Hüseyin GÜLTEKİN |
|
İhlâsı kazanma ve koruma imtihanı |
Kalplerimize sinen ülfetle, yaşamakta olduğumuz asrın uhrevî hayatımızı tehdit eden dehşetli korkunç tehlikelerinin farkına varamayışımız, bu tehlikenin boyutunu daha da büyütüyor. Ülfetlerimizin zamanla gafletlere dönüşmesi sonucu; her tarafımızdan bizi ablukaya alıp, imanımızı, inancımızı devre dışı bırakmaya çabalayan, adeta iç içe yaşadığımız günahları, haramları göremiyoruz veya umursamıyoruz. Kebîrelerin ağır bombardımanlarına karşı törpülenmiş dinî hassasiyetlerimizin, haramların acımasız hücumlarına karşı ülfetle zedelenmiş dinî duyarlılıklarımızın mukavemet edemeyeceğini de çoğu zaman derk edemez olduk. Bediüzzaman’ın “dehşetli asır”, “hasta asır”, “rezil asır”, “helâket ve felâket asrı” gibi câlib-i dikkat tavsiflerini de çoğu zaman görmezden geldik. Yine Üstadın, İhlâs Risâlesi’nin giriş bölümünde, içinde bulunduğumuz asırla ilgili olarak; “bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde…” tespitlerinde görüldüğü gibi kemiyetçe az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza karşın, iki hayatımızı da yok etmeyi gaye edinen dehşetli düşmanları, acımasız baskı ve tazyikleri, savletli bid’a ve dalâletleri görebiliyor muyuz? Bunlara mukavemet edip dayanabilmek için lâzım olan tedbirleri alabiliyor muyuz? Az, fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde Nur’un talebeleri olarak; Bediüzzaman’ın “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş” ifadesindeki bize yönelik ihtar yüklü, dikkat çekici tesbitini doğru okuyup, o yönde bir hazırlığın içinde olabiliyor muyuz? Bir ihsan-ı İlâhî olarak tavsif edilen omzumuzdaki bu ağır ve değerli emaneti gereğince koruyup kollayıp bizden sonraki nesillere teslim etmenin gayreti içinde olabiliyor muyuz? Bu noktada gerekli dikkat ve gayreti göstermeyip, omzumuzdaki bu kudsî emanetin zayi olup zarardîde olması durumundaki manevî mesuliyetin bedelini hissedebiliyor muyuz? Sıradan ehl-i dinin ötesinde bir kudsî davası olan, bir ulvî hizmete talip bulunan Nurun fedakâr talebelerinin bu noktada bazı mükellefiyetlerinin, bazı mecburiyetlerinin olması gerekir herhalde. Gönüllü olarak yüklendikleri iman-Kur’ân hizmetlerinin bir gereği olarak bazı önemli yükümlülüklerinin, bazı ehemmiyetli vazifelerinin olması lâzım. İşte bu vazife ve mükellefiyetlerin başında ihlâs geliyor. Bu hizmetlerin ruhu ve can damarı mesabesinde olan ihlâsı kazanmak ve onu ilânihaye muhafaza etmek bu davaya gönül verenlerin önemli ve öncelikli vazifesidir. Bu meyanda, bakın Bediüzzaman neler söylüyor: “Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.” Görüldüğü gibi ihlâsı kazanma noktasında şu veya bu şekilde üzerimize düşen vazifelerimizi yerine getirmediğimiz takdirde, elimizdeki hizmet-i kudsiyenin semerâtının zayi olacağını ve bunun sonucunda da bazı manevi mesuliyetlerle karşı karşıya geleceğimizi haber veriyor Bediüzzaman. Bu önemli manevî kayıpları hiçbir Nur Talebesi göze alamaz herhalde. İhlâsı kırmanın daha acı ve korkunç akıbetini de Bediüzzaman şöylece haber veriyor: “‘Benim âyetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin’ (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” Görülüyor ki, böyle yüce bir davaya gönül verenlerin ihlâsı kıracak, onu zedeleyecek hâl ve tavırların içinde olmaları gibi lüksleri yoktur ve olamaz. Çünkü böyle bir durumun, beraberinde umum kardeşlerin hukukuna tecavüz, hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz ve hakaik-ı imaniyenin kudsiyetine hürmetsizliği netice verdiğini akıldan çıkarmamak gerekir. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |