Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Skandal savunma ve sonrası |
Anayasa paketinin oylanacağı güne aşağı yukarı bir ay kala gündeme gelen farklı bir konu, Türkiye’ye ve özellikle Dışişleri Bakanına son derece ciddî sıkıntılar yaşattı. Dink ailesinin AİHM’e açtığı dâvâda Türkiye hükümeti adına verilen savunma, tıpkı başörtüsü dâvâsında olduğu gibi, hükümetin demokrasi ve özgürlük söylemleriyle bağdaşmıyor, tam tersine, bilinen devlet reflekslerini yansıtıyordu. Hrant Dink’in, katlinden önce 301’den mahkûm edildiği ve hakkındaki cezanın Yargıtay’ca da onaylandığı sürece atıf yapılarak, devletçi ve hattâ ırkçı bir yaklaşımla hazırlandığı şeklinde eleştirilere konu olan savunma için yapılan Dışişleri açıklamasında özet olarak şöyle denildi: “Dink dâvâsında AİHM’e sunulan görüş, hukukî ve teknik unsurlar temelinde hazırlandı.” Bakanlık kendisini bu şekilde savunmaya çalışırken, Bakan Davudoğlu ise, “O tarihlerde yurt dışında yoğun trafiğimiz olduğu için, savunmayı görmedim, altında imzam yok” diye konuştu. Ve ayrıca şunları söyledi: “Beni en çok üzen, ‘Bana getirmeyin’ dediğim şeyler, bu AİHM savunmaları. Hele fikir özgürlüğüyle ilgiliyse, bana çok ağır geliyor. Bazan bunları Adalet Bakanlığına geri gönderiyorum.” Ama her yönüyle ve çok boyutlu hassasiyetler arz eden Dink dâvâsı gibi son derece kritik bir dâvâda Türkiye adına böyle skandal bir savunmanın, Bakan bypas edilerek AİHM’e verilebilmesi ve Davudoğlu konuşmadan önce Bakanlık adına bu savunmaya resmen sahip çıkan bir açıklama yapılabilmesi, düşündürücü bir durum. Türkiye’nin bu konularda kat etmesi gereken daha çok mesafeler bulunduğunu gösteriyor. Ve siyasî irade adına verilen mesajlarla tamamen çelişen uygulamaların devam ediyor olması, derin bürokrasideki direnişin ve çelmeleme çabalarının, en kritik konularda dahi beklenmedik ataklarla sürdüğünü gözler önüne seriyor. (Millî Eğitim Bakanı, okullarda öğrencilere söyletilen, yıllardır tartışılan ve son günlerde yine gündeme gelen “Andımız” için “Tartışılabilir” derken, bu uygulamanın kaldırılması için açılan iptal dâvâsında Bakanlık adına Danıştay’a gönderilen savunmada söz konusu ucube metne sahip çıkılması bir başka örnek değil miydi?) Tam bir skandal olarak tarihe geçen Dink savunması sonrasında ilginç bir gelişme daha var. Söz konusu dosyada imzası olan Adalet Bakanlığı bürokratı (Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı), daha sonra, terörle mücadeleyi koordine etmek üzere kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına Hukuk İşleri Daire Başkanı olarak atanmış (Akşam, 2.9.10). Bir anlamda terfî ettirilip ödüllendirilmiş. Davudoğlu, “Haberim olunca şok oldum, ama artık yapacak birşey yok” dediği Dink savunmasının yol açtığı tahribatı telâfi için çabalar ve AİHM’in o dâvâda Türkiye için verdiği mahkûmiyet kararına itiraz etmeyerek meseleyi kapatmaya çalışırken, bu ödüllendirme neyin nesi? O skandalın sorumlusu olarak gözüken bürokratı, daha üst ve önemli bir göreve kim uygun gördü; ve bu kişi, kimlerin telkini, kararı ve imzasıyla Kamu Düzeni Müsteşarlığındaki yeni görevine tayin edildi? Doğrusu merak konusu. Müsteşarlık terörle mücadelenin koordinasyonu için çalışırken, işin hukukî boyutu, nasıl bir hukuk anlayışına sahip olduğunu Dink dâvâsında AİHM için imza koyduğu savunma ile ortaya koymuş olan bu bürokrata emanet edilecekse, zaten fazlasıyla sıkıntılı olan o cenahtaki sıkıntı daha da katmerlenerek sürecek demektir. (Kurulalı ve başındaki isim belirleneli aylar olduğu halde, müsteşarlığın hâlâ bina tadilâtlarıyla uğraşıyor olması, konunun ayrı bir boyutu.) Söz konusu atama, hükümetin kritik görevler için yanlış tercihte bulunma alışkanlığının hâlâ sürdüğünü mü gösteriyor? HSYK’da en çok sıkıntı çıkaran isimlerden biri de, iktidar tarafından ödüllendirilip o göreve getirilmemiş miydi? 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Ankara’da Bediüzzaman’a yeni bir “hoşamedî” |
Bediüzzaman Said Nursî, bugün Ankara’ya geliyor. Onu karşılamak için yolda bekliyoruz. 9 Kasım 1922 tarihinde geldiği gibi. O zaman trenle gelmişti. Şimdi tırla geliyor. 88 yıl öncesine kısa hayalî bir yolculuk yapalım mı? Bediüzzaman’ın vatan ve millete hizmetini yakından takip eden Ankara hükümeti, onu Ankara’ya dâvet etti. M. Kemal Paşa, şifre ile dâvet etmiş ise de, cevaben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir. Üç defa şifre ile dâvet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla dâvet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Bu konuyu Millî Müdafaa İmamı ve Alay müftülerinden Osman Nuri Efendi bir yazısında şu şekilde teyid eder: “Yurdun her tarafında mücâhede-i milliye devam ederken, zât-ı hakîmânelerine, Ankara’da mücâhede-i milliyeye birlikte devamı mutazammın, muhtelif eşhastan on sekizi mütecâviz dâvetnâmeler geldiği zaman, bu dâvetlere icâbet edip etmemek husûsunda, İstanbul’da ikametgâhınızda beynimizde (aramızda) takarrür eden günde buluşarak istişâre buyurduğunuz alay müftülerinden dost-u kadîminiz Ankaralı Osman Nuri’yim.” 1 Israrlı dâvetler üzerine Bediüzzaman, talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Refik Beyi millî hükümeti desteklemeleri için önceden Ankara’ya gönderdi. Kendisi de 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar önce trenle Ankara’ya geldi. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından muhteşem bir karşılama yapıldı. 9 Kasım Perşembe günü Bediüzzaman’a mecliste resmen “Hoşamedi” edilmiş (Hoşgeldin töreni yapılmış) ve alkışlarla karşılanmıştır. O güne ait oturumun tutanağında şu satırları okuyoruz: “Ulemadan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşamedi: Reis: Efendim, Bitlis mebusu Arif Bey’le rüfekasının takriri var. Riyaset-i Celileye, Vilayat-ı Şarkiye ulema-ı benamından olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşamedi edilmesini teklif ederiz. Bitlis- Arif, Bitlis-Derviş, Muş- Kasım, Muş-okunamadı, Siirt- Salih, Bitlis- Resul, Ergani-Hakkı. (Alkışlar) Rasih Efendi (Antalya): Kürsüye teşriflerini ve duâ etmelerini kendilerinden rica ederiz.” 2 Bediüzzaman bu istekleri geri çevirmemiş, meclis kürsüsüne çıkarak konuşma yapıp duâ etmiştir. Bu samimî ve candan karşılamaya rağmen Ankara’da ümit ettiği ortamı bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram Camii civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dîne karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzûm ve ehemmiyetine dair on maddelik bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır; Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. 3 Bu beyannameden sonra namaz kılanların sayısı 50-60 kişi kadar artar. Hatta bu yüzden mevcut mescid yeterli gelmediği için başka bir odaya nakledilir. Fakat bu beyanname yüzünden M. Kemal’le arasında sert bir tartışma geçmiştir. Bu tartışmalardan biri, Tarihçe-i Hayat’ta şu şekilde yer alır: “Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, ‘Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz’ der. “Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, ‘Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur’ der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.” (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., 2006, s. 226) Bediüzzaman, “hayatımın gayesi” dediği Medresetüzzehra çalışmalarından vazgeçmez. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden de aynı taleplerde bulunur. Bir gün milletvekilleri grubuna, “Bütün hayatımda bu darülfünûnu (üniversite) takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verirler. Bazıları, kendisine, medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gittiğini söyleyerek “Şimdi Batılılara benzemek lâzım” der. Bediüzzaman, doğu vilâyetlerinin bir nevî İslâm âleminin merkezi hükmünde olduğunu; yeni fenler yanında, dînî ilimlerin de lâzım olduğunu söyler. Buna delil olarak, peygamberlerin çoğunun doğuda, filozofların çoğunun batıda gelmesini gösterir. Doğunun yükselmesi, ayakta kalması dinle mümkündür. Başka vilayetlerde sırf yeni ilimler okutturulsa bile, doğuda her halde millet, vatan faydası adına, din ilimleri esas olmalıdır. “Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesanüde muhtacız” 4 der. Bediüzzaman’ın görüşleri mecliste taraftar bulur. 2 Mart 1923 tarihinde BMM’inde Medresetüzzehra hakkında kanun teklifi verilir. Yüz altmış üç milletvekilinin imzası ve Mustafa Kemal’in de tasdikiyle kanun teklifi kabul edilir. Fakat binler teessüf, medreseler kapanır, o hakîkat geri kalır. Bediüzzaman, M. Kemal’in kendisine yaptığı milletvekilliği, köşk, yüksek maaş, şark umumî vaizliği tekliflerini reddeder. Trenle Ankara’dan Van’a gitmek için istasyona gelen Bediüzzaman, orada dostları tarafından uğurlanır. Bu esnada istasyondaki evinde kalan M. Kemal Paşa da yanına gelir. Ayak üzeri heykel konusunu sorar. Bediüzzaman da, “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise, hastaneler, mektepler, yetimleri koruyan yurtlar, mabedler, yollar gibi âbideler olmalıdır” cevabını verir. 5 Daha sonraki yıllarda Bediüzzaman, Ankara’ya çeşitli vesilelerle tekrar gelecek/getirilecektir. Hatta vefatından kısa bir süre önce kendi isteğiyle gelecek, ancak şehrin girişinden zorla geri çevrilecektir. Bugün biz onu vefatından 50 yıl sonra, mânen tekrar karşılıyoruz. Ankara olarak tekrar “hoşamedî” yapıyoruz. Şehrimize hoş geldin diyoruz. Çünkü ona çok ihtiyacımız var.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 559. 2- Zabıt Ceridesi, c. 24, s. 457. 3- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 124. 4- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 226-227. 5- N. Şahiner, B. T. Bediüzzaman Said Nursî, s. 245-246. 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Hakk’a yürüyen bir İsmail... |
Onu; adaşı olan ağabeyimin Adapazarı’nda bulunduğu zaman, yine ağabeyimle beraber tanımıştık. Yirmi küsur sene olmuş. Ondan sonra da hizmetle alâkalı beraber bulunduğumuz bir çok mahalde bir araya gelmiştik. Allah rahmet eylesin, soyadıyla mütenasib, “demir” gibi sağlam bir ağabeyimizdi. Tevafuka bakın ki, vefat haberini de, yine ağabeyimle beraber bulunduğumuz Yalova’daki sohbet esnasında, oraya misafir olarak gelen İzmitli arkadaşlarımızdan Salih Çökren Hocamızdan almıştık. İsmail Hakkı Demir Ağabey, Nurun tam bir müstakîm talebesiydi. Adeta Adapazarı’nın Geyve kazasıyla özdeşleşmişti. Geyve’den, oradaki hizmetlerden bahsedilince akla o gelirdi. Güler yüzlü, o yaşına rağmen her zaman hizmete hazır bir asker gibiydi. Bir araya geldiğimiz zaman, mütevazı halini hiç bırakmazdı. Cemaatimizin nerede bir faaliyeti olsa, onu orada görmeniz mümkündü. Çok sık bir araya gelip, fazla münasebetimiz olmasa da, işte bu gibi faaliyetlerde, hani ”ayda, yılda bir“ de olsa bir araya gelebiliyorduk. “Az konuşup, çok iş yapan”lardandı. İsmini taşıdığı İsmail (as) gibi, Hakk’a meftun ve O’na yönelmiş, neticede de O’na yürümüştü! Ne mutlu ona ki, peşinden Geyve hizmetlerini devam ettirecek bir nesil bırakarak gidiyordu İsmail Ağabey. Yani gözü açık gitmiyor, huzurla gidiyordu Rab’bine. Hani, çoğu zaman diyoruz ya, “ayak olmayı, baş olmaya tercih etmek” diye. İşte o, böyle bir insandı. Her zaman, yürümeye hazır ayak gibi hizmete koşardı. Adsız kahramanlar misâli, tam bir kahramandı. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun İnşâallah! 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Nur mesleğinin rüknü: İhlâs Risâlesi - 2 |
Abdullah Bey: “Bazen olmadık zamanlarda ortaya çıkan ve hizmetlerimize doğrudan zarar veren kini, öfkeyi, tarafgirliklerin doğurduğu soğuklukları kardeşler arasında nasıl öldürebiliriz?”
İhlâs Risâlesi’nin Dördüncü Düsturunda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, nefsimize kabul ettirmek açısından en zor prensipleri vaz ediyor. Buna göre kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda göreceğiz, fazîletlerini ve üstünlüklerini kendimizde bileceğiz ve kardeşlerimizin şerefleriyle övüneceğiz. Biz ise kendi kişisel beğenilerimizi öylesine ön plâna çıkarıyoruz ki, bu prensip neredeyse mâlâyutak kalıyor. Yani hatırsız nefsimizin yanımızdaki hatırından dolayı bu prensibi tersine işletiyoruz ve bu prensibin uygulanırlığını ortadan kaldırıyoruz. İşte düşmanlık da, adâvet de, husûmet de buradan sonra sökün edip geliyor. Biz muhabbete liyakat göstermeyince, adâvet, husûmet, ihtilâf ve ikilik bir İlâhî tokat olarak geliyor. Kaynaşma ve kardeşlik sünnetini böylece rafa kaldırmış oluyoruz. Şüphesiz bunun âhiretteki vebali ve günahı başkadır! Bizim bu düsturda tersine işlettiğimiz bir prensip de, “fena fi’l-ihvan” prensibidir. Eğer sırf bu prensibi işletsek, emin olun aramızda hiçbir dert, hiçbir iddia, hiçbir tartışma, hiçbir nizâ, hiçbir münâkaşa, hiçbir husûmet, hiçbir kin, hiçbir garaz, hiçbir nefret ve hiçbir fitne kalmayacak! Çünkü zaten kardeşimizde fena olmuşuz! Bunun gereği olarak kardeşimizin meziyetini meziyetimiz saymışız, kardeşimizin kusurunu ve hatasını da kusurumuz ve hatâmız bilmişiz. Tefânî sırrı budur! Bediüzzaman Hazretleri tefani sırrını şöyle açıklıyor: “Birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.” 1 Burada eleştirmek ve suçlamak yoktur. Eleştirmek ve suçlamak olmayınca fıtrî olarak adâvet de olmayacaktır, husûmet de olmayacaktır, kin de olmayacaktır, garaz da olmayacaktır! Çünkü şeytan fırsat bulup kardeşler arasına giremeyecektir! Oysa bu sırrı tersine işlettiğimizde, yani ya yalnız nefsimizle fânî olduğumuzda, ya da yalnız sevdiğimiz ve tercih ettiğimiz kardeşlerimizle fânî olduğumuzda, diğer bir grup kardeş dışarıda kalmaktadır! Ne var ki buna da hakkımız ve haddimiz bulunmamaktadır. Bir grup kardeşi dışarıda bırakmayı ihlâs prensipleri ile izah etmek mümkün değildir. Dışarıda bıraktığımız bu bir kısım kardeşlere karşı tefânî sırrını işletmemekteyiz. İşte burada da kin ve garaz, adâvet ve husûmet, nefret ve ihtilâf yol bulup girebilmektedir. Burada Üstad Hazretleri kesin bir dil ile şu uyarıyı yapıyor: “Evet, yol iki görünüyor: Cadde-i Kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimâli var. İnşâallah Risâle-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın daire-i Kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.” 2 Ve Bediüzzaman’ın, İhlâs Risâlesindeki can alıcı uyarısı: “Evet, Risâle-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.” 3 Neticede insanız; melek değiliz. İnsanız, ama imtihandayız! İhtiyatlı davranmak ve ihlâsı ve uhuvveti hiçbir şeye feda etmemek mesleğimizin rüknüdür, özüdür, esasıdır! Nefsimizdeki ukdeleri aşmak için İhlâs Risâlesini sık sık okumaya ve uhuvvete zarar vermeden her işimizde İhlâs Risâlesini hakem kılmaya çok ihtiyacımız vardır.
