25 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Akdamar Adası

Bu ada asırlardır meşhur.

Son Ermeni âyinine ev sahipliği yapması ile yine gündeme geldi.

Van Gölü içinde bulunan bu adayı uzaktan birkaç defa gördüm. Her gördüğüm de Bediüzzaman’ın:

“Bu adada on sene kalarak elli tane talebe yetiştirsem, o talebelerle İslâmı bütün dünyaya yayıp, dünyayı fethedebilirim” sözleri hatırıma gelir.

Bu bir hasret idi.

Van ile Bitlis ili birbirine komşu iller.

Bu âyin iyi bir açılım oldu. Zira düşmanlığın hiçbir faydası yok . Dünya değişiyor.

Hafız-ı Şirâzî'nin:

“Dostlar ile mürüvvetkârâne muâşeret, düşmanlar ile sulhkârâne muâmele etmektir” dediği sır, işte bu.

***

Asıl temas etmek istediğim nokta, Bediüzzaman’ın bir asra yaklaşan büyük emeli ve hedefidir.

Van, Bitlis ve Diyarbakır’da açmak için uğraştığı ve “gaye-i hayalim” dediği şey; din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversitedir.

Sultan Reşad bu teklifi kabul etmişti. Fakat Birinci Cihan Savaşı’nın patlak vermesi ile atılan temel öylece kalmıştı.

Yeni kurulan Cumhuriyet hükûmeti de bu teklifi, 200 milletvekilinin 163’ünün imzasıyla kabul eder. Ne yazık ki medreselerin kapatılması ve dinden soyutlanmış bir iradenin hâkimiyeti buna engel olmuştu.

Bu hasret daha sonra serbest bir üniversiteye dönüşecekti. Bir nevî 'serbest bir üniversite' olan Risâle-i Nurlar bütün güçlüklere, engellemelere ve baskılara rağmen bu hedefe ulaşmıştır. Risale-i Nur'un neşri için her bir Nur Talebesi adeta bir matbaa hâline gelmişti.

600 bin nüsha elle çoğaltılmıştı.

İlim tekniğe meydan okumuştu.

Hapishaneler “Medrese-i Yusufiye” haline gelmişti.

"Akdamar Adası" hayali ve "Ağrı Dağı rüyası" Bediüzzaman’ın ve talebelerinin ‘hayat hâli’ haline geldi. Üniversite hayali ise beklenen bir müjdedir. Çok önceleri,“Rus da dinsiz kalamaz” sözlerini kitap satırlarından okurken, “Acaba?” dediğimiz anlar olmuştu. Bugün Rusya’daki İslâmî gelişmeler, bunun bir tescili haline geldi.

O “elli talebe hayali”, dünyada binlerce hizmet ehlinin mevcudiyeti ile gerçekleşti.

Nice “genç Saidler” bu iman hizmetinin fedaisi oldular.

Bugün, “Nur Talebesi” olmak büyük bir imtiyaz ve şereftir.

“Size kat'iyen ve çok emareler ile ve kat'î kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risâle-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini ve mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir” diyen Said Nursî, Akdamar hasretinin ve “Bediüzzaman Üniversitesi”nin de bir gün maddeten teessüs edeceğine işaret etmektedir.

Her gün bu emelin bir adım daha ilerisini yaşıyoruz. “Bediüzzaman Tırı” bu anlamda güzel bir açılımdır.

"Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur” tesbitinin bir yansımasıdır.

Geçmişte bu, mahkemeler ve hapishaneler, hatta menfi propagandanın bir müsbet şekli olarak yansıyordu. Şimdi ise neşriyat ve bu misâl tanıtımlar ile muhtaçlara ulaşılmaktadır.

Ülkemizin bu gün en büyük ihtiyacı Bediüzzaman Hazretlerinin insanın iki hayatı ile ilgili görüşleri ve muazzam eserleridir.

Zira “Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ru-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür.”

Akdamar Adası bir başlangıçtır çünkü...

“Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır” çünkü...

RAŞİT YÜCEL

Bediüzzaman Said Nursî: “Bu adada elli talebe yetiştirsem...”

Molla Hamid anlatıyor:

Üstad, bir gün Erek Dağındaki

Zernabat Suyu yanında beni çağırdı ve dedi:

“Ben, bir zaman gençken Ayasofya’da vaaz veriyordum. Cami tıklım tıklım doluyordu. Kapıdan içeriye girmek mümkün değildi. İşte o cemaate verdiğim kıymeti, aynen size de veriyorum. Demeyin: ‘Bize niçin bu kadar ehemmiyet veriyor? Niçin nefes tüketecek? Biz kimiz ki?’ diye kendinizi küçük görmeyin. Ben size o cemaat kadar ehemmiyet veriyorum. Nazarımda birsiniz.”

Sonra Van Gölündeki Akdamar Adasını kastederek, “Bu adada on sene kalarak elli tane talebe yetiştirsem, o talebelerle İslâmı bütün dünyaya yayıp, dünyayı fethedebilirim’ diyordu.

(Bilinmeyen Taraflarıyla B. Said Nursî, N. Şahiner,Nesil-2005, s. 272)

Gençlik problemleri aynı noktalarda toplanıyor

Elif sayfamızdaki yazılarımız ve özellikle de genç hatıraları, pek çok gencimizin ortak hissiyatlarını oluşturuyor. Ele alınan konular ve gençlerde yaşananlar ortak noktalarda toplanıyor.

Bu şu demektir, aynı toplumun insanı olmamız, problemlerin de aynı noktalarda toplanması anlamına geliyor. O zaman bir şey netleşiyor ki, bir ailedeki, bir gençteki problem pek çok noktalarda ‘ortak problem sebebi ve ortak çözümler’ içeriyor demektir.

Yani, özellikle gençlere olan yaklaşımlarda ebeveynler ve eğitimciler olarak ortak iletişim problemleri bulunuyor. İşte tam bu noktada, genci olan ve gençle ilgilenen herkesin, gençlerinde bir problem söz konusu olduğunda, kusuru tamamıyla ona yıkmaktan ziyade, acaba bu konuda benden kaynaklanan bir problem var mı?’ diye yaklaşmak yerinde olacaktır.

Aksi halde, ‘Ben babayım, bende hata olmaz, ben anneyim, hakkım var, ben eğitimciyim, her şeyi bilirim’ anlayışı içerisinde ne hata bulunup, anlaşılabilir, ne de yapılan yanlışlardan ders alınabilir.

Elif’te, gençlerle sohbet penceremiz açıldığından beridir, gelen onlarca mail, mesaj, mektup ve farklı farklı şehirlerde yüzyüze görüştüğümüz gençler bir noktaya dikkat çekiyor. O da, özellikle anne ve babaların, bununla birlikte yakın akrabaların, ‘genci hesaba almamak, adam yerine koymamak ve genç sadece söyleneni yapar, zaten gençler hataya yatkındır, zaten pek çok yanlışın içerisindeler’ gibi bir yaklaşım içerisinde olmaları çok ciddî ve yaygın bir yanılgıdır.

Bu, ebeveynler tarafından ne kadar böyle tanımlanmasa da, gençler açısından böyle algılanıyor. Bu noktada paylaşabileceğimiz onlarca mail örneği bulunuyor.

Dönem olarak pek çok sıkıntıların içerisinde bulunan gençler, bir de aile içi ve eğitim ortamlarından bekledikleri ilgiyi, alâkayı ve sağlıklı iletişimi bulamadıklarında veya yanlış bir takım adımlarla karşılaştıklarında, elbette durum çok daha vahim noktalara ulaşmaktadır.

Onun için ne yapıp edip, ebeveynler olarak çocuklarımız, gençlerimiz ve eğitimciler olarak da öğrencilerimizle mümkünse her türlü meseleyi, zaman zaman uzmanına da başvurarak konuşabilmemiz ve çözüm bulmamız gerekiyor.

Yoksa, ‘zaten saygısızlar, zaten tembeller, zaten söz dinlemiyorlar, zaten pek çok yanlışların içindeler’ diyerek işin içinden çıkılacağını düşünmek yanlışın devamını ve artmasını netice verecektir.

Kabul etmemiz gerekiyor ki, bugün evlerimizde ve eğitim ortamlarımızda gençlerle pek çok konuyu konuşamıyoruz. Bu da daha çok dönemin genç üzerinde ciddî izler bırakan konusu olan, kız-erkek arkadaşlığı ve ‘aşk’ diye tanımlanan duygu yoğunluğu sürecidir.

Ne acı ki, genç babasının veya annesinin tecrübelerini bu konuda duyamıyor. Duysa da, bu, yüksek perdeden konuşmak ve nasihatler çekmek şeklinde olduğundan çok da derin tesir bırakmıyor.

Oysa onun duygu dünyasının şartlarını dikkate alarak, o yaşın ve taşınan duyguların oluşturacağı dalgalanmalar etrafında konuşmak çok daha sağlıklı olacaktır.

Belki unutulmaması gereken şey, gençlerdeki yanlışlarda ebeveynler olarak bizim de olduğumuzdur.

Maillere, mektuplara ve sorulara yansıyan gençlik yanlışları bile, gençlerle olan büyük ilişkilerinin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Yani bir gencin yakınında bir büyük varsa, aslında pek çok yaşanan sorular konuşulabilse cevap var demektir. Ama demek, konuşamıyoruz ki, gençler bu tür soruları ve konuları dış dünyaya taşıyorlar. İşte bunlardan birisi.

“Elif dergisinde yayınlanan yazınızı okudum. Eyüpler, nice Eyüpler aynı şeyi gördü, Allah’ın mu'cizesiyle karşılaştı. Sizin de dediğiniz gibi o bir şeyin olmasını murat ettiği zaman, O’nun işi yalnızca “Ol” demektir. O da hemen oluverir. Tabiî her nedense nefis denilen yaratık; bu şeyleri kendine veren, ikram eden, çeşitli vesilelerle (tevafuk, tesadüf, mu'cize vs.) ona, “Bana itaat et” diyen Zat’tan her fırsatta yüz çeviriyor. Allah bir şey gönderirse teşekkür ediyor. Sınav verirse kaçıyor.”

“Duygu Keşifleri adlı bir kitap okudum. Değerli Banu Yaşar Hanımın yazdığı kitapta bazı noktalara değinmiş. Diyor ki; Kek mi; krema mı? Kremalı kekin önce kekini mi yersiniz, kremasını mı? Tabiî ki kremasını. Çünkü lezzetlidir. Sonra keke gelince sıra, onu istemez yemezsiniz.”

Allah da sınav yapınca hiç oralı bile olmuyoruz. Ya affeder diyoruz. Ya da şimdi hiç sırası değil, hele yaparım gibi düşünüyoruz. Benim hikâyemi de kısa bir şekilde paylaşmak istiyorum. KKTC’de 7 yıl süresince okumuş ve ilk 6 yılı 1.0 ortalamayla 1. sınıfı geçememiş bir kişiydim. Ta ki Nur çamaşır makinasında yıkanana kadar. Alkol kokan kirli bir giysiyi, yumuşatıcılı çamaşır makinası öyle bir yıkadı ki, 1 yıl içerisinde 4.0 ortalamayla İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım. Gerçi bu çamaşır makinasına fazla zor gelmedi. Zübeyir Gündüzalp denilen bıyıklı bir adamın bir sözü; fazlasıyla tesir etti. “Nur Talebesi, hangi alanda olursa olsun yaptığının birincisidir.” Öyleyse Nur Talebesi birinci olmalıydı. Ve Allah, o bıyıklı adamı tablacı olarak görevlendirdi. Ben de uzattığı tabladan yedim. Şimdi buradayım.”

“Elhamdülillah ruhum ve birçok hislerim Allah’ı tanıdı. O’nu biliyor ve beni benden daha iyi idare ettiğini kavradı. Ama nefsim idrak etmiyor. Her fırsatta özellikle nisa konularında beni aldatıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum? Ümitsizlikte değilim, ama kendime, irademe güvenmiyorum. Her şeyin kontrolü Allah’ın elinde. Ama nefsimiz bizim. Durup durup… “Rabbim! Bizi, nefsimizle bir saniye başbaşa bırakma diye yalvarıyorum.

Amin, Amin, Amin, Amin. Dua edin syasar bey. Selâm ve muhabbetle. M. S. İsmail.”

Bu ve benzeri mailler yeni değil. Bunlar dün de vardı, yarın da olacak.

Önemli olan, nefsimize güvenmeden, şahs-ı manevî içinde yer alarak, nefis terbiyesi derslerini çoklukla okumak, dinlemek ve uygulamaktır.

Evet, nefis terbiye olmazsa, sahibini, kendine kul köle yapar.

Allah’a kul olmak istemeyen nefis, kendisine kul olunsun istiyor. Rab’lık iddiasında bulunuyor.

O zaman, nefsi terbiye etmekten başka bir yol gözükmüyor.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Yok öyle unutmak!

Dünya dönmüş yüzünü gidiyor, ahiretse yönelmiş geliyor. Görünen o ki dünya elbet birgün bizi terk edecek. Aklıselim olana gerekecek olan “Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et” düsturunu rehber ittihaz etmelidir. Hakikî hayatın kapısını çalacak olan ölümün araladığı perdenin arkasını görmeli, hissetmeli ve idrakına sığdırabilmelidir.

Unutmak mı!

Gerçekten mevcudatın seyrinde akıp giden çok şey var. Yüce Mevlâ kâinatı kulları için tezyin etmiş. Arkasında Rabbimizi bulabileceğimiz, tefekküründe bize nimetleriyle can ve kan bahşeden, dünyayı bir imtihan ahireti ise gerçek hayat olarak nitelendiren Rabbimizi anlamaya, anlatmaya yönelik her şey elimizde. Önceden bir hadis, bir Kur’ân hakikati öğrenebilmek için, Mekke’den Medine’ye, Mısır’dan Şam’a gitmek o zamanın insanlarınca bir gaye ve hayattı. Çünkü tek bir hadis-i şerif çok insanların hayatına yön vermekte, Hz. Peygamberin (asm) hayatıyla kendi hayatlarını bir nizama koyabilmekte idiler. Şimdilerde ise bir uzaklık, bir mesafelik söz konusu bile değil. Her şey bir televizyon, bir telefon kadar yakın artık. Göz kapamak, gaflete bürünmek ne kadar devam edebilir ki?

Bak nefsim! Bir gün senin de hayat dakikalarının atışları sonlanacak. Resul-ü Zişan’ın (asm) 1400 senedir çağrılarının en güzeli kapımızı çalarken, kulaklarımıza nağmelerini akıtırken, gönlümüzün muradı arzu etsin artık onları. Onca yapılan iyiliğe karşı teşekkürsüz, tefekkürsüz kalmayalım. Dünden beri, mesuliyet sahip olanın sırtında. Ne değişti? Değiştiren ne ki bizi? İmansız, namazsız, oruçsuz nereye gidilir, hangi yüzle gidilir? Ne söylenir zekâtsız ve hacsız. Ne yaparsın ölüme karşı hazırlıksız. Damarları depreştiren imandan başka bir imkânı olmayan, ruz-u mahşerde başından akarsular timsali terlerin boşalacağı o günde, Rabbine sunabileceğin elinde avucunda varolan neyin var? Yüce Resule “Ben de senin ümmetinim Ya Resulallah! Beni de şefaatinden ve muhabbetinden mahrum eyleme’’diyebilecek bir eserin olacak olsun.

Herkesin kendi derdine derman arayacağı o günde unutulabileceğimizi unutmayalım! Verilen nimetlere, hediyelere karşılık bilincimizi, iman şuurumuzu ayakta tutalım. Unutmayalım! Rehavete kapılıp ücra, firaklarla, feryad-ü figanlarla yüklü bir mekâna dalıp ahiretimize, iman-ı billah şuurumuza bir fütur bir bezginlik getirmeyelim.

İnsan doğduğu andan itibaren Azrail de (as) peşinden gelir dururmuş. O can havlinin acizliğini unutturmamak gerektir insana. İmanın serpmiş olduğu gül tohumlarını nemalandırmalı artık kalbinde, korkutmalı artık o gül kokusunu gönlünde. İslâmın hayat bahşeden gül ve nur bahçelerinde gayesi tefekkür olan bir pencereden bakmayı sağlayacak olan imanın verdiği fevkalâdelik, zamanla bizi de kemale erdirecek. Huşu içindeki secdeler, kalbî niyazlar ve samimî gözyaşları hep sana Rabbini hatırlatacak. Artık Rabbin kalbinde ve dimağında olacak ve o derunî nağmelerin şeytanı susturacak bir hal alacak..

Mü'minler kalbî insanlardır. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Ayrılık sabahını düşün ve durgun geceyi. Rabbin seni ne unuttu ne de sana darıldı. Öteki dünya senin için bu ilk bölümden mutlaka daha iyi olacak ve zamanı geldiğinde Rabbin sana kalbinden geçeni bağışlayacak ve seni hoşnut kılacak” âyet-i kerimesi, Yüce Mevlânın kullarına merhametinin ve sabrının gayet geniş olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah kullarına hep kâfidir. Ondan hareketle en büyük dost, en büyük refika olmalıdır. Ondan ki bir mü'min tevekkülünü yaptığı anda bütün musîbetlerden, sıkıntılardan emin olur. Umudu dipsiz kuyularda aramak vermez insana ebedî yurdu. Hikmet sahiplerinden büyük bir zatın “ölüm felâket değil, öldükten sonra başa gelecekleri düşünmemek asıl felâkettir” sözü ölümü düşünüp ardından gelecek olanları fikretmenin kulluk bilincini ortaya koyduğunu göstermektedir. Yaşadığımız hayatın bir anlam ve önemi varsa, bu, kalbe ilham edilen bir iman cilvesidir. Tutunacağımız ve emin olabileceğimiz bir imanımızın varolması ne kadar güzeldir her yerde...

Ey Rabbim! Yaşayacaklarımızı yaşadıklarımıza tercih etme gafletinde bulundurma bizi. Hep hatırlamak çok hatırlamak ve çabuk hatırlamak duygularını yükle kalbimize... Ve Rabbim senin tesellin ile mesrur eyle bütün kardeşlerimizi.

Amin...

MURAT CEMİL

Ulema ve ümera kapıları

Risâle-i Nur’da da geçen eski çağların meşhur bir sorusu vardır: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da; ümera, ulema kapısında görünmüyor?” Yani, neden ilim adamları devlet adamlarının kapısına gidiyor da, devlet adamları ilim adamlarına müracaat edip onların ilminden istifade etmiyor?

Eski İran’daki Sasanîlerin meşhur veziri Büzürcmehr, “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir” diyerek hem tevazu yapmış, hem de politik bir cevap vererek ilim adamlarını kurtarmış ve onları kazanmaya çalışmış.

Soru eski çağların sorusu ancak aktüalitesini her zaman koruyor. Devletler ve ilim var olduğu müddetçe ikisi arasındaki münasebet farklı boyutlarda da olsa devam edecek. Devlette maddî imkânların ve geniş bir organizasyonun desteklediği büyük bir güç olduğu malûm. Ancak bu büyük güç de zaafa düşüp pek çok meselede çaresiz kalabiliyor. Çünkü maddî güç demek her zaman her şey değil. Ayrıca güç de her zaman tam olarak elde edilemiyor, tek elde toplanamıyor. Yani mutlak güç, ya da mutlak hâkimiyet beşerde yok! Cenâb-ı Hak yeryüzünde en güçlü iktidarları bile hem içte, hem de dışta başka birileriyle dengelemiş. Bakara Sûresinde: “Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile engellemeseydi, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı” âyetiyle de ifade edildiği gibi bir denge var.

Bu sebepledir ki, iktidar sahipleri her zaman ilme ya da ilim ehline ihtiyaç duymuşlardır. İlmin ve ilim ehlinin de tahminlerin ötesinde bir gücü vardır! Ancak ilim de kendisini nedense tek başına yeterli görmüyor, güce dolayısıyla iktidara ihtiyaç duyuyor.

İktidarın ilme ihtiyacı her zaman anlaşılmıştır, ancak ilmin ve ilim ehlinin iktidara ihtiyacı var mıdır veya ne kadar vardır? hep tartışılmıştır. En azından yol gösterme, irşad etme gibi gerekçelerin derecesi ve kullanılan vasıtalar tartışmanın önemli konularıdır.

İktidarlar hâkimiyetlerini arttırmak, güçlerini pekiştirmek ve ulaşamadıkları sahalara ulaşmak için ilme ihtiyaç duymuşlardır. Elbette daha iyi yönetim tekniklerini elde etmek ve halkın istediği refaha ulaşmak için gerekli metotlara sahip olmak için ilim dünyasıyla mutlaka iyi münasebetler kurulmalı. Ancak şeffafiyet önemli ve iki tarafın da kırmızı çizgileri olmalı.

Genellikle devletler güçleri ve şahıslara bağlı olmayan derin gelenekleri sayesinde çizgileri ihlâl edebiliyorlar. Böylelikle ilim ehlinin etki alanını kendi etki alanına kolaylıkla dâhil ediyorlar. İktidarlar böylelikle ulaşamadıkları sahalara ulaşıp önemli bir gayret göstermeden hâkimiyetlerini devam ettirebiliyorlar.

İranlı vezir Büzürcmehr’in ulemayı kurtarmak için yaptığı tevilde, gerçekten de devlet bu hususta cehalet içinde miydi? Yoksa ilim adamları zaten kendi ayaklarıyla geldikleri için tecahül-ü ârif san'atı mı yapıyordu? İlmin değerinin fark edilmemesi eski çağlar için belki söz konusu olabilir, ancak bugünün küresel güçlerinin ilim ehline bîgâne kaldıklarını düşünmek büyük hata olacaktır.

Ulema derken neyin kastedildiği de önemli. Din ilimleri ve fen ilimleri veya uhrevî ve dünyevî gibi iki sahaya ayırmak mümkün. Çünkü tesirleri her zaman farklı olmuştur. Risâle-i Nur’da: “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvâmını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir” ifadesinde olduğu gibi Doğuda ve Batıda etkileri çok farklı olmuştur.

Bu sebeple Doğuda, yani Asya’da devlet-ulema münasebetleri ağırlıklı olarak din üzerinden yürümüştür. Üniversiteler gibi müesseseleri zaten alt birimi gibi görmüştür. Din, toplumlara verdiği fedakârlık ve feragat duygusu, birlikte hareket etmek ve en ücra köşelere dahi ulaşabilen etkisi ve devamlılığı gibi üstünlükleri ile iktidarların her zaman dikkatini çekmiştir.

Dindar yöneticilerin dışında dine karşı olanlar bile her zaman din adamları ile iyi münasebetler kurmak istemişlerdir. Onlar vasıtasıyla halkın tepkisini azaltmak istemişlerdir. Hadîs-i şerîflerde ve Hz. Ali’nin (r.a.) ikazlarında da belirtildiği gibi ahirzamanın süfyan gibi dehşetli şahısları ulemâü’s-sû gibi dünyayı ve maddî makamları dine ve ahirete tercih eden âlimleri yanına çekerek icraatlarını devam ettirirler. Bilindiği gibi diğer semavî dinlerin dejenere olmasında, devlet adamlarının kontrolüne giren âlimlerin rolü büyüktür.

Yine hadîs-i şerîflerde haber verildiği gibi ahirzamanda her şey ilme ve fenne döküleceği için, güç ve iktidar mücadeleleri artık ilim ve ilim ehlinin etrafında yoğunlaşacaktır.

Haberleşmeden, ulaşım vasıtalarına ve ekonomik kaynakların paylaşımına ve hareketliliğine kadar her şeyin eski dönemlere nazaran inanılmaz ölçüde artarak dünyayı bir şehir hükmüne getirmesiyle, “ümera kapısı” artık çok farklı bir boyut kazanmıştır. Dünya hâkimleri artık her yerdedir ve her kapıyı çalmaktadır.

Şimdi Kastamonu Lâhikası’ndan bir cümle aktaralım: “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten ferâgat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.”

Demek ki, bu zamanda ulema-ümera münasebetleri o kadar büyük riske sahip ki, ahirzamanın mühim şahsiyeti dahi takipçilerinin âlet olmaması için, halkın nazarındaki en önemli vazifesinden bile feragat edecek, hedefini değiştirecek. Hakikattaki birinci vazifesine devam edecek, onun kudsiyetinden taviz vermeyecektir. Siyasetteki vazifesi ise istibdadı kırmak, anarşiye set çekmek ve İslâmiyet’in kudsiyetini muhafaza etmek için dünya cereyanlarına âlet edilmesini önlemek şeklinde olacaktır.

HASAN GÜNEŞ

[email protected]

HZ. MEVLÂNÂ’DA HAYVAN SEVGİSİ

Hayvanların gerçi ağzı dili yoktur, ama çok duygulu ve vefalıdırlar. Hz. Mevlânâ’nın vefat ettiği günlerde, ev halkını biraz daha ağlatan, o büyük Allah adamını sevenleri biraz daha üzen bir vak'a olmuştu. Mevlânâ’nın çok sevdiği kedisi, onun ölümünden sonra bir şey yemedi, içmedi. Hayvancağız bu teessürle yedi gün yaşayabildi. Hz Mevlânâ’nın, kendisi gibi hassas kızı Melike Hatun, o kediyi bir insan gibi kefenledi. Ağlaya ağlaya aziz babasının türbesi civarına gömdü. Hatta helva pişirdi, Mevlânâ’yı sevenlere dağıttı.

Hz. Mevlânâ bütün mahlûkları severdi. Hatta kuşlara pek meftundu. Akşamları dersten eve döndüğü zaman, damlardaki yabanî güvercinler, serçeler etrafını alırlar, ondan ürküp kaçmazlardı. Evinin bacasında yuva yapan bir leyleği ölünceye kadar beslediğini rivayet ederler. Mevlânâ leyleğe “Şeyhim” diye hitap eder. “Leylek kuşların şeyhidir. ‘Laklak’larının bile mânâsı vardır. Yalnız onu anlayacak kulak ister.” derdi.

Edeb Ya Hu, cilt:2, sf.141-142, A. Ragıp Akyavaş

HAYAT GÜZELDİR

Kenan Rıfâi, bir talebesinin sıkıntılı bir hâl ile: “Hayat bir işkence” demesi üzerine, “Niçin? Bilâkis, hayat pek güzel şeydir. İnsanlara verilmiş en büyük nimettir.” dedi. Bunun üzerine fikrini değiştirmeyen talebe, “Fakat herkes hayatından müştekî” deyince şöyle cevap verdi: “Allah’la olmayanlar için bu doğrudur. Fakat kalbinde o zevki taşıyanlar için hayattan güzel hiçbir şey yoktur.”

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

GÜZEL İŞLER YAPANLAR

Erkek olsun, kadın olsun, mü’min olarak güzel işler yapanlara dünyada temiz ve huzurlu bir hayat yaşatırız.

Nahl Sûresi, 97

DUÂ

Duâ mü’minin silâhıdır ve dinin direğidir. Göklerin ve yerin nurudur.

Hz. Ali (ra)

ALLAH HESABINA BAKMAK

Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir.

Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, 167

BİR NEFES

Dün geçti; yarın daha gelmedi. Hesabını bir nefes üzerine yap.

Hafız-ı Şirazî

BEDEN VE RUHUN SIHHATİ

Bedenin sıhhati az yemekte; ruhun sıhhati az günah işlemektedir.

Zunnûn-i Mısrî

'İNŞÂALLAH' ÜZERİNE...

Bir şeyi vaad ederken, “İnşâallah” (Allah dilerse) sözünü unutmamak lâzım. Zira bu istisna söze eklenirse, söz zamanı geldiği halde aksi olursa insanı yalandan kurtarır. Ama bu kutsal terimleri istismar ve sömürü âleti de yapmamak gerekir.

Ahme

SON YASTIK

Bir gün başın son yastığa

Koyacaklar unutma ha!

İki komşu gelir, bir bir

Soyacaklar unutma ha!

Ruhsatî

PARA HER ŞEYİ ALIR MI?

Para her kapıyı açar derler. Paranın alamadığı şeyleri de düşündünüz mü? Meselâ ilâç alabilirsiniz, sıhhat alamazsınız. Ev alabilirsiniz, mesut olamazsınız. Azrail’e rüşvet veremezsiniz. Kötü alışkanlıkları ameliyat ettiremezsiniz.

Hekimoğlu İsmail

MEDRESEYE NAKŞEDİLEN YAZI

“İlim tahsil etmek (kadın-erkek) her Müslüman’a farzdır.” (İbn Mâce, Hadis no. 224)

Bu hadis-i şerif, büyük Türk hükümdarı ve bilgini Uluğ Bey zamanında Buhara Medresesi’nin duvarına

nakşedilmiştir.

Osman Keskioğlu,

İslâmiyet’te Eğitim Öğretim, s. 4

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

SIRRIN SAKLANMASI

Yakup Aleyhisselâm’ın değerli evlâdı Hz. Yusuf’a Kur’ân-ı Kerim’de zikredildiği üzere, “Oğulcağızım, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar.” (Yusuf Sûresi, âyet 5) söylemesi, sırrın saklanmasının gerekli oluşuna işaret eder.

Peygamber Efendimiz (asm) “Sırrını gizleyen, işine mâlik olur.” ve “İhtiyaçlarınızın karşılanmasına saklamakla yardım edin. Zira her nimet haset edilmiştir. Ya da haset edilir.” buyurmuşlardır.

Hakikaten, kişinin sırrı yayıldığı zaman, gerek menfaat elde etmek, gerek de bir zararı gidermek, bunların her ikisinde de çekemeyenler tarafından birtakım engeller ortaya konur. Böylece yapacağı işi önceden söyleyerek sırrını yayan kişinin isteğine kavuşması güç olur.

BAŞKALARININ

AYIPLARINI YAYMAK

ACİZLERİN İŞİDİR

Meliklerden meşhur Behram Görk, milâdî 436 tarihlerinde Türkistan’ın valiliğine bir vali seçip gönderir. Vali oraya varınca halkın birçok ayıplarını bulup yazmaya ve durmadan ayıp çıkarmaya çalışır. Bunu duyan Behram, valiyi geri çağırır, görevini elinden alır, yerine başka bir vali tayin eder. Azlettiği valiye de şöyle der: “Ben seni oraya insanların ayıbını araştırmaya mı gönderdim? Ayıpları meydana çıkarmak aciz insanların işi olduğunu bilmiyor muydun?”

“Bİz hasmImIzI prensİpler İçİnde yenerİz”

İmam-ı Azam muğalataya kaçanlardan biriyle fikir tartışması yapmış, iddiasını ispat etmiş iken adam kanaat etmeyerek konu dışında ipe sapa gelmeyen malayani sözlerle safsataya başlamıştı. O zaman İmam-ı Âzam Hazretleri, “Biz hasmımızı prensipler içinde yeneriz. Dâvâmızın doğru olduğunu ilmî olarak ispatlarız. Yoksa susturamayız” demiştir.

BİR VASİYET

Hz. Lokman, oğluna vasiyetinde: “Oğlum, halk sözleriyle iftihar ettikleri zaman, sen de sessizliğinle ve sükûtunla iftihar et. Zira insanın lisanı, her akşam ve sabah arkadaşı olan diğer organlara: ‘Ne haldesiniz?’ diye sormakta. Ve: ‘Sen bizi kendi hâlimize bıraktıkça selâmet üzereyiz’ cevabını almakta” dedi.

Ve sustum...

Kaç kelâm ederim daha bilmiyorum. Belki de etmemek. Susmayı istemek. Güneşin ışınları yayılsa üzerime, yağmur damlasının içine girsem, toprağın kesafetinde kaybolsam. Belki bu susmamın başlangıcı olur.

Sustum…

İlkin kan çekildi damarlarımda, midemde bir kramp, gözlerimde deli dolu dönmeler. Alışmanın iç sancıları.

Susmayı sevdin mi desem…

Yüzyıllardır kaç yaprak düştü ağaçlardan yere, tarih boyunca yeryüzü kaç kez elbise değiştirdi? Kaç defa doğumlar, ölümler oldu? Bazen kasırgalar kopararak, bazen sessiz sedasız. Kimse duymadan. Sustum fırtınamın içinde diyerek.

Fırtına…

Tabiî âlemin istilâsı, yeri göğü kaplayan aşırılığı ve dize gelen susması. Bitince her şey düz bir ova. Sanki evvelinde hiç istilâ olmadı. Hiç bağırıp çağırmadı. Ağaçları devirmedi, rüzgârı yerinden oynatmadı, yağmura çılgınlık vermedi. Öyle bir susmaya dönüştü ki dünya onu daha önce hiç tanımadı.

Hiç…

Bak ne kadar çok insan dolaşıyor çevrende. Onlar sana baktığında bir sessizlik görünce hiç deyip gidiyor. Fırtınanı göremiyor. Duygulardan harmanlanmış olmana rağmen odun, taş, toprak gibi cansız gözüküyorsun. Konuşmayla belli olurmuş insan, der gibi hiç kaale alınmıyorsun.

Öyle bir susmaya yakalanmışsın ki kendini ele veremiyorsun yine de. Fark ettirmemek belki de. Sanırım, belki susuyor diye düşündürüyorsun. Yine de tahminden öteye gitmiyor.

Sanırım…

İhtimal değil işte. Gerçekten sustu. Arkasından onlarca susmayı miras bırakarak. Tercih edilen, istenen bir halvetti. Hz. Meryem’in suskunluğu binlerce benzerini bıraktı. Bana da, sana da, ona da intikal ettirdi. Değerli olduğu için ya da mecburiyetten. Sonuç olarak kabul edildi.

Sustum…

Sana bakarak. Gölgende gezinen çaresizliğe bulandım. Her yanım, her duygum, her bakışım pay almanın nazeninde. Daha bir duygusal hareket ediyor her şey. Gelinen nokta biraz ferahlatsa da yine kendinde bir iç sıkıntıyı doğuruyor. Her doğum kuşun kanadındaki özgürlüğün tadına baktırıyor.

Özgürlük…

Susmanın çeşitli versiyonundan biri. Koskoca bir dünyada çığlık attığın tek mekân ruhunun yansıması. Orada her şey kendi halinde. Esaret bile kendi kelepçesinde. Özgürlük bile serbest. Beden mahkûm olsa da dört duvara ruh gezer dünyayı.

Ruhun aynasıdır susmak.

Başını çevirip baktığın yıldızlardan bir ziya almaktır.

Ve sustum…

FADİME KAYA

Sadakat

Sadakat nedir? Bu kavramların bugün çok uzağında yaşıyoruz. Sözünün eri olana sadakatli deniyor. Yalan söylemeyen insan sadakatli oluyor. Oysa ki, yalan söylememek normal bir şey değil midir?

Sadakat, ne olursa olsun, sonunda ölmek bile olsa amacını yerine getirmektir. Bugün kimsenin yapamadığı bir şeydir. Sadakat zaten içinde her doğruyu saklar. Kişinin amacı kutsaldır ve vazgeçilmezdir. Amacını yerine getirmek için, her türlü zorluğu çekmek sadakattir. İnandığını haykırabilmek, yanlışı doğruya çevirmek, hatalarını fark ettirebilmektir sadakat…

Sadakat; Bediüzzaman Said Nursî’dir. Sadakat; Hz. Hamza’dır, Hz. Ömer’dir…

Çünkü onlar sadece bir şeye inandılar ve hayatın kılıç kadar keskin yolunda her şeye rağmen yürüdüler. Savaştılar, zehirlendiler, acı çektiler, ağladılar, sevdiklerini kaybettiler, yalnız kaldılar, ama hiç bırakmadılar. Seçtikleri yolda ayakları kanasa bile duraksamadan yürüdüler…

Sadakat, seçtiğimiz yolda duraksamadan ilerlemektir. Risâle-i Nur Talebesi olmaya karar verdiysem; tam mânâsıyla olabilmemdir. Bedenimle ve ruhumla durabilmemdir. Çünkü eğer keskin bir kılıç üzerinde yürüyeceksem, kabzasını Üstadım tutmalıdır. Yanan evlâdıma suyu uzatan el, onun eli olmalıdır…

Çok yüce bir amacımız var ve sadakatimiz kimliğimiz olmalıdır. O zaman zaten imanımız koruyucu kalkanımız olacaktır.

Dâvâmız ne siyasettir, ne ırkçılıktır, ne eğitim ve diplomadır, ne de makam ve mevkidir. Dâvâmız imandır ve sadakati gösterdiğimiz de Yaratıcımızdır. Yapmamız gereken sadece duâ etmek olsa da duâ, en sadık arkadaşımızdır…

Yaptığımız ve inandığımız gerçeklere iyice bir bakmalıyız, çünkü küçük bir çatlak temelimizi sarsan bir yarık olacaktır. Dışarıdan gelen her türlü darbeye karşı dâvâmıza sonuna kadar sadık kalmalıyız.

Bu yolda ilerlerken hatalar da yaparız. Ben çok büyük bir hata yaptım ve çok pişman oldum. Dürüst olmam gerekirse, iyi bir Nur Talebesi olmaya çalışıyorum, ama çok eksik ve kusurum var. Ama sadece bir şeye inanıyorum. O da sadakatim…

Üstadıma karşı sadakatliyim. Çünkü aynı pencereden bakıyoruz. Çünkü biz kudsî bir gaye uğrunda yüce bir maksat için uğraşıyoruz. Bütün dünya sadakatimize şahit olsun; çünkü bizler Nur Talebeleriyiz…

MERVE İRİYARI

“Büyüyen bir cemaat”in serencamı - 2

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dünyaya teşrifiyle başladığı varsayılan (Serencam, s. 5) “Risâle-i Nur hareketi”ni konu alan dizi-romanın devam cildi.

Roman serisinin ikinci cildindeki “Takdim”de,—ilk ciltteki takdim yazısında belirtildiği üzere— “serinin bu kitabı da, diğerleri gibi olayları objektif bir bakışla ele aldığı, bu açıdan bilgilerin, kahramanlar veya kişiler birebir ziyaret edilip hatıralar not alınarak elde edildiği ve işlenirken de yine aynı titizlikle çalışıldığı” (s. 6) belirtiliyor. Yani “belge-roman” vasıflandırmasına münasip olarak her şey hakikat!

Eserde, 1977 yılı baharında yapılan umumî seçimler ile 1982 yılı güzünde gerçekleştirilen anayasa referandumu vetiresindeki hadiseler işleniyor.

Şimdi gelelim, zamanın ehemmiyet arz eden hadiselerine (özetle): * “1 Mayıs” mitinglerine nazire olarak 14 Mayıs 1977’de başını AP’nin çektiği “Bayrak” mitinglerinin başlatılması ve Nurcu gençlerin buralarda Ülkücülerin istismarına mâni olması. * “Yeni Asya” gazetesi ve sair hizmet üniteleri için İstanbul/Bahçelievler/Yenibosna’da, matbaa dairesi de olan bir binanın inşasına başlanması. *II. MC Hükûmeti devresinde Ege Ordu Komutanıyken, Org. Kenan Evren’e 5 Eylül 1977’de “piyangodan”(!) Kara Kuvvetleri Komutanlığı çıkması (altı ay sonra da Genelkurmay Başkanı). * “Meşhur suikastler” devresinin (Temmuz 1978-Temmuz 1980) başlaması. *Ara seçim muvaffakiyeti üzerine AP lideri Demirel’in, 22 aylık CHP iktidarının ardından 25 Kasım 1979’da “Kerhen MC Hükûmeti”ni kurması. * “Cumhuriyet” gazetesinde Risâle-i Nur Külliyatı ilânlarının neşredilmesi. * “Yeni Asya” gazetesince, başşehir Ankara’da büyük ilgi gören “Anarşi: Sebep ve Çareleri” panelinin tertiplenmesi. *12 Eylül 1980’de, Kenan Evren liderliğindeki cuntacıların memleket idaresine el koyması. *İhtilâlle birlikte, 13 Temmuz 1980’de (Ramazan’ın ilk günü) yeniden başlatılmış olan İstanbul/Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’ân tilâvetine son verilmesi; keza İstanbul/Ayasofya Camii’nde 8 Ağustos 1980’de yine/yeniden başlanmış olan ezan-ı Muhammedî’nin susturulması, caminin bir bölümünde devreye sokulan mescidin kapatılması. *Bazı vilayetlerde Nur dershanelerinin polis-jandarma marifetiyle basılarak masum insanlara keyfice zulmedilmesi! *Basında bir tek ”Yeni Asya”nın, açıkça ihtilâle karşı çıkması. (Gazete kapatılınca yola “Yeni Nesil”le devam edilecektir. O da kapatılınca bu kez “Tasvir” devreye girecektir.) * “Gençlik ve Spor Bayramı” adının 19 Mayıs 1981 tarihi itibarıyla “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak değiştirilmesi, İstanbul/Dolmabahçe’den bir vapurla yola çıkarılmış olan Atatürk büstünün o gün Samsun’da devlet merasimiyle karşılanması! (s. 427-428) *29 Mayıs 1981’de İstanbul fetih kutlamalarında, Rumeli Hisarı’ndaki Ebulfeth Camii’nin, aynı şekilde Yedikule Hisarı’ndaki caminin de konser sahası gerekçesiyle yıkıldığının anlaşılması! * “Yeni Asya” gazetesi matbaasının dinî merasimle işletmeye alınması. *Mehmet Kırkıncı’nın, “merkezî Risâle-i Nur hareketine rağmen” ihtilâlcilerle dirsek temasına geçmesi ve akabinde cemaat içinde “anayasaya evet” turları atması!-(Cemaatin, siyasete farklı bakış açılarından dolayı “Erzurum” ve “İstanbul” kanatları olarak ikiye bölünmesi.) *7 Kasım 1982’de yeni anayasanın halkoyuna sunulması…

Ve favori sahnemiz: 12 Eylül’ün en hızlı zamanlarıdır. “Netekim Paşa” ve avanesinin “ihtilâlin meşrûiyeti” noktasında Nur camiasında ikna edemediği tek bir “ağabey” kalmıştır: Mehmet Kutlular… Ve bir Pazar günü ikindi vakti, “Nurcular hakkında istihbarat toplamak”la vazifeli “Vasfi” isimli bir ajan, Mehmet Kutlular’ın evine zoraki(!) misafir olur. Kendisini “paşalar”ın gönderdiğini belirterek, daha önce bir istihbarat albayı kanalıyla yapıldığı hâlde reddedilmiş olan “iş birliği” teklifini tekrarlar. Teklifin yine kabul görmemesi üzerine Ajan Vasfi, Kutlular Ağabey’i suikastle tehdit eder! Kutlular’ın buna cevabı ise, “Ölümden öte yol yok” olur. Sahnenin devamında ise, Kutlular’ın bilâhare başına açılacak bir gailenin ipucu vardır:

“(…) İçeriden çocuk sesleri gelince, istihbarat elemanı Vasfi Bey’in idraki canlandı. Sık sık kendisiyle ders çalışmaya gelen sınıf arkadaşıyla oynayan küçük Vildan’ın sesiydi bu. İki masum çocuğun mektep arkadaşlıklarının gerisinde hazırlanan meşum planları hatırlayınca sinsi sinsi sırıttı: / ‘Ölümden öte yol vardır Mehmet Bey!’ / ‘Neymiş o yol?’ / ‘Zamanı gelince öğrenirsin!’ / ‘Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir.’ / ‘Anlamadım.’ / ‘Zamanı gelince anlarsın.’ / Söz zamana bırakılınca konuşmanın akışı durdu. Önce Kutlular kalktı ayağa. Onun bu âni ve asabi kalkışından ‘evi derhâl terk etmesinin istendiği’ni anlayan Vasfi Bey de kalktı, onun peşi sıra yürüdü ve açtığı kapıdan çıkarak oradan ayrıldı…” (s. 455)

Benzeri sahnelerin çokça olduğu eserde, bir dershane baskınında, “arananlar” listesinde olduğu hâlde polisin “Mehmet Fırıncı” ile “Mehmet Nuri Güleç”i tefrik edemeyip salıverdiği bir sahne var ki (457-467) tam fıkralık!

Netice olarak, cumhuriyet tarihinin en acılı yıllarında bile Nurcuların ve de “Demokratlar”ın sönmeyen azimlerini dile getiren bir kitap.

MENHUS RUH (Nur Hareketi Serisi-2)

Yazan: İslâm Yaşar Sayfa Sayısı: 526 Ebatları: 13,5x19,5 cm Türü: Roman Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Mart 2002.

ORHAN GÜLER

[email protected]

Uçuk bir yazı

Her zaman büyüyemediğimden şikâyet edip durdum.Yaşımın çok altında gösterdiğimi söyleyenlere, teşekkür ederken mutluydum. Çünkü içimdeki çocuğun yaşı da, yaşımın çok ama çok altındaydı.

Adı üzerinde çocuk yaşı…

En fazla kaç olabilirdi ki…

Büyümeden ya da kendimi büyümüş ilân ettirmeden önce, “içimdeki çocuk …” cümlesiyle başlayan konuşmalar komik gelirdi.

İnsan büyür.

Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bunun önüne geçemezdi.

Sanırım gençken her konuda inadına gerçekçi olunuyordu ve ben de o gerçekçilerden biriydim.

Meselâ “Kişi kendini hangi yaşta hissederse, o yaştadır” sözüne de takmıştım.

İnsan neden yaşından büyük ya da küçük olmak isterdi ki? Hele de on sekizini geçmişken…

Zira on sekiz olana kadar ne çektiğimi bir ben biliyordum.

Hiç on beşim de iken, kendimi on sekiz gibi hissetmemiştim. Ya da on sekiz demeye kalksam “hadi canım sende..” sözünü duyunca… Hissedilen yaşta olsan da, hissettiremediğini fark ediyordum.

Derken “gençlik başımda duman” şarkılarına tebessümle baktığımdan beri, içimdeki çocukla iyi geçinmeye başladık.

Zaman aleyhime işleyip, okul sıralarından alıp, hayat sırasına oturtunca, hissedilen yaşın ne demek olduğunu anladım.

Bu defa da yapamadıklarımı, büyümek telâşıyla ertelediklerimi yapma telâşı sardı. Şimdilerde fark ediyorum ki; her şey zamanında ve yaşında güzel.

Zira hâlâ hayata heyecanla bakıyorum.

Hâlâ koşup, ip atlayabiliyorum, ancak kahkahalarım daha sessiz ve ip atlarken etrafıma bakıyorum “kimse var mı?” diye.

Velhasıl ne kadar kendimi on sekizimde hissediyorum desem de, hareketlerim ve davranışlarım, on sekiz yaşımdaki gibi davranamıyor. O pervasız, kimseyi görmeyen ve takmayan halim yok görünürlerde.

Olması gereken bu mu? Tartışılır.

Ancak hayatın ve bundan sonraki yılların tadını ve keyfini sürme telâşındayım şimdilerde.

“Başkaları ne der?”

Birçok kişi tarafından nefretle karşılanan ve duyulduğu anda, sinir harbi yaşatan bir cümledir.

Ancak kendimi izlediğimde, birçok davranışımı kısıtladığımı fark ettim.

Siz “ben kimseyi takmam. Bana başkalarından, canım nasıl isterse öyle hareket ederim” diyenlerden iseniz…

Öyleyse çocuğunuzla elinizde ayakkabılarınız sokakta hiç yürüdünüz mü?

“Lütfen anne ve babalar çocuklarınızla birlikte sokakta yalınayak yürüyün. Ayaklarınız toprağa değsin ve çocuğunuzla birlikte elinizde ayakkabınız caddelerde gezin.”

Bu cümleleri bir pedagog söyleyince, güldüm.

“Bu adam deli mi?” demekten alamadım kendimi…

Hangi anne ya da baba bir başkasının bakışı yüzünden bu davranışı yapar ki?

Çok az kişi…

Öyleyse hâlâ kimse umurumda değil diyebiliyor musunuz?

Bu yazıyı okumadan önce böyle bir ânınız varsa…. Evet siz sadece an yaşama derdindesiniz…

SAADET BAYRİ

[email protected]

Hayatta şahit, ölümde şehit

Aynı yerler, aynı noktalar, aynı hareketler, aynı aynı aynı sadece; adı Hasan, adı Hüseyin, adı Ali ayrı olan tek isimleri... Şu durumda ‘vatan sağ olsun’ diyemiyorum. Vatanım sağ olmalı, ama analarımızın evlâtları da sağ olmalı. Belirli kişilerin haberdar olduğu, çalışılmış ve planlı bir baştan yenilgili, operasyon adını verdikleri bir çatışmada benim evlâdımın ismi olmamalı. Av yerini belirlemiş orman avcıları tarafından; ‘avladık’ şeklinde vuruluyorlar. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Benim evlâdım mı senin evlâdın duygusunu benimsemiş üstlerden; iyi bişeyler olmasını bekliyoruz.

Allah’tan ümidimi kesmem, vicdanını kaybetmiş bir insanoğlundan da hayr bekleyemem. Nasıl bir insaftır ki 15 günlük bir ‘er’e eline silâh verip çatışmaya sokarsın. Hiçbir vatan adı altında başlayan sözcüğü kabul etmem, edemem böylesi bir durumda. Hiçbir insan anne karnında bir şeyleri yapmasını öğrenmiyor. Eğitiliyor, yetiştiriliyor sonra tecrübe kazandırılıyor. Doğar doğmaz konuşan, yürüyen bebek nerede görülmüş.

Görebilseydik üst makamların evlâtlarını da aynı çatışmada omuz omuza! İyi niyetler besleyin bu bizim vatanımız diyenlere hüsn-ü zanla bakabilirdim belki. Ya şimdi; geçimlerini zorlukla sağlayan ailelerin evlâtları olunca her şey ötekileşiyor, elimde olmadan içimde. Aileler şehitlik mertebesini istediler, ama vatan hainleri tarafından satılmış fedai olmalarını bırakın razı olmayı akıllarından bile geçirmediler.

Yüreğimi acıtıyor annenin sessiz gözyaşları, kardeş ağabeylerinin seslenişleri vicdanımı sızlatıyor, eşleri olan insanların çaresizliklerinde çaresizliğimi gösteriyor, evlâtları; dinmeyecek özlemin ateşini hatırlatıyor. Onları büyük bir sabır bekliyor. Duâlarıma onları da ekliyorum. Onlarla, zalimlere bir ah da ben ediyorum.

Her şeyi bu dünyadan ibaret sananlar ne kadar da gururlular. Hiçbir şeyin hesabı yok sananlar neye bu kadar güveniyorlar. Hiçbir şey yanlarına kalmayacak. Sanmasınlar ki her şey bu dünyada. Bu dünyanın altı da var, herkesi kabul eder. Timsah gözyaşlarıyla şehitlerimi toprağa gömenler bilsinler ki o toprak onları da alacak içine. Bir mahkeme-i kübra var. Ama şehitlerimizle aynı kefede sanmasınlar kendilerini. Aralarındaki farkı oraya gidince anlayacaklar merak etmesinler ne zaman diye; belki yarın belki yarından daha yakın.

BETÜL YENER

25.09.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (18.09.2010) - Rûh ve san’at

  (07.08.2010) - Ramazan’ı beklerken

  (31.07.2010) - NEVŞEHİR’İN NURLU ŞAHSİYETİ, ÇOCUKLARIN “BİSMİLLAH DEDE”Sİ SON ŞAHİTLERDEN

  (24.07.2010) - Bir haber ve düşündürdükleri

  (17.07.2010) - Onlar İslâma hizmet ettiler

  (11.07.2010) - Almanya’da Risâle-i Nur fütuhatı yaşanıyor

  (03.07.2010) - Said Nursî, hayatını iman kurtatmaya adamış bir mücahit

  (27.06.2010) - Ezanlar okundukça…

  (19.06.2010) - Türkçe ezan laikliğin iflâsı oldu

  (12.06.2010) - İkinci Elif, ikinci yaşında


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.