Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yeni sayfa açarken |
Başbakan Erdoğan’ın medya ile son buluşmasında ilk dikkat çeken önemli noktalardan biri, davetin tamamen akreditasyonsuz bir yaklaşımla organize edilmesiydi. Bilindiği gibi, ayrımcılığın simgesi haline gelen akredite uygulaması, Genelkurmay başta olmak üzere bazı kurumlarca hâlâ sürdürülüyor. Son Dolmabahçe daveti, Başbakanlığın bu ayıbı kendi açısından bitirme noktasına geldiğini gösteriyor. Darısı diğer kurumların başına... Bu gelişme, 12 Eylül referandumunu bir milât olarak değerlendiren iktidarın, medya ile ilişkilerde de yeni bir sayfa açma niyetinin ifadesi. Bu adımın arkaplanında, Haziran 2011’de yapılması öngörülen seçime doğru gidilirken, yeni müttefikler bulup muhalefeti ve karşıtlıkları olabildiğince törpüleme ve yumuşatma gibi düşüncelerin yatıyor olması da kuvvetle muhtemel. Her halükârda genel atmosferdeki anlamsız gerginlikleri bitirip sağduyu ve itidal çizgisinin hakim olmasına katkı sağlayabilecek bir adım. Erdoğan’ın, ülkedeki değişim ve gelişim sürecinin medyadaki olumlu yansımalarında AB faktörünün rolüne de vurgu yapması ilginçti. Medyanın bir kesimine, soğuk savaş devrinden kalma alışkanlıkların terki mesajı verip 28 Şubat-27 Nisan manşetlerinden hatırlatmalarla, “Kendinizi psikolojik harekâtlarda kullandırmayın” diyerek özeleştiri çağrısında bulunması da. Bu çağrı, “sivil” kılıflar içerisinde hedef, yön, biçim ve yöntem değiştirerek devam eden başka psikolojik harekâtlar için de geçerli olmalı. Ve buradaki inisiyatif medyanın kendisinde. Gerçekten “bağımsız” bir medya yapılanması olsa, kendisini ne devlet içi güç odaklarına, ne siyasete, ne de ticarî hesaplara âlet ettirir... Bakalım, Türkiye o aşamaya ne zaman gelecek? Dolmabahçe buluşmasındaki soru-cevap faslı, Erdoğan’ın açış konuşmasıyla oluşan olumlu atmosferde sürdü, ama her soru, verilen veya geçiştirilen cevabıyla birlikte konuyu da dağıttı. Yeni anayasa ve zamanlaması tartışmasından bedelli askerliğe; Ulusal TV kanalının Silivri’de yargılanan yöneticilerine; yazılı medya için de RTÜK benzeri bir üst kurul oluşturulmasına; Bekir Coşkun’un Habertürk’ten çıkarılışına; Öcalan’ın son gelişmelerde dahli olup olmadığına; BDP ile yapılan görüşmeye; genel af ve siyasî af konularına; anadilde eğitime; seçim tarihi ve başkanlık sistemine; Gül’ün görev süresine; başörtüsüne; Başbakanın İstanbul için düşündüğü, ama ser verip sır vermediği “çılgın proje”ye; kur, “aşırı değerli TL” ve yüksek faiz bahislerine; emekli özel harpçi Yirmibeşoğlu’nun “Cami yaktık” itirafına kadar birçok konu gündeme geldi. Açış konuşmasında çetelerin üzerine giden yayınlardan takdirle söz etmişti Başbakan. Önce Adem Yavuz Arslan bu yayınlar sonrası yargıda karşı karşıya oldukları sıkıntıyı aktardı, ardından biz bunlar için açılan soruşturma ve dâvâları hatırlattık. Erdoğan sorunu çözecek TCK düzenlemesinin gündemlerinde olduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu’nun “Yeni anayasa için 2011 seçimini niye bekliyoruz ki? Hemen bir komisyon kurup çalışmalara başlayalım” teklifini “samimiyetsiz” bulduğunu, çünkü Meclisin çalışma takviminin buna müsait olmadığını söyleyen Erdoğan keşke bu konuya daha pozitif yaklaşsaydı... Yeni anayasa için şimdiden bir komisyon oluşturulup çalışmalara başlanması, Başbakanın sözünü ettiği takvimin işlemesine engel değil ki. Meclis bütçe ve uyum paketi için çalışırken, anayasa komisyonu da kendi çalışmasını yapar. Ve böyle bir ortak çalışmayı başlatmak, siyasette de yeni bir sayfa açma iradesini gösterir. Erdoğan’a yeni anayasanın içeriğiyle ilgili tartışmaların da artık gündeme gelmesi gerektiğini ifade ederek, mevcut anayasanın şimdiye kadar iki defa değiştirilmiş olan “başlangıç” kısmıyla ilgili görüşünü sorduk; cevaben şu aşamada içerikle ilgili konulara girmek istemediğini söyledi. Ve yeni sayfanın ilk satırı böyle noktalandı. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Gece vakti |
Çalışanlarla bir konu üzerinde görüşme yapıyorduk. Sıkıntılı bir konu olduğu için, enine boyuna bütün yönlerini ve alternatif çözüm yollarını düşünüp konuşurken iyiden iyiye dalmışız. O, içeri hışımla daldı ve olanca heybetiyle yanıma yaklaşıp yüksek tondan selâm verdi. Telâşlı telâşlı konuşmaya başladı. İçinde bulunduğu stres ve panik, yüzündeki gergin ifadelerden rahatça anlaşılıyordu. Birbiri peşisıra el kol hareketleri ile anlattıklarından ilk etapta bir şey anlamadım. Bütün dikkatimle ona yönelerek şaşkın baktığımı fark ederek; tekrar başa dönerek geçtiğimiz gün de hatırlattığını, kurumun kömürlerini birilerinin alıp götürdüğünü anlatmaya çalışıyordu. Onun söylediklerine önem verdiğime inandırmam gerektiğini biliyorum. Kömürleri takip ettirdiğimi hiçbir eksilme olmadığını, görevlilerin ve güvenlikçilerin titizlikle konuyu takip ettiklerini anlatsam da nafile. “Onlar bilmezler, takip etmezler” diye ne söylesem cevap yetiştiriyordu. Yaşlı insanların kendilerine ait tutkuları, doğruları ve takıntıları olduğunu düşünerek, onun iddialarına itiraz etmeden, uzatmamak için öylesine “Tamam sen bundan sonra takip et, gördüğünü, bildiğini bana söyle” deyip gönderdim. Halil Amca bu söz üzerine durumdan vazife çıkararak haberimiz olmadan oraların fahri bekçisi olmuş. Bahçede ne olup bitiyor, kim geliyor, kim gidiyor takibe başlamış. Bakmış ki bir hareket, bir faaliyet ve hırsızlık olayı olmuyor; “Bu iş olsa olsa geceleri herkes yattıktan, el ayak çekildikten sonra oluyordur” diye şüphelerini gece vaktine yoğunlaştırmış. Bir ara bahçede dolaşırken karşılaştık. Selâmlaştıktan sonra bana dönerek elleriyle işaretler ederek: “Ben çok cesur bir adamım, hiç bir şeyden korkmam. Gözümü budaktan esirgemem. Görev yaptım mı tam yaparım. Olunca öyle olacak, kuş uçurtmam, takipteyim. Yaramaz bir vaziyet yok. Sen telaş etme…” Böyle peşpeşe sıraladığı konuşmalarından sağlık, mutluluk haberlerini verdiğini anlayarak konuşmaların onaylayıcı ifadeler kullanarak, bende; dürüst, çalışkan, başarılı insanın hali başka gibi, bir şeyler söyleyerek ayrıldık. Bir gece yoklamasında Halil Amcayı bulamazlar. Sağlık sorunları olması sebebiyle merak ederek gidebileceği mekânlarda aramaya başlarlar. “Gecenin bir yarısında nereye gitmiş olabilir, düşmüş bayılmış mıdır?” diye endişeyle güvenlik görevlisi, hemşire birlikte her tarafı ararlar. Son olarak da bahçenin kömürlük tarafında hastalanıp düşmüş olabileceğini tahmin ederek o tarafa yönelirler. Orası binanın gölgesinde kalan karanlık bir mekân. Karanlıklar içerisinde büyükçe bir karartı görürler, bir süre durup dikkatlice bakarlar. Biraz korku biraz da endişe ile o tarafa yönelirler! Kendisine iyice yaklaştıklarında battaniyeye bürünmüş, sessiz vaziyette onları gözetleyen Halil Amca, hırsızların kömür çalmak için tam bu zamanı seçtiklerini düşünerek avazı çıktığı kadar bağırmaya, koşmaya başlar: “Gelin bura, durun hırsız vaar!... Yakaladım sizi kaçamazsınız, dur…” Ne olduğunu şaşıran görevliler, tabana kuvvet son sürat kaçmaya başlarlar! Güvenlik görevlisi, korkudan hemşireden daha fazla koşmaktadır. Kaçma kovalama binanın ön tarafındaki projektörlerin aydınlığına kadar devam eder. Aydınlıkta dönüp baksalar arkalarından bağıra çağıra gelen, sırtındaki battaniyesi ile Halil Amcadır. Çok korktuklarını, kendisini aradıklarını, endişe ettiklerini söylerler. Burada ne yaptığını, sorduklarında, o, bütün cesaret ve kahramanlık tavırlarını takınarak hırsız yakalamak için orada olduğunu, ne yapıp edip kömür hırsızlarını yakalaması gerektiğini, bunun bir devlet ve millet görevi olduğunu başlamış anlatmaya!... Önemli bir görevde ve takipte bulunduğunu söylemiş. Bu görevi terk etmenin vatana ihanet kadar kötü olduğunu anlatarak; tekrar yerine dönmüş. Hastalıktan, tehlikeden, üşümekten ne kadar anlatsalar da içeriye götürememişler. Bir süre uğraşsalar da sonuç alamayınca bırakıp içeriye girmişler. Onun ikna edilmesi için herkes bir şeyler düşünmüş, en parlak olan fikri uygulamaya koymuşlar. Çalışan personelin bir yakını gece mesaisi sonunda arkadaşını almak için kuruma gelmiştir. O kişiye durumu anlatırlar. Kendisinin sivil polis olduğunu, buralardaki kömür hırsızlığı için görevlendirildiğini, hırsızları yasal yoldan kendisinin yakalaması gerektiğini Halil Amca’ya anlatmış. Hem kendisinde bulunan silâhla, hırsızların üstesinden gelebileceğini ikna etmesi üzerine Halil Amca, kendisine gerek kalmadığına inanarak içeriye girip yatakhanesine döner. Böylece bir gece yarısı macerası da kazasız, belâsız sona ermiş. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
İhlâsı kazanma ve koruma imtihanı |
Kalplerimize sinen ülfetle, yaşamakta olduğumuz asrın uhrevî hayatımızı tehdit eden dehşetli korkunç tehlikelerinin farkına varamayışımız, bu tehlikenin boyutunu daha da büyütüyor. Ülfetlerimizin zamanla gafletlere dönüşmesi sonucu; her tarafımızdan bizi ablukaya alıp, imanımızı, inancımızı devre dışı bırakmaya çabalayan, adeta iç içe yaşadığımız günahları, haramları göremiyoruz veya umursamıyoruz. Kebîrelerin ağır bombardımanlarına karşı törpülenmiş dinî hassasiyetlerimizin, haramların acımasız hücumlarına karşı ülfetle zedelenmiş dinî duyarlılıklarımızın mukavemet edemeyeceğini de çoğu zaman derk edemez olduk. Bediüzzaman’ın “dehşetli asır”, “hasta asır”, “rezil asır”, “helâket ve felâket asrı” gibi câlib-i dikkat tavsiflerini de çoğu zaman görmezden geldik. Yine Üstadın, İhlâs Risâlesi’nin giriş bölümünde, içinde bulunduğumuz asırla ilgili olarak; “bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde…” tespitlerinde görüldüğü gibi kemiyetçe az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza karşın, iki hayatımızı da yok etmeyi gaye edinen dehşetli düşmanları, acımasız baskı ve tazyikleri, savletli bid’a ve dalâletleri görebiliyor muyuz? Bunlara mukavemet edip dayanabilmek için lâzım olan tedbirleri alabiliyor muyuz? Az, fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde Nur’un talebeleri olarak; Bediüzzaman’ın “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş” ifadesindeki bize yönelik ihtar yüklü, dikkat çekici tesbitini doğru okuyup, o yönde bir hazırlığın içinde olabiliyor muyuz? Bir ihsan-ı İlâhî olarak tavsif edilen omzumuzdaki bu ağır ve değerli emaneti gereğince koruyup kollayıp bizden sonraki nesillere teslim etmenin gayreti içinde olabiliyor muyuz? Bu noktada gerekli dikkat ve gayreti göstermeyip, omzumuzdaki bu kudsî emanetin zayi olup zarardîde olması durumundaki manevî mesuliyetin bedelini hissedebiliyor muyuz? Sıradan ehl-i dinin ötesinde bir kudsî davası olan, bir ulvî hizmete talip bulunan Nurun fedakâr talebelerinin bu noktada bazı mükellefiyetlerinin, bazı mecburiyetlerinin olması gerekir herhalde. Gönüllü olarak yüklendikleri iman-Kur’ân hizmetlerinin bir gereği olarak bazı önemli yükümlülüklerinin, bazı ehemmiyetli vazifelerinin olması lâzım. İşte bu vazife ve mükellefiyetlerin başında ihlâs geliyor. Bu hizmetlerin ruhu ve can damarı mesabesinde olan ihlâsı kazanmak ve onu ilânihaye muhafaza etmek bu davaya gönül verenlerin önemli ve öncelikli vazifesidir. Bu meyanda, bakın Bediüzzaman neler söylüyor: “Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.” Görüldüğü gibi ihlâsı kazanma noktasında şu veya bu şekilde üzerimize düşen vazifelerimizi yerine getirmediğimiz takdirde, elimizdeki hizmet-i kudsiyenin semerâtının zayi olacağını ve bunun sonucunda da bazı manevi mesuliyetlerle karşı karşıya geleceğimizi haber veriyor Bediüzzaman. Bu önemli manevî kayıpları hiçbir Nur Talebesi göze alamaz herhalde. İhlâsı kırmanın daha acı ve korkunç akıbetini de Bediüzzaman şöylece haber veriyor: “‘Benim âyetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin’ (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” Görülüyor ki, böyle yüce bir davaya gönül verenlerin ihlâsı kıracak, onu zedeleyecek hâl ve tavırların içinde olmaları gibi lüksleri yoktur ve olamaz. Çünkü böyle bir durumun, beraberinde umum kardeşlerin hukukuna tecavüz, hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz ve hakaik-ı imaniyenin kudsiyetine hürmetsizliği netice verdiğini akıldan çıkarmamak gerekir. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
İliklerimizdeki hırsızlık: Kopya |