Dipnotlar: 1- İhlâs Risâlesi: 166. 2- Lem’alar, s. 163-167. 3- İhlâs Risâlesi: 170. 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Her şey kaderde belirlenmişse, neden duâ ediyoruz? |
Doğru hayat algısı için doğru kader inancının oluşması düşüncesinden yola çıkarak ‘kader yazıları’mıza devam ediyoruz. Bundan sonraki konularımız daha çok hayatın içinden kader konusundaki sorular ve cevaplardan oluşacak. Bunlardan ilki, kader ve duâ bağlantısına dair akla gelen sorulara cevap niteliğindedir. Cenâb-ı Hak dünya ve ahiret için istenen her şeyi bir takım sebeplere, şartlara bağlamıştır. Sebeplerle meydana gelen işlere ‘müsebbebat’ denmektedir. Meselâ imtihana çalışmak sebep, imtihanın neticesindeki başarı müsebbeptir. Cenâb-ı Hak, Müsebbibü’l-Esbab’dır (Sebebleri Yaratan). Bu minvalde düşünüldüğünde, rahmeti gereği insanlara gönderdiği dinler, peygamberler, kitaplar hâsılı bütün nimetler sebeptir, bunların neticesindeki cennet ise, müsebbeptir. Sebeplerin neticeye tesiri olmasa da bu bir kanun-u İlâhî olup, buna riâyet etmek gerekir. Aksi halde neticeden mahrum kalınır. İstenilen şeyin, yerine gelmesinde, belâ ve musîbetlerin definde duâ, en güçlü sebeplerdendir. Bu hakikatin zihin dünyamıza oturması için, öncelikle duâ ile kader arasındaki bağlantıyı iyi kurmak gerekecektir. Talebelerle yaptığımız sohbetlerde sorulan sorulardan birisi de, bu mesele ile ilgili idi. “Her şey kaderde belirlenmişse, neden duâ ediyoruz? Zira duâ etsek de etmesek de, Allah’ın takdiri gerçekleşecektir.” Birçoğumuzun da aklına gelen bu sualin öncelikle şeytânî bir telkin olduğunu tesbit etmek gerekir. Çünkü kulluğun özü niteliğinde olan duâ gibi azim bir ibadeti terk ettirmeye yönelik bir vesveseden başka birşey değildir. Şeytan bu vesvesesi ile zihinlere girerek önce duâ vesilesini kaldırmakta ve daha sonra meseleyi genelleyerek bütün sebeplere tutunmayı terk ettirerek, dalâletin kapılarını açmaktadır. Şeytan, öyle tuzaklar kurar ki, Cenâb-ı Hak’la yakınlaşmaya vesile olacak şeyleri, O’ndan uzaklaşmayı netice verecek kapılar şeklinde kullanabilir. Cebrî ve Mutezile mantığını her insanın bulunduğu maneviyat derecesine, konumuna göre farklı kapılardan üfleyen şeytan, dindar olan, duâ edip ibadet edenlere de bu vesvese cihetinden yaklaşmaktadır. İnanç zafiyeti taşıyanları da, daha çok Mutezile mantığı ile kandırıp, enelerini şişirerek, Yaratıcı bağını kesip, küfür karanlıklarına atacak telkinler vermektedir. Hâsılı şeytanın her insana yaklaşabileceği, itikadî açıdan dalâlete atabileceği pek çok kapıları mevcuttur. Şeytanın bu kapıları insanın zayıf damarlarına açılmaktadır. Konumuza tekrar dönecek olursak, duâ vesilesini terk etmek, arkasından Allah’ın bir kanunu olan sebeplere tutunmayı da terk ettirecektir. Oysa hayvanlar bile hayatları neye bağlıysa, o sebeplere tutunma fıtratı üzerine yaratılmıştır. O halde bu itikadî meseleyi ehl-i sünnet görüşüne göre şöyle düşünmek gerekecektir. Kaderde belirlenen şeyler, sebepleriyle birlikte belirlenir. Bu sebeplerden biri de duâdır. Yani Allah’ın takdiri, sebeplerden soyutlanmış biçimde değil, sebebiyle beraber yazılmıştır. Adeta, ‘Şu sebebi yaparsa, şu olacak’ şeklindedir. Dolayısıyla, âdet-i İlâhî gereği, kul sebepleri yerine getirince, kaderindeki vuku bulacaktır. Bediüzzaman, 24. Mektub’un Birinci Zeylinde, “Esbâbın içtimâı, müsebbebin icadına bir duâdır” demiştir. Yine devamında, zîşuurların duâsını ikiye ayırmış, biri fiilî, diğeri kavlî duâ tesbitinde bulunmuştur. İşte bu iki duânın birleşmesi neticesinde meşiet-i İlâhî de taalluk ederse, kişinin istediği vuku bulur. Kişi hem dili ile, hem istediği şeyin şartlarını yerine getirecek diğer sebeplere uymasıyla netice yaratılacaktır. Başarı için duâ eden öğrenci, müsebbebin icadı için bir şartı yerine getirmiştir. Fakat yeterli değildir. Bunun için fiilî duâ hükmünde olan çalışmayı da yaptığı takdirde müsebbeb olan başarı yaratılmaktadır. Bu durumda duâ, vesilelerin en güçlülerindendir. Kaderde belirlenen şey, duâya bağlanmışsa, duâda hiçbir fayda yok demek doğru değildir. Bu aynen, ‘Allah rızkımı verecekse, çalışmama gerek yok’, ‘Karnımı doyurmayı takdir etmişse, yemek yememe gerek yok’ gibi gülünç bir mantıktır. Sebepler arasında duâdan daha faydalı ve etkili bir sebep yoktur desek abartmış olmayız. Hâsılı; Allah, dünya ve ahiret hayırlarının oluşmasını, amellere ve ibadetlere bağlamıştır. Hayrın yapılan ibadetlerin sonucu olması, malûlün illetin sonucu, müsebbebin sebeplerin sonucu olması nev'îndendir. Fakat burada hemen başka bir itikadî kayma yaşamamak için, sebeplerin, Allah’ın iradesini bağlamadığı, yani meşîet-i İlâhînin esas olduğu hükmünü hatırlamak gerekecektir. Kader, adeta küçük küçük zihin sıçramaları ile iki tarafı uçurum olan bir yolda yürümek gibidir.
*** Bu meseleyi ele almamızın altında yatan asıl sebep, duâ gibi çok önemli bir vesileyi, evlilik tercihlerinde (eş seçiminde), aile içi iletişimde, çocuk eğitiminde vs. kullanamamak; kullanılıyorsa bile, fiilî ve kavlî olan iki ayağından birinin ihmal edilebildiği gerçeğine dikkat çekmektir. Bunun için duâların âdâbını, kabulüne engel olan durumları iyi bilmek gerekir. Kişinin samimî niyeti ve duâları matluba yaklaştıran sebeplerin en güçlülerindendir. Bu vesilelere tutunmadan veya hakkıyla yerine getirmeden tercihlerimizin neticelerini kadere havâle etmek yanlış olacaktır. Biz kullar bu yüzden elimizden gelenin (sebeplere müracaat etmek) en iyisini yapıp, neticeyi Allah’a bırakmak gibi bir kulluk edebiyle işlerimizi tanzim etmeliyiz. Fakat netice de, her zaman istediğimiz gibi olmayabilir. Böyle durumlarda da olaya imtihan diye bakmak, ruh ve akıl sağlığı açısından önemli olacaktır. 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Şapkayı ve yasağını takan var mı? |
Siyasetçilerin Türkiye’den uzaklaştıkları nisbette güzel konuşmalar yaptıklarına şahit oluyoruz. Bu alışkanlık geçmiş yıllardan beri tekrarlanıyor. Evvelki yıllarda görev yapmış cumhurbaşkanları ve başbakanlar olmak üzere, çok sayıda idareci; Türkiye dışına çıktıklarında Türkiye’deki gerçekleri daha iyi görüyor olsa gerek, derde çare olabilecek tesbitlerde bulunuyorlar. Türkiye’den uzaklaştıkça görüş mesafeleri düzelen siyasetçiler listesine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da katıldı. Kılıçdaroğlu, çıktığı son Avrupa gezisinde Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan “başörtüsü yasağı” konusunda müsbet cümleler kurdu. Daha önce defaatle tekrarladığımız üzere, Türkiye bu problemi halletmeden, yani yasağı sona erdirmeden gündemden çıkaramaz. Türkiye’de olduğu gibi yurt dışında da bu konu hep gündemde kalmaya devam edecek. Nitekim, CHP Genel Başkanının Belçika ziyareti esnasında da başörtüsü yasağı gündeme gelmiş ve gurbetçiler Kılıçdaroğlu’na “başörtüsü yasağı”nı sormuşlar. Türkiye’de sorulan aynı soruyu daha dolambaçlı cevaplandıran ana muhalefet partisi lideri, Belçika’da daha net konuşmuş ve şöyle demiş: “Türkiye’de bir sorun var mı? Evet, bir başörtüsü sorunu var. Bu soruna karşı biz ilgisiz kalabilir miyiz? Hayır. Sen siyasetçisin, varsa bir sorun çözeceksin. Onun için diyoruz ki ’Biz bu sorunu çözeceğiz.’ (...) Yani o insanımız ister inancı nedeniyle, ister sosyal nedenlerle, ister geleneksel nedenlerle, ister aileden gördüğü şekliyle giyinebilir. (...) Ayrıca kılık kıyafetler yasa konusu da olmaz. Yasalarla kılık kıyafeti düzenleyemezsiniz. Bakın şapka kanunu var, şapka takan var mı? (...) O nedenle bunları toplum aşar. Biz de aşacağız. Ama biz olaya siyasî açıdan bakmıyoruz, hak ve özgürlükler açısından bakıyoruz.” (AA, 17 Eylül 2010) “Doğru” konuştuğu için CHP Genel Başkanını tebrik eder, ancak hemen ilâve ederiz: Söz yetmez, icraat bekleriz! Kılıçdaroğlu, doğru bir misâl vermiş: Yürürlükteki kanunlara göre ‘şapka’ takmak mecburîdir ve takmayanlara hapis cezası verilmelidir. Nitekim, Kılıçdaroğlu’nun partisinin “Tek Parti” olarak iktidarı elde tuttuğu yıllarda pek çok kişi sırf şapka takmadığı için hapse atılmış, ilave olarak şapka takmadığı ve şapka takılmasına karşı çıktığı için ‘insan’lar, âlimler asılmıştır! Madem milletin takmadığı ‘şapka yasağı’nı gündeme taşıdı, bu vesile ile Kılıçdaroğlu’ndan partisi adına “milletten bir özür” beklesek çok şey mi talep etmiş oluruz? Millet ‘şapka’yı ve ‘yasağını’ takmadığı gibi, başörtüsü yasağını da takmıyor! Mağduriyetleri göze alarak başörtüsüne her hal ve şart altında sahip çıkıyor ve inşâallah çıkmaya da devam edecek. O halde CHP lideri bu sözlerinin arkasında durmalı, Avrupa’da gördüğü gerçekleri Ankara’ya geldiğinde inkâr etmemeli. Yarından tezi yok, “Biz olaya siyasî açıdan bakmıyoruz, hak ve özgürlükler açısından bakıyoruz” dediği başörtüsü yasağına karşı kampanya başlatmalı, yasağın sona ermesine açıkça ve net olarak destek vermelidir. Aksi halde, “Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” konumuna düşmekten kurtulamaz. Ha gayret, “dördüncü devre”yi yaşayan yasak savunucuları tuş olmak üzere... 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Tartışılacak değişiklikler… |
Sâdece 12 Eylül’ün yargılanması ve başta “Ergenekon dâvâsı” olmak üzere “darbe teşebbüsünde bulunmak ve darbeye ortam hazırlamak” iddiasıyla yargılanan eski kuvvet komutanlarının ancak Yüce Divan’da yargılanabileceği hususu değil, diğer birçok değişiklik belirsizlik içinde. “Uyum yasaları”yla bu durum düzeltilmediği takdirde, demokratikleşme ve özgürlüklerde bir netice sağlayamayacağı, hatta bazı alanlarda işin daha da kötüye gidebileceği daha şimdiden belirtiliyor. Yalnız askerlerin yargılanmasına ve askerî yargının işleyişine dair maddelerin de değil, diğer maddelerdeki değişiklerin birçoğunun kâğıt üzerinde kalacağı değerlendirmesi yapılıyor. Buna bağlı olarak oylanan “değişiklik metni”ndeki yeni düzenlemelerin, yasa düzeyinde ciddî olarak tahkim edilmesi, istismar açıklarının kapatılması gerekiyor… Örneğin, yeni getirilen “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHM) kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Bu başvuru için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır” ibâresi, iddiaların aksine ciddî bazı mahzurlar getirebilir… Öncelikle Anayasa Mahkemesi’ne “bireysel başvuru hakkı”nın Türkiye’de ideolojik devlet cenderesinde ağır aksak işleyen yargı sistemi içinde, zaten uzun süren yargılama süresini daha da uzatacağı, adaletin teminini daha da zorlaştıracağı gerçeği nazara veriliyor. En çarpısı da “bireysel başvuru”yla iç hukukta haklarını elde edemeyen vatandaşlara AİHM yolunun önüne aşılması zor ve sonuç alınması yıllar sürecek bir “yüksek bariyer”in konulması, âdeta yargı yolunun kapanması ya da ötelenmesi olarak karşımıza çıkıyor…
AYİM, AİHM, YAŞ, OMBUDSMAN… Referandumun akabinde, Anayasa Mahkemesi Başkanlığının, ilgili yasayı beklemeden, “bireyse başvurular’a dair yasal düzenlemelerin iki yıl içerisinde yapılacağını, bu süre zarfında Mahkemeye yapılan ve yapılacak müracaatların kabul edilerek incelenmesine imkân bulunmadığını duyurması, endişenin haklılığını ortaya koyuyor. Kuvvet komutanlıklarının disiplinsizlik ve ahlâkî sebeplerle uyguladığı ilişik kesme işlemleri”ne karşı Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) mağdurlarının yine Askerî Yüksek İdâre Mahkemesine (AYİM) dâvâ açmak durumunda kalmaları; ardından Anayasa Mahkemesi’nin “bireysel başvurular sonucunda vereceği karar”la ancak AİHM’e gidebilecekleri vaziyeti, bunun açık bir göstergesi. Keza, “TBMM Başkanlığına bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumu idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri inceler” cümlesinin Anayasa’nın 54. maddesine ilâve edilmesiyle kurulan “kamu denetçiliği sistemi”nin doğru ve sağlıklı işlemesi için ombudsmanlığın altının iyice doldurulması gerekiyor. Yoksa, bu kurumun da pek bir etkisi görülmeyen “etik kurul” gibi, isim ve resimden ibâret kalacağı, zaten içinden çıkılmaz hale gelen idârenin işleyişini daha da karmaşık hale getireceği ifâde ediliyor. Daha çok demokratik şuurun geliştiği ülkelerde uygulanan, vatandaşların kamu kuruluşlarıyla ihtilâflarının yargıya taşınmadan çözülmesini öngören, idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri, eylem, işlem, tutum ve davranışlarını, insan haklarına saygı, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden inceleyerek araştırmayı ve idâreye tekliflerde bulunmayı hedefleyen sistemin, benzeri onlarca kurul ve kurum gibi genel sistem içinde kaybolacağına dikkat çekiliyor.
MUHATARALI “DÜZENMELER” Medyada “başombudsman’ın kim olacağı?” magazinel tartışmalarıyla, meselenin özü gözden kaçırılırken, tamamen demokratik ve hukuk bilincinin gelişmesiyle orantılı “kamu denetçiliği”nin, tıpkı Meclis’in “dilekçe komisyonu” gibi şikâyetleri toplayıp biriktirmekle kalacağı, iddia edilen ve beklenen işlevini yerine getiremeyeceği uyarısı yapılıyor. Bu bakımdan uyum yasasının iyi hazırlanması icâb ediyor… Buna benzer, AB’nin bütün “ilerleme raporları”nda ikaz etmesine rağmen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda yürütmeyi temsilen Adalet Bakanı ve Müsteşarının etkili ve yetkili olarak bulundurulmasına devam edilmesi… Yine Anayasa değişikliği paketinde yer alan ekonomi ile ilgili düzenlemeler; yaklaşık 300 bin vergi borcu mükellefinin, batık banka patronlarının yararlanacağı yurt dışına çıkış yasağının kaldırılması zaman alacağından, idarî kararla yurt dışına çıkış yasaklarının âcil olarak kaldırılması, bu arada “Eğer Uzanlar, yurt dışına kaçmasaydı vergi nedeniyle haklarında bulunan yurt dışına çıkış yasağından kurtulacaklardı” tesbiti… Ayrıca Anayasa hükmüyle idârî yargıya başvuru hakkının alınıp izne tabi tutulması, kamu ihâlelerine karşı vatandaşların yargıya gitme hakkının ellerinden alınması, memur sendikalarının toplu sözleşmelere itirazlarının “hakem kurulu”nda kesin neticeye bağlanıp yargı yolunun kapatılması, bu süreçte tartışılacak muhataralı anayasal değişikliklerin başında geliyor… 25.09.2010 E-Posta: [email protected] |