddet suyla idare ettiler. Sonra çevredeki yaprakları yediler. Bir nebze açlıklarını giderdiler. Sonrası mı? Düşünün hele bir… Efendiler neler yerken, onlar neleri yediler. Acıları yediler, ateşleri içtiler. Onlara hiçbir şey bırakmadılar. İçlerini boşaltıp da gittiler. Sadece kelimeleri bıraktılar, sözleri bıraktılar. Aynı dili de konuşmuyorlardı… Biri kendi diliyle bir şeyler anlatıyordu, öbürü kendi diliyle. Ama dillerin üstü bir dil vardı, onu öğrendi bu iki insan orada. Kuyu başında iki insan, kalbin dilini öğrendiler, onu konuştular. Diller üstü diller vardı, hâller üstü hâller… Duyguların üstünde, o duyguların sahibinin yarattığı, anlaşmalar üstünde anlaşmaların olduğu, vicdanların, kalplerin tanıştığı, bildiği, yabancısı olmadığı duygular vardı. Aynı havayı soludular, aynı yollara baktılar. Birileri gelip de kendilerini buradan kurtarsınlar diye. Her yer çöldü. Çölün ortasında bir kuyu, iki insan vardı. İki insan çölü göle dönüştürdüler. Yeniden başlayacaktı insanlık macerası belki de. Tam da burada, bu kuyunun başında. Bir şeyler anlatmak istiyorlardı, çabalıyorlardı, ama anlatamıyorlardı. Şükür ki, birbirlerini dinlemeyi öğrenmişlerdi. Seslerini yükseltmeden konuşuyorlardı O kendi diliyle, diğeri kendi diliyle. Konuştukları kelimelerin sesine, rengine, ahengine hayran kaldılar. Anlamasalar da sevdiler birbirlerinin dillerini. Sonra birbirine benzeyen kelimeleri fark ettiler kendi dillerinde. Bir, iki, üç… Çoğaldı o kelimeler. Anlaşmayı kolaylaştıran kelimeleri seçtiler, onlarla konuşmaya başladılar. Anladılar ki; dillerini bilen biri var. Konuştukları dillerin içine anlaşacağı kelimeleri koyan biri var ki, kendilerini biliyor, görüyor, duyuyor. Yalnız değillerdi o kuyunun başında, onu bildiler. Yalnız olan efendilerdi. Allah ile olan, yalnız değildi. Birden bir güç geldi ellerine, yeni bir şevk doğdu içlerine. Ellerine, yüzlerine baktılar. Birbirlerine ne kadar da benziyorlardı. Kendi ortak kaderlerini okudular. Hayatlarını yeniden yaşamaya koyuldular bu kuyunun başında. Aklın alacağı işler değildi bunlar. Nasıl da değişti, değişiyordu birden her şey. Kuyunun suyuydu bu, kuyunun huyuydu bu. Birdi artık kaderleri. Kaderlerini beraber yaşadılar. Tozu dumana katarak giden efendiler, yağız atlara binmiş efendiler, sadece yüzlerinde gözlerini gösteren efendiler çekip gitmişlerdi ya, o toz dumanın ardından, başka bir şey kalmamıştı hatırlarında. Köle miydiler? Kurban mıydılar? Nereden gelmişlerdi? Niçin buradaydılar? Hatırlamıyorlardı artık. Mazi yoktu onlar için. Bugünden itibaren geleceklerini yaşamaya ve yazmaya başlayacaklardı bildikleri kelimelerle, inandıkları ve kalplerinde taşıdıkları o güzel duygularla. Kim bilir, kaç defa bu kuyu başında bu macera başlamış, kim bilir kaç defa devam etmişti. Yeniden başlamış, yeniden devam etmişti acaba kim bilir kaç defa… Bu sırrı anlamaya başladılar. Kendi kaderlerini yeni baştan en güzel şekilde yaşamaya karar verdiler, azmettiler. Her gün lâzım olan suyu çıkarmak için, ümitle aşağı iniyordu biri. Diğeri de ona en güzel şekilde el veriyor, yardım ediyordu. İlk günlerin korkaklığı, güvensizliği, yerini güvene terk etmişti. İnanıyorlardı artık. Birbirlerine güveniyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı. Birbirlerine benziyorlardı. Çölün yıldızlı gecelerinde düşünmeye başladılar. Düşüncelerini çerçeveleyen sahneleri birbirlerine göstermeye başladılar. Yıldızlardan bir demet yaptılar. Birbirlerine sundular. “Çölün baharı da olur mu?” demeyin. Her gece yıldız çiçeklerinden baharlar yapılır burada. Baharlar gerçekleşir, baharlar oluşur çöllerde, yıldızlı gecelerde. Çölde de bir hayat vardır. Çöl, bazen içimiz olur. Bazen şehrin ortasında, küçük bir evin içinde bir oda olur. Bazen anlayabildiğiniz dilden konuşan bir kitabın başında olur o kuyu başı. Ve siz uzaklarda da olsanız, yakın olursunuz, yakın durursunuz birbirinize. Kuyu başındaki iki insan gibi… Her şeyinizi alırlar, size sadece kelimeleri bırakırlar. Kelimelerden yeni cümleler yaparsınız. Konuşmayı öğrenirsiniz. Kâinatın dilini öğrenirsiniz. O yeni kelimelerle birbirinize baktığınızda, anladığınız cümleleri kurar, anladığınız dilden konuşursunuz. Ortak bir dilden hareketle, kâinatın dilini anlamaya çalışırsınız. Siz kendi dilinizce, o kendi dilince… Ayrı - gayrı yoktur artık. Razı olursunuz hâlinize. O zaman kaplar dökülür; sırlar, sular bir olur, diller bir olur. Herkes kendi kabını doldurmaya bakmaz. Bencillik yok burada. Herkes kendi kabından diğer kaplara sular döker, kaplar bir olur. Ayrı duranlar omuz omuza verir, arkadaş olur, dost olur. Daha da ötesi kardeş olur. Kelimeler, cümlelere dönüşür. Kelimelere ruh gelir, hayat gelir, mânâ gelir. Kelimeler, söz olur. Sözler; etrafında toplanan çöl yolcularına, kuyunun başındaki o insanlar gibi, susuzluğunu giderecek sırlar, bengisular sunar. Ve bir gün, bir insan, diğerine kendi dilinden bir kelime söyler. O güne kadar söylenmedik bir kelimedir bu. O da ona bir kelimeyle cevap verir. Ne söylediği o kadar önemli değildir. Ama yürekten dedikleri için, ne dediklerini ikisi de anlamıştır. O kuyunun başında öğrendikleri en güzel kelimeyi söylerler. Biri kendi diliyle “kardeşim” der; öbürü kendi diliyle “keko” der. Kucaklaşırlar. Çölün sıcağına, soğuğuna, korkutuculuğuna, ürkütücülüğüne aldırmadan birlikte yollarına devam ederler. Kendilerini oraya bırakan yağız atların üstündeki o meçhul efendileri aramaya, sormaya, soruşturmaya başlarlar. Onlar çoktan sinmişlerdir bir yerlere. Yine yeni oyunlar peşindedirler yeni kurbanlarına. Ama bu defa maskeleri düşmüştür, yakayı ele vermiştir, korku içindedir efendiler. Kendi kurdukları tuzaklara düşmüştürler efendiler. Onları zorlu yokuşlara, çöllere sürmüşlerdi bir zamanlar, sürgün etmişlerdi, kuyu başlarına terk etmişlerdi güya. Bir daha asla çıkamaz, gelemez zannetmişlerdi onları güya. Öyle bir geldiler ki… El ele, gönül gönüle geldiler… Düşman bıraktıklarını kardeş buldular karşılarında. O kelimeyi söylemiştir dudakları, dudaklarından o sözler dökülmüştür ikisinin de. Kardeşçe, dostça… Kelimeler de birdir artık, mânâlar da birdir. Diller de, kalpler de, gönüller de birdir. “Bir” olanın birliğinden gelir bunlar. “Bir”den birlik gelir ancak. Ve bazen birden gelen, birden gelir. Ayrı gibi zannedilen diller, biri söyler, bir olur ve “Bir”in sırrına varır. Ayrı ayrı duran birler, birde birleşir giderler… Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu… Evet, ne güzeldir diller, dillerdeki kelimeler ve sözler. O korkunç efendiler, sömürgeci, istilâcı efendiler ne güzel kelimeler bırakmışlardır bize. Her şeyimizi yuttular, inançlarımızı, geleneklerimizi, kutsallarımızı… Nereye uğradıysa yolları, arkalarında harabeler bıraktılar bu topraklarda. Ama onların alıp götürdüklerinden bize pırıl pırıl kelimeler kaldı, sözler kaldı. Sonunda onlar kaybetti. Sonunda biz kazandık. Madenlerimizi, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi, altınlarımızı aldılar. Bize altından daha değerli olan kelimeler, sözler bıraktılar. Ve bunları anlayabilecek altın kalpli nesiller bıraktılar. Her şeyi aldılar, ama hiçbir şeyi götüremediler, her şeyi bıraktılar. Bize kelimeleri, sözleri bıraktılar. Sözlerin gücü, kuyunun başındakileri kardeş etti, efendilerin tuzaklarını yerle bir etti. Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu… 26.09.2010 E-Posta: [email protected] |