Yasemin YAŞAR |
|
Her şey kaderde belirlenmişse, neden duâ ediyoruz? |
Doğru hayat algısı için doğru kader inancının oluşması düşüncesinden yola çıkarak ‘kader yazıları’mıza devam ediyoruz. Bundan sonraki konularımız daha çok hayatın içinden kader konusundaki sorular ve cevaplardan oluşacak. Bunlardan ilki, kader ve duâ bağlantısına dair akla gelen sorulara cevap niteliğindedir. Cenâb-ı Hak dünya ve ahiret için istenen her şeyi bir takım sebeplere, şartlara bağlamıştır. Sebeplerle meydana gelen işlere ‘müsebbebat’ denmektedir. Meselâ imtihana çalışmak sebep, imtihanın neticesindeki başarı müsebbeptir. Cenâb-ı Hak, Müsebbibü’l-Esbab’dır (Sebebleri Yaratan). Bu minvalde düşünüldüğünde, rahmeti gereği insanlara gönderdiği dinler, peygamberler, kitaplar hâsılı bütün nimetler sebeptir, bunların neticesindeki cennet ise, müsebbeptir. Sebeplerin neticeye tesiri olmasa da bu bir kanun-u İlâhî olup, buna riâyet etmek gerekir. Aksi halde neticeden mahrum kalınır. İstenilen şeyin, yerine gelmesinde, belâ ve musîbetlerin definde duâ, en güçlü sebeplerdendir. Bu hakikatin zihin dünyamıza oturması için, öncelikle duâ ile kader arasındaki bağlantıyı iyi kurmak gerekecektir. Talebelerle yaptığımız sohbetlerde sorulan sorulardan birisi de, bu mesele ile ilgili idi. “Her şey kaderde belirlenmişse, neden duâ ediyoruz? Zira duâ etsek de etmesek de, Allah’ın takdiri gerçekleşecektir.” Birçoğumuzun da aklına gelen bu sualin öncelikle şeytânî bir telkin olduğunu tesbit etmek gerekir. Çünkü kulluğun özü niteliğinde olan duâ gibi azim bir ibadeti terk ettirmeye yönelik bir vesveseden başka birşey değildir. Şeytan bu vesvesesi ile zihinlere girerek önce duâ vesilesini kaldırmakta ve daha sonra meseleyi genelleyerek bütün sebeplere tutunmayı terk ettirerek, dalâletin kapılarını açmaktadır. Şeytan, öyle tuzaklar kurar ki, Cenâb-ı Hak’la yakınlaşmaya vesile olacak şeyleri, O’ndan uzaklaşmayı netice verecek kapılar şeklinde kullanabilir. Cebrî ve Mutezile mantığını her insanın bulunduğu maneviyat derecesine, konumuna göre farklı kapılardan üfleyen şeytan, dindar olan, duâ edip ibadet edenlere de bu vesvese cihetinden yaklaşmaktadır. İnanç zafiyeti taşıyanları da, daha çok Mutezile mantığı ile kandırıp, enelerini şişirerek, Yaratıcı bağını kesip, küfür karanlıklarına atacak telkinler vermektedir. Hâsılı şeytanın her insana yaklaşabileceği, itikadî açıdan dalâlete atabileceği pek çok kapıları mevcuttur. Şeytanın bu kapıları insanın zayıf damarlarına açılmaktadır. Konumuza tekrar dönecek olursak, duâ vesilesini terk etmek, arkasından Allah’ın bir kanunu olan sebeplere tutunmayı da terk ettirecektir. Oysa hayvanlar bile hayatları neye bağlıysa, o sebeplere tutunma fıtratı üzerine yaratılmıştır. O halde bu itikadî meseleyi ehl-i sünnet görüşüne göre şöyle düşünmek gerekecektir. Kaderde belirlenen şeyler, sebepleriyle birlikte belirlenir. Bu sebeplerden biri de duâdır. Yani Allah’ın takdiri, sebeplerden soyutlanmış biçimde değil, sebebiyle beraber yazılmıştır. Adeta, ‘Şu sebebi yaparsa, şu olacak’ şeklindedir. Dolayısıyla, âdet-i İlâhî gereği, kul sebepleri yerine getirince, kaderindeki vuku bulacaktır. Bediüzzaman, 24. Mektub’un Birinci Zeylinde, “Esbâbın içtimâı, müsebbebin icadına bir duâdır” demiştir. Yine devamında, zîşuurların duâsını ikiye ayırmış, biri fiilî, diğeri kavlî duâ tesbitinde bulunmuştur. İşte bu iki duânın birleşmesi neticesinde meşiet-i İlâhî de taalluk ederse, kişinin istediği vuku bulur. Kişi hem dili ile, hem istediği şeyin şartlarını yerine getirecek diğer sebeplere uymasıyla netice yaratılacaktır. Başarı için duâ eden öğrenci, müsebbebin icadı için bir şartı yerine getirmiştir. Fakat yeterli değildir. Bunun için fiilî duâ hükmünde olan çalışmayı da yaptığı takdirde müsebbeb olan başarı yaratılmaktadır. Bu durumda duâ, vesilelerin en güçlülerindendir. Kaderde belirlenen şey, duâya bağlanmışsa, duâda hiçbir fayda yok demek doğru değildir. Bu aynen, ‘Allah rızkımı verecekse, çalışmama gerek yok’, ‘Karnımı doyurmayı takdir etmişse, yemek yememe gerek yok’ gibi gülünç bir mantıktır. Sebepler arasında duâdan daha faydalı ve etkili bir sebep yoktur desek abartmış olmayız. Hâsılı; Allah, dünya ve ahiret hayırlarının oluşmasını, amellere ve ibadetlere bağlamıştır. Hayrın yapılan ibadetlerin sonucu olması, malûlün illetin sonucu, müsebbebin sebeplerin sonucu olması nev'îndendir. Fakat burada hemen başka bir itikadî kayma yaşamamak için, sebeplerin, Allah’ın iradesini bağlamadığı, yani meşîet-i İlâhînin esas olduğu hükmünü hatırlamak gerekecektir. Kader, adeta küçük küçük zihin sıçramaları ile iki tarafı uçurum olan bir yolda yürümek gibidir.
*** Bu meseleyi ele almamızın altında yatan asıl sebep, duâ gibi çok önemli bir vesileyi, evlilik tercihlerinde (eş seçiminde), aile içi iletişimde, çocuk eğitiminde vs. kullanamamak; kullanılıyorsa bile, fiilî ve kavlî olan iki ayağından birinin ihmal edilebildiği gerçeğine dikkat çekmektir. Bunun için duâların âdâbını, kabulüne engel olan durumları iyi bilmek gerekir. Kişinin samimî niyeti ve duâları matluba yaklaştıran sebeplerin en güçlülerindendir. Bu vesilelere tutunmadan veya hakkıyla yerine getirmeden tercihlerimizin neticelerini kadere havâle etmek yanlış olacaktır. Biz kullar bu yüzden elimizden gelenin (sebeplere müracaat etmek) en iyisini yapıp, neticeyi Allah’a bırakmak gibi bir kulluk edebiyle işlerimizi tanzim etmeliyiz. Fakat netice de, her zaman istediğimiz gibi olmayabilir. Böyle durumlarda da olaya imtihan diye bakmak, ruh ve akıl sağlığı açısından önemli olacaktır. 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |