Nejat EREN |
|
‘Yeni Asya Amerika’da ne zaman baskıya başlayacak?’ |
MİLWAUKEE USA - Okyanus ötesinden tekrar selâm ve muhabbetler sevgili dostlarım. Başlığa koyduğum bu soru; yani, “Amerika’da İngilizce olarak ne zaman baskıya geçeceksiniz?” sorusu, geçen hafta yaptığımız YARPCA (Amerika Yeni Asya Araştırma ve Basım Merkezi) mütevelli heyet toplantısı esnasında, kuruluşun sekreteri, çok değerli bir avukat Khalim Wali kardeşimizden geldi. Türkiyeli Nur talebeleri ve gazete yönetimi olarak işte bu soru bize büyük bir sorumluluk ve vebal de yüklemiş oldu. Doğrusunu isterseniz çok yerinde, makul, olması gereken ve ufuk açıcı bir soru. Sorunun nasıl geldiğinden önce, Khalim Wali kardeşimiz ve dostumuzun şahsiyetinden biraz bahsetmek gerekiyor. Bu üyemiz ve dostumuz, buradaki dostların tarifiyle “mafyadan gelme!” Hukuk fakültesinde okurken siyahi öğrencilere yapılan her türlü haksızlıklara karşı onları organize eden, otoriter, kapasiteli ve sağlam karakterli bir yapıya sahip birisi. Mükemmel ve belâğatlı bir İngilizce’ye sahip olduğunu ilk konuşmalarından hemen fark ettim. Bu eyalette hukuk konusunda adeta bir otorite. Şu anda ise, kendi ifadesiyle dünyadaki en büyük amacı ve bizimle birlikte olup ders ve sohbetlere katılmasının yegâne sebebi: “şaşmaz ve şaşırmaz bir ilme sahip olan Bediüzzaman’a ve onun metodolojisine tam mutabık ve bağlı olarak hareket etmenin yollarını öğrenip onu hayatına tatbik etmek.” Evet yanlış duymadınız, bu değerli kardeşimiz şimdi Bediüzzaman’ın o harika Kur’ânî tespitlerine teslim olmanın bahtiyarlığını benliğiyle yaşmaya çalışıyor. Aynı zamanda da bütün dünyaya haykırarak bir mesaj iletmek istiyor ve bizimle birlikte bu nurlu yola baş koyduğunu deklare ediyor. Ve bizi, bu misyonun gereğini çabucak burada, kendi öz ülkesinde gerçekleştirmeye davet ediyor. Bize büyük bir vebal ve sorumluluk yüklüyor. Onun için bu çeşit seslere hepimiz çok iyi kulak vermeli ve enerjimizi bu sahalara da aktarmalıyız. İnsanlık hizmet bekliyor. Hamiyet sahiplerine düşen, bu feryatlara çözüm üretmek olmalıdır. Geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz gibi, 23 Eylül Perşembe günü benim ilk olarak katıldığım “Amerika Yeni Asya Araştırma ve Basım Merkezi” isimli vakfımızın, İngilizce kısa adı ile “YARPCA”nın (Yeni Asya Reaserch Publication Center Of America) ikinci mütevelli heyet toplantısı yapıldı. Bu toplantıda vakfın iki aylık zaman içersinde kuruluş aşamasından bugüne kadar yapılan ve ilerisi için de yapılacak işleri ve hedefleri konuşuldu. Vakfın şu andaki 11 üyesi içerisinde üç bayan ve sekiz erkek kardeşimiz bulunuyor. Bu üyeler her millet ve tebâiyyeten seçilmiş. Meselâ Yunan asıllı İbrahim ve eşi, Bulgar asıllı Hüseyin kardeşimiz, Meksika asıllı, Amerikalı ve beş kişilik de Türk asıllı olan başta Vakıf Başkanı Süleyman Kurter ağabey olmak üzere bizler. Başta camiamıza, Müslüman kardeşlerimize ve insanlığa hayırlı hizmetlere vesile olur inşâallah. Ana maddeler halinde kısaca, vakfın amaçlarını da size açıklarsak inşâallah daha faydalı olur. Ayrıca İngilizce-Türkçe olarak vakıf faaliyet ve amaçlarını görmek isteyenler, vakfın “www.yeniasyausa.com” veya “www.RisaleUSA.com” adreslerinden inceleyebilirler. Bu münasebetle aşağıda kısaca bu vakfın amaçlarını nazarlarınıza sunuyorum ki, biraz bilgi sahibi olabilesiniz.
AMERİKA YENİ ASYA ARAŞTIRMA VE BASIM MERKEZİ’NİN (YARPCA) AMAÇLARI YARPCA, Wisconsin eyaletinde kurulmuş olup maddî kazanca yönelik bir şirket değildir. Merkezin iki ana gayesi vardır. Birincisi, Risâle-i Nur Külliyatı’nı hapishane içersinde ve dışarısında olan Müslümanlara tanıtmak. İkincisi ise; İslâm’ın ana esasları ve Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nurlar hakkında gayr-i müslimlere tanıtıcı bilgiler sunmaktır. Bu hedefe ulaşmak için YARPCA şu ana başlıklar altında çalışmalarını sürdürecektir: 1. Risâle-i Nurları doğru ve anlaşılabilir bir şekilde İngilizce’ye tercüme etmek. Çok önemli ve farklı bir konu olarak, İngilizce’ye uygun düşmeyen terminolojiler için Hristiyan ve İncil terminolojisi yerine Arapça terminolojileri kullanmak. 2. Risâle-i Nurları İspanyolca’ya tercüme etmek. 3. İslâmiyet ve Risâle-i Nurlar hakkındaki yanlış düşünceleri tespit edip, bu araştırmaların sonunda tespit edilen doğruları yayınlamak. 4. Türkiye-ABD arasında bir öğrenci değişim programını kurmak. 5. Temel İslâmi kitaplarla Risâle-i Nurları basmak. Onları, İslâmiyet hakkında araştırma yapan—hapishanede olanlar başta olmak üzere—muhtaç olan ve hakkı arayan Müslümanlarla, gayr-i Müslimlere ulaştırmak. 6. Amerikalılar ve Müslümanlar arasında kültürel, sosyal ve dinî konularda karşılıklı olarak doğru anlamayı kolaylaştıracak teşvikler yapmak. 7. Toplumu alkolizm, ahlâk, uyuşturucunun zararları ve aile mevhumu gibi konularda bilgilendirip; İslâmî ve insanî değerlere teşvik etmek. 8. Amerikalıların nazarında İslâm’ı olumsuz noktalara taşıyan negatif fikirleri dağıtacak bir konferans platformu sağlayarak tebliğlerde bulunmak. 9. Kur’ân, Hadis ve Risâle-i Nur Külliyatı’nın doğru olarak öğrenilebileceği bir İslâm Merkezi geliştirmek. 10. Yeni Asya Gazetesini İngilizce olarak yayınlamak. İlk adım olarak; web–internet ağında; daha sonra da normal basım olarak yayın hayatına geçirmek. 11. Müslümanların geniş ve kritik yapabilen bir düşünce ufku kazanmalarını sağlamak amacıyla Türkçe ve İngilizce olarak Kur’ân ve müzakereli Risâle-i Nur derslerini başlatmak. Bu vakfın şu ana kadar yaptığı güzel hizmetleri daha sonraya bırakarak şimdi kısaca geçen hafta yapılan toplantıdan bazı önemli başlıkları birlikte paylaşalım. Mütevelli heyetin gündeminde olan en önemli üç konu şunlar: Birincisi, Amerika ve dünyaya hitap edecek, Türkiye ile çok sıkı ve sıcak ilişkiler kuracak, Bediüzzaman metoduna tam olarak bağlı olacak, bunun neticesi olarak da Yeni Asya meslek ve meşrebiyle birlikte hareket edecek bir “Yeni Asya İslâm Kültür Merkezi”nin inşâsına başlanılması için yapılan yer araştırmalarıydı. Dört müsait yerin tespitlerinin yapıldığı bildirildi. İkinci konu; bu merkezin inşâsında başka grupların yaptığı gibi asla teberru toplamaya gidilmemesi, helâl dairede kendi yakın çevremizden “karz-ı hasen” yani borç alma veya Türkiye de dahil camiâmız içinden olmak şartıyla bağış toplanması; alkol kullanan, faiz kullanan ve faize bulaşanlardan asla bir katkı alınmaması ve yaşanabilir İslâmî bir hareketi burada da göstermeye özen gösterilmesi üzerineydi. Üçüncü önemli konu ise; İngilizce’de “arbitration” olarak nitelendirilen “hakemli muhakeme” konusunda Müslüman toplumun da hazır olması gerektiğinin özenle ve önemle hatırlatılmasıydı. Çünkü bu tür sistemde herkes dinî inanışlarına göre bu tür sisteme başvurabiliyor. Her iki taraf da bunda anlaşırsa, bu kurulun verdiği karar mahkemeye gitmeden hallediliyor. ABD’de yargı sistemi çok farklı ve çok demokratik. Burada üç kademeli bir yargı sistemi var. En alt kademedeki mahkeme üyelerini doğrudan halk seçiyor. İkinci derecedeki mahkeme ve yüksek mahkemenin üyelerini başkan seçiyor, senato onaylıyor. Dolayısıyla ileride başörtüsü meselesinde veya İslâmî herhangi bir meselede birisi “Kanuna ve toplumun geleneklerine aykırıdır” diye konuyu mahkemeye taşımak istediğinde “bilirkişi ve ihtisas sahipleri” marifetiyle bir hakem heyetinin iki tarafı dinlemesiyle konu mahkemeye intikal etmeden çözüme kavuşabiliyor. İngiltere’de olduğu gibi burada da Müslümanlar dinin esasları olan Şeriatın hükümlerini bu kurullarda isteyip savunabilmeleri gerekiyor. Avukat ve sekreterimiz Khalim Wali bunu çok detaylı bir şekilde örneklerle güzelce anlattı. “Bir ‘sivil toplum kuruluşu’ olarak ABD kanunlarına karşı bu gibi inanca bağlı haklarımızı savunmaya ve korumaya hazırlıklı olalım” dedi. Bu konuşmalardan sonra sözü bize verdiler, biz de kısaca Türkiye’deki vakıf ve cemaat çalışmalarımızı anlattık. Gazetemizin misyonu ve yaptığı görevi kısa ve özlü olarak anlattık. Yanımızda getirdiğimiz Can Kardeş, Genç Yaklaşım, Bizim Aile ve Köprü dergilerini göstererek bunların muhtevası ve amaçları hakkında kısaca bilgi verdik. Gazetemizin Almanya ve Avrupa’ya yönelik dört sayfalık Almanca baskısının geçen yıldan itibaren başladığını, şimdi hedefimizin bu yayınlarımızın başta Amerika olmak üzere Avustralya, İngiltere ve Kanada’daki okuyucularımız için İngilizce baskılarını başlatmak olduğunu ve ilgili birimlerimizde bunu müzakere etmeye başladığımızı söyleyince, buradaki cemaatin gözlerinin parladığını ve heyecanın yükseldiğini hissettim. Bu konuda ilginç sorular geldi. Burada “şûrâ” olarak terminolojiye giren “meşveret” sistemi hakkında sorular geldi. Biz de mahalli meşveretlerden bölge ve umumi meşverete kadar işleyiş sistemini kısaca ve özlü olarak izah ettik. Avrupa’nın da kendi içinde dört, Türkiye nezdinde bir bölge olarak kabul edildiğini söyledik. Bunun üzerine Vakıf Başkanı Prof. Dr. Süleyman Kurter Ağabey, Amerika ve Kanada’nın da kendi içerisinde dört, Türkiye nezdinde bir bölge olarak temsil edilebileceğini izah etti. Bu izah ve istek, heyecanı bir kat daha arttırdı. Belki de önümüzdeki Kasım ayı Umumi Temsilciler Toplantısı’na ABD Yeni Asya Nur Camiası böyle bir teklifle gelebilir veya dinleyici olarak katılabilirler. Buna sonra karar verecekler inşâallah. İşte bu açıklama ve konuşmalardan sonra buradaki vakfımızın değerli sekreteri ve çok iyi bir hukukçu olan Khalim Wali: “Bunları sizden duymak çok ilginç ve bir o kadar da heyecan verici bir olay. Şu anda heyecanımdan yerimde duramıyorum. O zaman bize bir tarih verebilecek misiniz? Yeni Asya’yı burada ne zaman İngilizce baskıya geçirmeyi düşünüyorsunuz?” demez mi? Hemen kısa bir cevap verdim. “It is up to you! If you are ready, we are ready!” Yani: “Bu size bağlı. Siz hazırsanız biz hazırız!” “Siz burada yeterli okuyucu sayısını bulun; biz de İngiltere, Kanada ve Avustralyalı dostlarımızla da irtibatı sıklaştırıp en kısa zamanda ilk önce belki internet ortamında bir İngilizce Yeni Asya, daha sonra da normal baskısı olan bir Yeni Asya’yla sizi buluşturalım” dedim, memnuniyetle karşıladılar. İnşâallah hepimizin gayretleriyle bunu en kısa zamanda Cenab-ı Hak bize ihsan eder. Hayali bile çok hoş. Niye olmasın! Aynı saatlerde, gün ve haftalarda “Bediüzzaman TIR’ı Türkiye’yi bir uçtan bir uca kat edip, geçmişin o paslı hatıralarını hizmete dönüştürecek aşk ve şevki vermiyor mu?” Nereden nereye geldik, Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Sevgili dostlarım, elhamdülillah burada başta Prof. Dr. Süleyman Kurter ağabeyimizin şahsî gayretleri, değerli eşi Meksika asıllı Havva ablamız başta olmak üzere ailesinin bütün fertlerinin candan gayretleri, bu çevredeki Türkiye’den gelen değerli arkadaşlarımızın gece-gündüz demeden gayret ve heyecan dolu halleriyle Amerika’yı bu defa baştan başa telefonla dolaşarak bilgi topluyoruz. İrtibat bağlarını başlattık. Buraya gelirken iki sayfa olan irtibat adresimiz, şu anda dört sayfayı buldu. Onlarla gece gündüz telefon ve mail ortamında bağlantı kurup en kısa zamanda yüz yüze bir araya gelip hizmetlerimizi organizeli bir şekle getirip sürekliliğini sağlamaya çalışıyoruz. Şu ana kadar bu konuda epey mesafe kat ettik. Tabiî burayı yakînen bilmeyenler için en büyük zorluk Amerika’nın bir devlet ve ülkeden çok daha öte kocaman bir coğrafya ve kıt’a olması. Onun için farklı eyaletlere dağılmış olan her kademede çalışıp hizmet veren dostlarımızı orada İstanbul’da toplandığımız gibi kolayca toplamak mümkün değil. Ama her şeye rağmen biz bize gerekli olan adresleri topladık ve toplamaya devam ediyoruz. Buraya ziyaret maksadımızı onlara mail ve telefonla bildirince çok ama çok seviniyorlar. Yıllar sonra ilk olarak Yeni Asya adına böyle bir gayret, plan, program ve hizmet kervanının başlamış olması onların ümitlerini kuvvetlendiriyor. Hepsi bizleri ayaklarına kadar çağırıyorlar. Biz de bu defa yapabileceğimiz ziyaretleri ne kadar yapabileceksek onları yapmanın plân ve gayreti içersindeyiz. Bu konuda buranın ve kendimizin bütün şartlarını ve teknolojisini, maddî-manevî bütün gücümüzü en ekonomik ve makul yolda kullanarak bunu devam ettirmek gayreti ve plânı içersindeyiz. Buna mecburuz ve bu zorlukları da aşarak Rabbimizin rızasını kazanmak için ilk önce dostlarımız arasındaki irtibat ve bağlantıyı kurup “şahs-ı maneviyi” her mekânda tesis ve temsil etmeyi hedefleyerek, daha sonra da elimizdeki elmas değerindeki Kur’ânî düstur ve prensiplerle karanlık vadilerine savrulmaya çalışılan perişan insanlığın kurtarılması için bir şeyler yaparak katkıda bulunmanın yollarını aramaya mecbur ve mükellefiz. Ve bunu başaracağız inşallah. Diğer güzel gelişmeleri, gelecek haftaki yazımızda paylaşmak üzere inşâallah, Allah’a emanet olunuz. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
YENİ ASYA NEŞRİYAT |
|
ÂSİTÂNE: İstanbul İçinde İstanbul |
Aşağıdaki yazı İsmail Hakkı Avcı’nın bize geçen ay ulaşan bir değerlendirmesidir. Söz verdiğimiz gibi şimdi yayınlıyoruz.
İslâm Yaşar, bu eserinde tafsilâtlı bir şekilde İstanbul’u her yönüyle anlatmaktadır. Tarihî geçmişinden tâ bu günlere kadar şehrin serencamını akıcı üslûbu ile nazarlarımıza sunmaktadır. İstanbul’un eski isimlerinden biri olan Âsitâne, İstanbul âşığı yazarın da ifadesiyle “Dünyanın en güzel şehri, beldesi”dir. (Ben şahsen İstanbul’u yüz Venedik’e değişmem.) İstanbul’da senelerdir yaşayıp da hâlâ bu “memleket” şehrin kıymetini bilmeyen, çoğu yerini gezmeyen insanlarımız var. İşte bu eserle içinde yaşadığımız bu güzel beldenin eşşizliğinin farkına varacak, maddî ihtişamının yanında ruh zenginliğini de keşfedebileceğiz. Yazar, eserinin girişinde şehre verilen “Âsitâne” isminin manasını açıklıyor ve bu isme lâyık oluşunun izahlarını yapıyor. Kitabına “İstanbul Seyahat Rehberi” nazarıyla da bakılabileceğini belirtiyor. “Şehirlerin Çiçeği” bölümünde, şehrin tarihine iniyor, yapılan muhasaralara değiniyor ve İstanbul’un Besmelesi’ni muhasara esnasında şehid düşen büyük sahabi Eyüb Sultan’a bağlıyor. “Şehirlerin Çiçeği”nin, “İstanbul” oluşunun tarihî macerası ve Âsitâne ezanlarının hususiyeti de bu kitapta. İstanbul’un yüz hatları, Âsitâne’nin ortası, şehrin birinci tepesi de… “Çiçeklerin Şehri” bölümünde, lâlenin lâle oluş hikâyesi ve İstanbul için önemine değiniliyor. Lâlenin çeşitlerinden, ruh hâli ve şekillerine göre verilen isimlerden bahsediliyor. Âsitâne’nin gönül bahçesi faslında, lâlenin hâli kadar şeklinin de “hilâl”e müsait olmasıyla insanî hasletleri de hatırlattığını okuyoruz. “Şehirde açan su çiçekleri” ifâdesiyle yazar, İstanbul sularından, kaynaklarından ve şimdilerde su akmayan o nadide çeşmelerden dem vurmaktadır. İstanbul’un özellikle Boğaz’ın alâmeti ve süsü olan erguvanları unutulmuyor. Nergisin de yer aldığı satırlarda yazar, şehre “nergis bakışlı” iltifatını yapıyor. Âsitâne’nin şehre ayrı bir güzellik veren akasyaları da kitapta yerini alıyor tabiî. “Fetih Tahassüsleri”nde yazar, fetihle alâkalı duygu ve düşüncelerini dercederek şehitlerden, gül ve bülbüllerden bahsediyor. Muhasaranın serancamını, Hisar Camiinin dramını, fethin gerçekleşmesiyle fetih sembolü addedilen Ayasofya’nın hüznünü ve fethin sırlarını bize anlatıyor. “Âsitâne Manzaraları”nda meydan, cadde, sokak ahvalleri, İstanbul’a (Türkiye’de ve İslâm âleminde) dikilen ilk heykelin hikâyesi, Çınaraltı’nın serinliğinde bir fincan köpüklü kahvenin keyfi, Sultan Süleyman’ın saltanatı, Sinan’sız düşünülemeyen bir İstanbul, şehrin güzellik ve hususiyetlerini anlatanlar (şehrengizler), Âsitâne’de zaman nasıl geçer ve değerlendirilir, mevsimler, seher, bahar, hazan hâlleri, Âsitâne sahafları ilerleyen sayfa ve satırlar arasında. “İstanbul Çeşitlemeleri” bölümünde gökyüzüyle, denizi ve semtleriyle dünyanın en güzel yeri olduğu, meşhur camileri ve mıntıkalarının özellik ve güzelliklerini okuyoruz. Nusretiye ayrı bir yazıyla senâ ediliyor. İstanbul yangınları da ihmal edilmemiş. “Cihangir’de gurup vakti” Üsküdar’ı temaşa etmek, yine Üsküdar’ın ara sokaklarında gezinmek ve İstanbul’u mesken tutmak, okumadan geçilemeyecek kısımlardan. Son bölüm, Âsitâne’nin Avrupa’daki akislerine ayrılmış. Başta Edirne olmak üzere, Balkanlar, mimarisiyle birer Âsitâne hâline gelmişler. Ve kitaptaki İstanbul seyahatimiz, Nedim’in “İstanbul Kasidesi” ve Âsitâne’nin günümüzdeki renkli fotoğraflarıyla süslenerek sona eriyor. İslâm Yaşar’ın, “İstanbul İçinde İstanbul: Âsitâne”si bu konuda derlenmiş ve telif edilmiş eserlerin içinde en derli toplusu, okuyanlara verdiği malûmatla en faydalısı ve hâlâ İstanbul’un farkına varamayanlara bir ikaz ve şehri tanımak ve gezmek için hareketlendirici bir vazife üstlendiğine kâni olduğum çok güzel, emek mahsulü bir eser. Bu müstesna çalışmasından dolayı velûd yazar ve müdakkik edebiyatçımızı tebrik ediyor ve haydi, gerçekten İstanbul’u tanımaya ve yaşamaya diyoruz, vesselâm. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Ucuz et yahnisi! |
Gerçek mesuliyet yaşanmakla iç içedir. İnsanı, hayatı ve olayları yaşayan, anlatan ve bilen ancak mesuliyetlerine müdriktir, idrak etmiş ve anlamıştır. Tarif, yol göstermek ve tasdik etmek mesuliyetlerin kıyıcığında yaşamak, yol kenarından el sallamak, kahvehanede dedikodusunu yapmak, mesuliyetlerin anlaşılmadığının ve bilinmediğinin en güzel anlatıcı delilleridirler. Her şeyi bilmek, her şeyi bilir gibi konuşmak, her şeyi kendi fikir atmosferinin kasır döngüleri içinde anlatmak ve kabul ettirmeye çalışmak; mesuliyetsizliğin, vurdumduymazlığın ve işgüzarlığın daniskasıdır. Elini zorlukların altına, kafasını zor düşüncelerin ufkuna yoramayan ve sokamayan adam nasıl kendisini mesul bilebilir ki? İman nuruyla yaşamı devam ettirmeye çalışan bir insan muhakkak ki Rabbinin kendisine yüklediği vazifelere müdrik olup bunları yerine getirmeye, yapmaya bir gayret gösterdiği gibi, mesuliyet içinde olduğunu da bilir ve öyle de hareket eder. En küçük bir günahın en büyük kara deliklerin başlangıcı olabileceğine inanan bir Müslüman, mü’min ve muvahhid kişi imanın gerektirdiği vazife ve görevlerin yerine getirilmesindeki mesuliyetin ikaz ve uyarılarını devamlı olarak kendisinde hisseder ve bunlara meydan vermemeye çalışır. Herkes gibi olmak bizleri emekli olan bir kişi gibi vazifelerden, imanî, Kur’ânî ve İslâmî vazifelerden alıkoyamaz ve sakıt edemez. Çünkü herkes kendi yaptığından mesuldür ve herkes kendi sahip olduğu mesuliyetlerin hesabını verecektir. Ne yaparsak yapalım evvela mesul olduğumuz kendi imanımızı kurtarmak ve kuvvetlendirmek vazife ve mesuliyetinden başlayarak yapalım. Etrafa, başkalarına dağıtılmış ve yayılmış hiçbir fiilin bizlere faydası olmayacaktır. En önemli görev kendi fiillerimizi doğru ve yanlışsız olarak yapıp Rabbimize takdim edebilmemizdir. İmanî ve Kur’ânî hizmetlerin tehiri ve ertelenmesi olmaz. Lakin bilmeden, öğrenmeden her türlü mesuliyet bana ait diyerek yapmakta hiç olmaz. Okumak, Rabbimize iltica ederek okumak, O’nun inayet ve yardımıyla öğrenmek ve fiiliyata dökerek yapmak en güzel tarz ve yol olsa gerektir… İşte her zaman zikredip yazdığımız gibi, evvela kendimizi okumak sonra kitapları kendi durumumuzu bilerek okumak sonra da okuduklarımızı tartarak ve bilerek hizmetlerde bulunmak, bizlerin şiarı önceliği ve güzelliği olmalıdır. Bu cümleden olarak hödüklüğün özelliği olan “Ben bilirim, ben her şeyi bilirim, yalnız ben bilirim…” gibi gayrihizmet lügatları ve söylemleri, bu sahifelerin ve anlatımların çok uzağında ve dışındadır elbette… Mesuliyetleri korkmadan yaşayabilen, zahmetlerin ardından rahmetlerin muhatabı olduğu gibi, muvaffakiyetlerin ve başarıların imzasını atabilendir. Ucuz etin yahnisi misali, az okumanın, az öğrenmenin, az bilmenin ne mesuliyeti olabilir ki; ne hizmeti olsun… Allah’ın avn ve inayeti üzerinize olsun inşallah!.. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kimilerinin laiklik anlayışı ve Bediüzzaman’ın tarifi |
Laik-seküler anlayışın hayatın her kademesinde uygulanmak istendiği, CHP’nin 1947 kongresinde “Laiklik yalnız din ile siyaset arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münâsebet kurulmamasıdır” şeklinde yer alır.1 Aslında laiklik bir idâre şekli ve bir rejim değildir. Ama, Türkiye’de bir rejim gibi algılandı. Dahası, Osmanlı aydınlarının, laiklik olarak ifâde edilen düşünceye buldukları ilk karşılık, “asrîlik”tir.2 Bu kavram, Anglo-sakson geleneğindeki “sekülarizmi” (din dışı, dinsizlik) karşılamaktadır. Sözde aydınlara göre; asrîleşmek ilericilik, din ise gericilik demekti. Öyle ise, modernleşmek, yâni asrîleşmek için dini ortadan kaldırmak gerekirdi! Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, “Biz Avrupa’daki mânâda bir laiklik kabul etmiyoruz, devlet kontrolü olacaktır ve olmasında da fayda ve zarûret vardır”3 şeklindeki sözleriyle CHP zihniyetinin laiklik anlayışını ortaya koyuyordu. 1926’da kabul edilen Cezâ Kanunu’nun, meşhur 163. maddesi, dinî faaliyetlerle ilgili cezaları öngörüyordu. 15 Nisan 1928’de, Anayasanın 2. maddesi olan “Bu devletin dinî, din-î İslâmdır” ibâresi kaldırılır, 26. Madde’de yer alan, “Meclis, dini hükümleri yerine getirir” hükmü de çıkarılır. Laiklik maddesi, Anayasa’ya 1937 yılında, bir politika gereği sokulmasına rağmen, o zamana kadar ilke ve inkılâplar tamamlanmış, din dersleri tamamen kaldırılmış, din adına ne varsa yasaklanmıştı. Oysa siyasî literatürde, demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla laiklik, devletin her türlü inanç ve düşünce karşısında tarafsız kalmasıydı. Bediüzzaman Said Nursî de: “Lâik cumhuriyet, dinî dünyadan ayırmaktır. Yoksa, dinî reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır... Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki ederim”4; “Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir”5 ve “Lâik cumhuriyet, prensipleriyle tarafsız kalır”6 diyerek o mefhum kargaşasında gerçek târifini vermişti. Buna ters uygulamalara da, “Cumhuriyet devrinde laiklik, dinsizlik olarak tatbik edildi”7, “Dinsizlik, laiklikten istifade ile kuvvet buldu”8 sözleriyle eleştirir. Bugün, aynı zihniyet, hâlâ aynı bağnazlığı devam ettirmektedir.
Dipnotlar: 1- Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 3. 2- Age. 3- Sebilürreşad, Mecliste Anayasa Müsakereleri, c. 13, sayı: 320, Nisan 1961, s. 317. 4- Tarihçe-i Hayat, s. 187, 332. 5- Age, s. 194. 6- Tarihçe-i Hayat, s. 195. 7- Tarihçe-i Hayat, s. 195. 8- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 9 01.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yakın tarih arşivi |
Akşam gazetesinin haberine göre, Mimar Sinan Üniversitesi arşivinde muhafaza edilen son yüz yılın önemli olaylarıyla bağlantılı 6000 metrajlık orjinal filmler için restorasyon çalışması başlatılmış. Kültür Bakanlığının da desteğiyle restore edilecek olan bu filmlerin, bilâhare araştırmacıların ve halkın istifadesine sunulacağı ifade ediliyor. Yakın tarihimizin daha iyi bilinmesi açısından, bu tür gelişmeleri memnuniyetle karşımalak mümkün. Ancak, yine de konuya ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Zira, Türkiye, henüz yakın tarihinin üzerine abanmış birtakım tabuların etkisinden kurtulabilmiş değil. Dolayısıyla, herşeyi olduğu gibi bilme ve öğrenme fırsatının doğduğu his ve hevesine kapılmamalı. Nitekim, Meclis Başkanı M. Ali Şahin'in birkaç ay evvel yaptığı bir açıklamada da, binlerce belgeyi ihtiva eden yakın tarih arşivinin araştırmacıların ve halkın istifadesine sunulacağı, ancak bunların içinde "İstiklâl Mahkemeleri"ne dair bilgi ve belgelerin yer almayacağı ifade edilmişti. Oysa ki, İstiklâl Mahkemeleriyle ilgili bilgilere yeterince sahip olunmadan, yarın tarihimizin hakkıyla anlaşılması mümkün görünmüyor. Dileriz, hür ve medenî dünya kategorisinde görünmek isteyen Türkiye, yakın tarihinin üzerindeki sis perdesini kaldırmaya ve karanlıkları aydınlatmaya muvaffak olur.
Korkak, âciz, nâmert...
Erzurum'da "BEDİÜZZAMAN TIR"ının brandasını korsan duvar yazısıyla kirletenler, aslında ne derece korkak, âciz ve nâmert olduklarını ilân ve ispat etmiş oldular. Tıpkı, 8–9 sene evvel Barla Çam Dağındaki hatıra ağaçları gizlice kesip kayıplara karışan nâmertler gibi... Evet, bunlar cidden âcizdirler. Çünkü, Üstad Bediüzzaman'ın fikir ve dâvâsına galebe çalamayacağını biliyorlar ki, ancak âcizlerin işi olan bir yola başvuruyorlar. Bunlar korkaktırlar. Zira, park halindeki bir tırın bırandasını tenha bir saatte gidip kirletmek, ancak korkakların işidir. Bunlar, aynı zamanda nâmerttirler. Çünkü, mert olan kimse, kaçak güreşmez, arkadan vurmaz, gizlice saldırma cihetine gitmez. Gidiyorsa şayet, ne derece nâmert olduğunu kendi eseriyle dünya âleme ilân etmiş olur. Erzurum'da yaşanan menfur hadisenin teşkil ettiği tabloda, işte aynen bu mânâlar okunuyor.
Ünlü–ünsüz
Gün geçmiyor ki, medyada "ünlü sanatçı, ünlü şarkıcı, ünlü türkücü..." haberleri yer almasın. Buna mukabil, bir tane olsun "ünsüz" şarkıcı, türkücü, sanatçı haberine rastlayamazsınız. Buna göre, meselâ sanatçı kesimin tamamı "ünlü"dür, aralarında "ünsüz" bir tek kişi yoktur. O halde, bu kimselerden söz ederken, isminin başına "ünlü" tabirini eklemenin gereği de yoktur. Zira, gereksiz eklemeler, zaman içinde sırıtmaya başlar, çiğ düşer, riyâya kaçar, usanç verir, bıkkınlık uyandırır...
Tarihin yorumu 1 Ekim 1730
Devlet için fert fedâ edildi
Yirmi yedi yıllık saltanatı müddetince bir kez olsun ordunun başında sefere çıkmayan Sultan III. Ahmed'in bu hali, Yeniçeri Ocağında şiddetli rahatsızlıklara sebebiyet verdi. Yeniçeri esnafından olan hamam tellakı Patron Halil, gitgide artan ve artık patlama noktasına gelen bu memnuniyetsizlikleri (yaklaşık üç bin kişiyle) tahripkâr bir gösteriye ve ardından kanlı bir isyana çevirmeye muvaffak oldu. Yeniçeri Ocağının desteğini alan Patrona, nihayet gelip isyancılarla birlikte Saray'ın kapısına dayandı. Âsiler, Sadrâzam Damat İbrahim Paşa ile birlikte, onlarca devlet adamının kellesini istiyordu. Padişah, belki vaziyeti kurtarırım diye, bu vahşi isteğe boyun eğdi. Damadı olan Sadrâmla birlikte birkaç kişiyi boğdurarak, cesetlerini Et Meydanında toplanan âsilere gönderdi. İsyancılar, bununla da yetinmediler ve "Padişah yalan söylüyor. Bu ceset İbrahim Paşaya ait değildir. Yalancı biri halife sultan olamaz" demeye başladılar. Damadını fedâ etmekle de âsilerin öfkesinden kurtulamayan Sultan III. Ahmed, kendisinin ve aile efradının hayatına dokunulmaması şartıyla tahttan ferâgat etmek mecburiyetinde kaldı. Onun yerine tahta geçen Sultan I. Mahmud ise, bir türlü memnun edemediği Patrona ve hempalarına 15 Kasım gecesi tuzak kurarak, kanlı bir müdahale ile onları bertaraf etti. Lâle Devri de, bu sûretle kapanarak tarihe intikal etmiş oldu. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
“Kavl-i leyyin”in neresindeyiz? |
Hadisât-ı âlem her ne kadar inkişaf etse, her ne kadar devletler milletler çoğalsa ve her ne kadar fikirler ve fikir babaları ve yasa ve tasaları çoğalsa da, Kur’ân’daki hakikatlerin bazen eteğine yaklaşılmakta ve bazen de çok uzaklarında kalınmaktadır. Böylelikle dahili ve harici uzlaşmalara, kardeşliklere ulaşılamamakta, gerçek manada halkla ilişkiler ortaya çıkmamakta ve buna mukabil, gürültüler, nefis ve enaniyetler alabildiğine huzursuz vadide koşmaktadır. Halka, millete ve insanlık âlemine ve vatan ehline yazık olmaktadır. Aslında bunu yapanlar çok şey kaybediyorlar. Fakat gaflet, hırs, bencinlik ve iç dünyalarındaki bizim bilmediğimiz hesaplar onu yutar ve perişan eder. Bu paragrafın içindeki öz ve makalenin ser levhasındaki ifade Cenâb-ı Allah’ın Hz. Musaya (as) hitabıdır. Bütün beşeriyete ve bilhassa irşadcı ve hâsseten siyasetçilere bir daimî ders-i ibret olan Taha Sûresi’ndeki 44’ncü âyet, doğrudan doğruya içtimai ve siyasî hayatımıza bakar. Zalim ve hunhar Firavun’a ilzam ve irşad ve ikaz mahiyetinde Hz. Musa’yı (as), kardeşi Hz. Harun (as) ile gönderen Hz. Allah buyurur ki: “O zaman ikiniz ona yumuşak söz söyleyin (kavl-i leyyin), belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.” Dolayısıyla “kavl-i leyyin” bir Kur’ân kavramıdır. Musâ Peygamber’e (as), kardeşi Harun’la (as) birlikte Firavun’a gitmeleri emredilirken zikredilmiştir. Bugünkü âlemde bu âyetin neresindeyiz? Ve ne kadar muhtacız? Âyetteki ifade tarzı kışkırtıcı değildir, bilakis muhatabı düşündürücüdür ve böylece Firavun’un belki düşünüp öğüt almasının, tezekkür etmesinin mümkün olacağı belirtilmiştir. Nefsanî duygularının harekete geçmesine meydan vermeyen bir üslup seçilmelidir; nefsini tezkiye etmemiş bir insanın, nefsi en küçük bir sataşmada galeyana gelmeye hazırdır. Bu da, tebliğin başlamadan bitmesine sebep olur. Hatta günah işleyen ve günahı kendisini kuşatan kimseler bile, kendilerine seviyeli bir dille hitap edildiği takdirde, tebliğe olumlu tepki verebilmektedirler. Peygamber (asm) de olsa bir tebliğci, kimin hidayete erip, kimin eremeyeceğini bilemez. Ona düşen, uygun bir lisanla davet etmektir ve öyle olmuştur. “Çünkü hidayet Allah’tandır.” Bu manada Kur’ân lebâleb yani baştan sona kadar en küçük âyetten en büyük sûreye kadar doludur. Uhud muharebesinde 3 bin kişilik müşrik ordusuna karşı, başta Efendimiz (asm) olmak üzere bin kişilik sahabe-i kiramdan müteşekkil mü’min ordusunun verdiği mücahedede 70 sahabe (ra) şehid olmuşlardı. Fakat çok önemli bir hadise şudur: Savaşın seyrini etkileyebilecek, kritik bir yer olan Ayneyn tepesine; Efendimiz, Seyyidimiz Hz. Muhammed (sav) Abdullah bin Cübeyr’in komutasında elli okçu yerleştirdi ve şu talimâtı verdi: “Düşmanların bizi mağlup ettiklerini, kuşların etlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, yardımımıza koşmayınız, yerinizden ayrılmayınız.” Fakat maalesef harbin şiddetinden ve galibiyetin sevincinden o tepe terk edildi ve ardından düşmanların hunhar katliâmları oldu… Kâinatın Serveri Efendimiz (asm) insanlık âlemine örnek olacak hareketlerle tekrar o sahabe-i güzini (ra) kucaklamıştır ve akabinde nazil olan ayette Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”1 Hz. Bediüzzaman, Münazarat eserinde bugünkü meşrutiyet ve cumhuriyetin mânâ-i hakikisinde bu âyetin içinde olduğunu tefsir ve tespit etmektedir. En küçük daireden en büyük daireye kadar, eşref-i mahlukat olan insanların bundan nasiplenmesi, feyizlenmesi ve hayata geçirmesi elzem ve mülzemdir. Tabansız ve tavansız bir bina olmadığı gibi, sevgisiz ve saygısız bir insanlık âlemi de olamaz. Eğri oturup, doğrular konuşulmalıdır…
Dipnot: 1- Âl-i İmran: 159. âyet 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Yeni süreç |
Okuduklarımız, izlediklerimiz ve işittiklerimiz bizleri yanıltmıyorsa, siyasî iktidar “Kürt meselesinde” yeni bir limana yanaşıyor. İslâm birliğine ihanet eden Baas rejimi ile Barzanilerin ilişkilerini bilmeyenler, bu gelişmenin köklerine ulaşamazlar. Her iki hareketin ortaya çıkarılışı, Bağdat Paktının kuruluşundan sonraki zamanı takip eder. Bediüzzaman´ın Türkiye, âlem-i İslâm, Hristiyan âlemi ve dünya barışı için destek verip alkışladığı CENTO´yu dağıtmakla vazifeli olanlar, giderayak Irak´ı da parçaladılar, İslâm dünyasının böğrüne deccaliyetin hançerini sapladılar. Dana´nın kuyruğu Washington´daki meşhur Kürt toplantısında kopmuştu. O hadise ile neoliberal yazarlar, Kürt probleminin yeni sürecini ilân ettiler. Yıllardır başta Açık Toplum Enstitüsü olmak üzere birçok fondan Kuzey Irak’taki partnerlerine para aktaran neoliberaller, böylelikle gemiyi istedikleri rotaya oturtmuş oldular. Yeni süreçte ordu içindeki derin devletin PKK ile bağlantıları ve geçmişte işledikleri cinayetler deşifre edilirken, çözüm Kuzey Irak yönetimiyle işbirliği yapmak olarak gösterilecekti. PKK-asker işbirliklerinin milletin içinde oluşturacağı ateşin buharıyla neoliberallerin kontrolündeki “rüşvete boğulmuş” yeni Kürt politikası pişirilecekti. Soros’un yardımları kadar Amerika’nın buraya yapacağı yardım da sınırlı olduğundan, çarkın rahat çalışabilmesi için Kerkük petrollerini Molla Mustafa Barzani´nin oğlu Mesud Barzani’ye teslim eden kuvvetin, hem Türkiye´ye, hem Arap ve İslâm dünyasına ve hem de AB´ye şedit bir düşman olduğunda şüphemiz yok. Ergenekon sürecinde eski efendilerince tukaka edilen PKK ve onunla çalışmış askerlerden kurtulmanın yolu, Amerikalı dinsizlerle işbirliği ve Barzani ile ittifak olmamalıydı. Washington´dan Erbil’e, oradan Diyarbakır´a ve şimdi de Ankara´ya uzanan bu yeni oyundan kurtulmanın biricik yolu demokrasidir. İçeride bir kısım asker ve hanedan mensuplarının, dışarıda neocon ve neoliberallerin desteğiyle gündeme getirilen bu projenin arkasında hangi niyetlerin yattığını, vatan, millet ve dinini sevenler çok iyi tahkik etmek zorundalar. Duâmız bu süreçten vatanın, milletin ve İslâmın zarar görmemesi... 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her adımda tehlike |
Sadece Türkiye’yi değil, dünyayı da kurtarmaya çalıştığımız için; bazen en yakınlarımızı, bazen de kendimizi kaybediyoruz. Sarsıcı olan gerçek, bütün bu kayıpların farkına da varamıyoruz. Risâle-i Nur eserlerinde bahsedilen ve kulağımıza küpe olması gereken tesbitlerden biri de “Dördüncü Mesele”de anlatılır. Bediüzzaman’a “(Devam eden) Dünya Savaşından daha önemli bir hadise mi var ki, bu konularla hiç ilgilenmiyorsun?” anlamında bir soru sorulur. Bu soruya verilen uzun cevap şöyle özetlenebilir: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çok çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, (...) dâireler var. Herbir dâirede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimi vazife var. (...) Fakat büyük dâirenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyâni ve âfâki işlerle meşgul eder. Sermâye-i hayatını boş yerde imha eder. (...) Evet, bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise (...) herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâva açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek. Herkesin, îman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve dâimi bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvası başına açılmış.” (Asa-yı Musa, s. 20) İşte biz, ‘dünyayı kurtarmaya çalışırken’, önümüzdeki asıl tehlikeyi görmüyoruz, göremiyoruz. Dizilerle, siyasî tartışmalarla, lüzumsuz işlerle muşgul olurken, çoğu zaman evlâtlarımız yanıyor; farkına varamıyoruz. Biz ve elbette aile fertlerimiz için dünya savaşlarından daha önemli olan ‘imanı kazanma ve kaybetme dâvâsı’nı nasıl unuturuz? Kaybettiğimizin ‘ebedî bir hayat’ olduğunu nasıl akıllardan çıkarabiliriz? Bu ihtimal ve tehlike karşısında nasıl titremeyiz, nasıl çarelere sarılmayız? Çok sık tekrar eden hadiselere rağmen kalıcı olarak gündemimize yerleşemeyen bir konu var: Çocuklarımız tehlikede! Hem de çok ciddî tehlikede! Hiç birimiz kendimizi garantide görmeyelim ve her türlü insî ve cinnî tehlike ve tehditlere karşı Rabbimize duâ edelim. Bir iki gün önce yine böyle sarsıcı bir hadise yaşandı. Bir genç kızın cesedi bir binanın boşluğunda bulundu. Bazı kişiler gözaltına alındı, ama hadise hâlâ çözülebilmiş değil. Velev ki, bu hadise palisiye olay olarak çözülmüş ve katiller bulunmuş olsun. Bu durumda tehlikeyi savmış olabilir miyiz? Vefat eden kızın ‘acılı baba’sı şöyle konuşmuş: “Türk milletine sesleniyorum, erkek çocuklarının içine biraz Allah korsusu versinler. Kız çocukların daha akıllı mantıklı olduğunu düşünüyorum. Fakat erkek çocukları nasıl yaşıyorlar. Acım çok büyük.” (Bugün, 30 Eylül 2010) Acılı baba haklı, ama tehlikede olan ya da merak etmemiz gereken sadece erkek çocuklarımız değil. Küçük, büyük bütün çocuklarımız ve biz tehlikedeyiz. “Nasıl yaşıyorlar?” sorusu hepimize sorulmuş bir sorudur ve keşke bu soruya “Sünnet-i seniyyeye uygun yaşıyorlar, yaşıyoruz” diye cevap verebilsek. Şunu bilelim ki “İslâm’a uygun şekilde yaşıyorlar, yaşıyoruz” diye cevap veremediğimiz sürece tehlikeyi savmış olamayız. Lütfen gerçek tehlikenin farkına varalım ve tam bir teslimiyet ile Allah’a sığınalım... 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İsrail'in suçlu olmadığına yalnızca ABD inanıyor! |
Bu defa Amerika ve İsrail’in çabaları, insanlığın sesini kısmaya yetmedi. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi İsrail’in Gazze Konvoyu’na yaptığı saldırıdan dolayı bu ülkeyi haksız ve orantısız bir güçle konvoya müdahale etmesi ve dokuz sivilin ölümüne sebep olmasından dolayı, “taammüden adam öldürme, işkence, insanlık dışı muamele, bilinçli şekilde büyük acı ve ciddî yaralanmaya sebep olmak suçlarından dâvâ açılması için deliller bulunduğu sonucuna varan raporu kabul etti. 30 Kabul oyuna karşı 15 üyenin çekimser kaldığı oylamada tek hayır oyu ne yazık ki bir vatandaşını da bu insanlık suçu oluşturan saldırıda kaybeden ABD’den geldi. İsrail’in “önyargılı, abartılı ve siyasî” olduğu gerekçesiyle reddettiği rapor, uluslar arası kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmış, ilk defa İsrail’in haksızlığı bu kadar net bir şekilde ortaya konulmuştu. Aslında bu rapor bir bakıma Türkiye’nin başarısı. Zira bağımsız bir araştırma komisyonu kurulması için uzun ve çetin bir mücadele verildi. Sonuçta da insanlara yardım uğruna hayatını kaybedenlerin ruhu, katilleri cezalandırılmasa dahi insanlığın vicdanında mahkûm olduğu için huzura erecek. Bu raporun görüşülmesi esnasında en ilginç değerlendirmeleri yapan ise Desmond de Silva oldu. “Gemide bin Ladin’in kendisi bile bulunsaydı, bu durum blokaj hukuka uygun hale getirmeyecekti” dedi de Silva. Bu tutumuyla da adaletin en temel prensibini dile getirmiş oldu: “Bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa, yine o gemi hiçbir kanunu adaletle batırılmaz.” Kaldı ki bu gemidekilerin hepsi masumdu. Ancak İsrail için güç gösterisi önemliydi. Dünya kamuoyunun tepkisi ve adaletin hiçbir önemi yoktu. Nitekim tamamı Yahudilerden oluşan küçük konvoya da müdahale etti. Eğer direnselerdi, aynı şiddete maruz kalmaları kaçınılmazdı. Peki, bundan sonra ne olacak? Birleşmiş Milletler İsrail hakkında herhangi bir işlem yapacak mı? Maalesef hayır. Uluslarası Ceza Mahkemesine bile götürülmeyecek konu. Zira İsrail’in bu mahkemenin yetkisinin dayanağı olan antlaşmayı imzalamadığı gerekçe gösterilecek. Halbuki, Güvenlik Konseyi kararı ile üye olmayan bir ülke hakkında bu mahkemeye suç duyurusunda bulunulması imkânı var. Ancak böyle bir suç duyurusu kararını ABD hemen veto edecektir. Ancak insanlığın vicdanında mahkûm olacak İsrail. Bu konvoyda, Gazze’de, Batı Şeria’da hayatını zalim İsrail’in kurşunlarıyla ve bombalarıyla kaybeden yüzlerce insanın ahı boğacak İsrail’i. Öbür yandan hükümetin, olayda İsrail’in suçluluğunu belgeleyen bu onaylanmış raporu dayanak yaparak, işin peşini bırakmaması gerek. Bütün uluslar arası zeminlerde İsrail’in en azından Gazze ablukasını kaldırmasını sağlamak için somut adımlar atılması sağlanmalı. Obama, böyle bir insanlık suçunu ortaya koyan rapora bile ‘hayır’ dedirttikten sonra “gelecekteki barışa hizmetlerinden dolayı” aldığı Nobel Barış Ödülünü iade etmelidir. Zira gelecek geldi ve Obama ne Filistin’de, ne Irak’ta, ne Pakistan’da, ne de Afganistan’da barışa hizmet etmiyor. Aksine masumların kanlarını dökmeye, dökülen kanlara seyirci kalmaya devam ediyor. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
CHP’nin “yeni sayfa”sı |
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da Erdoğan gibi “yeni bir sayfa” açmaktan bahsediyor ve söylem düzeyinde peş peşe yaptığı “açılım”larla, partisinin seksen yıllık çizgisinde “keskin revizyonlar”ın işaretini veriyor. Laikliğin tehlikede olmadığını söylüyor. “Dinî alanda özgürlükler genişletilmeli” diyor. Cemaatlere saygılı olduğunu; insanlarımızın manevî dünyalarında cemaatlere yakınlık duyabileceklerini; hattâ Nurcu da, Süleymancı da, “Fethullahçı” da olabileceklerini ifade ediyor. Hemen peşinden koyduğu “Yeter ki siyasallaştırmasınlar” kaydı, prensip olarak haklı gerekçeleri olan bir ihtiyat ve teyakkuzun ifadesi. Dinin ve ona hizmet için var olan cemaatlerin siyasallaşmaması gereği, Bediüzzaman’ın da bir asır önce dikkat çektiği çok önemli bir ölçü. Ve Türkiye’de din-siyaset-laiklik ekseninde yaşanan gerilimi besleyegelen başlıca sebeplerden biri, bu ölçüyü kaale almayan hatalı tavırlar. Bir diğeri de, prensip olarak din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olması gereken laikliği din karşıtlığı şeklinde yorumlayıp, dayatmacı yöntemlerle o tarzda uygulayan laikçi fanatizm. CHP de ne yazık ki bu fanatizmin politika arenasındaki öncü aktörlerinden biri olageldi. Kılıçdaroğlu’nun bu çizgi açısından ciddî bir kırılmayı ifade eden söylemleri, partinin kurumsal duruşuna nasıl ve ne ölçüde mal olabilir? Özellikle, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığa gelmesinde etkin rol oynayan, kendisini partideki Kemalist damarın temsilcisi olarak niteleyen ve örgüt yapısındaki etkinliğini koruyan Önder Sav çizgisi, bu “aykırı” çıkışlar için ne düşünüyor? Bu çizginin şu andaki sessizliği zımnî bir tasvibin ifadesi olarak görülebilir mi, yoksa Kemal Beye yeni ve keskin U dönüşleri yaptırabilir mi? Bunlar şu an için cevabı belirsiz sorular. Ama Kılıçdaroğlu’nun klasik CHP çizgisiyle örtüşmeyen, tam tersine çelişen söylemleri, özellikle laikçi çizgiyi aşındırıyor, laiklik yorumunu yumuşatacak bir yolu aralıyor, cemaatlere bakışta gerçekçi bir yaklaşımın önünü açıyor. Bunlar, bir yönüyle, Baykal’ın takdirle karşılanan Kutlu Doğum konuşmasıyla yaptığı açılımın daha ileri boyutlara taşınmasını ifade ediyor. Ama dediğimiz gibi, bu yeni yaklaşımın parti kimliğine ne ölçüde mal olduğu henüz meçhul. Gerek 1950 öncesindeki tek parti döneminde, gerek ihtilâllerde, gerekse demokrasinin darboğaza girdiği kriz zamanlarında izlediği politikalarla hep milletin büyük çoğunluğunu karşısına almış olan bu parti, gerçekten değişebilir mi? Olumlu bir değişim geçirerek milletle barışabilir ve Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, “demokrasinin önünü açan bir parti” haline gelebilir mi? Tam yüz sene önce “Meşrutiyet zamanında tevbe kapısı açıktır” diyen Bediüzzaman’ın tesbiti, demokrasi devrinde herkes gibi CHP için de geçerli. Ve bunun CHP için nasıl olacağının yolunu, yine Said Nursî, çok partili demokrasiye geçiş işaretlerinin belirmeye başladığı 1940’ların ikinci yarısında dönemin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı bir mektupta göstermiş. Birinci Dünya Savaşının ardından milletlerarası anlaşmaların zoruyla yaptırılan inkılâpların yol açtığı tahribatı izale için, inkılâp kusurlarının, onları gerçekleştiren birkaç kişiye münhasır bırakılıp, Kur’ân ve iman hakikatlerine sahip çıkılarak milletle barışılabileceğini vurgulamış. CHP’nin yeni bir sayfa açarak, şimdiye kadar kavgalı olduğu millet ekseriyetinin gönlünü kazanabilmesi, Said Nursî’nin tavsiyesine kulak vererek samimî bir özeleştiri yapmasına ve Kılıçdaroğlu’nun olumlu söylemlerinde ifadesini bulan açılımları partinin kurumsal kimliğine de mal ederek inandırıcı hale getirmesine bağlı. Bu zorlu, ama gerekli süreçte iktidar partisi başta olmak üzere bütün siyasî aktörlerin ve kamuoyunun yapıcı ve teşvikkâr yaklaşımlarla CHP’ye yardımcı olmaları, işi kolaylaştırabilir. Ve başarılabilirse herkes rahatlar. 01.10.2010 E-Posta: [email protected] |