Türkiye’de en güvenilir kurum olmakla, en güvenilir sınavları yapmakla övünen ÖSYM, ülkeyi öyle bir çamura bulaştırdı ki, bundan sıyrılmak, bu çamuru temizlemek mümkün olmayabilir. Pansuman tedbirler geçici nefesler aldırabilir. Meselenin nirengi noktası, vicdanlara kadar işleyen irinleri temizlemekten geçiyor. Bu yılki sınavlarla ilgili yaşanan kopya skandalı içinde bulunduğumuz toplumsal cinnet halinin acı bir göstergesi olarak amel defterimize işlendi. Beyaz yalanları meşru görmeyi alışkanlık haline getiren bir anlayışın çocukları milyonlarca kişinin geleceğini ilgilendiren bir sınavda sistematik bir hırsızlığın içinde yer almakta beis görmedi. KPSS’deki organize kopyacılık bir eğitim sisteminin ulaştığı kokuşmuşluk halini de gözler önüne serdi. KPSS’nin eğitim bilimleri kısmı iptal edilirken, iptale de iptal dâvâsı açarak yeni bir keşmekeşin başlangıcı olabilecek hukukî süreç başladı. Yapılacak yeni sınav için şimdiden kopya ihbarlarının başlaması ise kafaları karıştırırken bundan önceki sınavlar da şaibeli hale geldi. Bundan sonrasının ne olacağı hakkında birşeyler söylemek zordur. ÖSYM’nin yeni başkanı güvenliğin öneminden dem vuruyor. Aslında bundan sonraki sınavlarda da kopya çekilmeyeceğini garanti edebilecek hiç kimse ve hiçbir tekneloji yoktur. Zira vicdansızlığı, hırsızlığı ortadan kaldıracak tekneloji henüz icad edilebilmiş değildir. Vicdanlardan Allah korkusunu kaldırmak için ellerinden geleni ardına koymayanlar şimdilerde bu organize işlerin altından nasıl kalkacaklarını düşünüyorlar. Aslında her öğrenci kopya çekmenin suç olduğunu bilir; ama bile bile de bu suç bir çok kişi tarafından işlenir. “Kopya çekmek serbest; ama yakalanmak yasak.”, “Kopya çekebilmek sanattır”, “En iyi ders çalışma yöntemi kopya hazırlamaktır” gibi söylemler öğrencilik yıllarından hafızamıza yerleştirilmiş söylemlerdir. Milli Eğitim’in sınav yönetmeliğine göre kopya çeken öğrenci sıfır ile cezalandırılır. Disiplin yönetmeliğine göre de kopya çeken öğrenciye kınamadan başlayarak örgün eğitimle ilişkisinin kesilmesine kadar bir dizi yaptırımlar uygulanır. Yine öğretmenlerle ilgili mevzuata göre, kopyaya izin veren, öğrenciye kopya veren, onun kopya çekmesine yardım veya aracılık eden öğretmen meslekten ihraç edilir. Bu yönetmeliklere rağmen kopyacılık okullarımızda devam etmektedir. KPSS’deki kopya işine bulaşanlar da mutlaka bir şekilde cezalandırılacaktır; kopya teşebbüsleri ise asla bitmeyecektir. “Nasıl bir memlekette yaşıyoruz, ahlâksızlığı meşrulaştıran zihniyet çocuklarımızın benliğine nasıl işlemiş, amaca ulaşmak için her yolu mübah gören Makyavelist düşünce tarzı bu milletin iliklerine nasıl işlemiş?” Asıl korkutucu olan sorular bunlardır. Bundan önceki sınavları da şaibeli hali getiren son skandal beraberinde şu ürkütücü soruyu da getirmektedir: “Haksız bir şekilde bir yerlere gelmiş, makam mevki kazanmış, başkalarının hakkını gaspederek bir koltuğa yapışmış kişiler tarafından mı yönetiliyoruz? Çocuklarımızı eğiten öğretmenler içinde böyleleri var mıdır?” Şairin “Bir âlem ki, gökler boru içinde!/Akıl almazların zoru içinde./Üst üste sorular soru içinde:/Düşün mü, konuş mu sus mu unut mu,?” dediği içinden çıkılmaz durum. Her ne olursa olsun kopyayı meşrû kılmayan şu gerçeği de dillendirmek gerekir. Sistem öylesine kokuşmuştur ki kopya ya da benzeri süreçlere zemin hazırlamaktadır. En az on altı yıl sıralara mahkum ettiği gencine bir iş veremeyen sistem, meşrû olmayan teklifleri ve halleri meşru hale getirecek vicdanî-zihnî altyapıyı da hazırlamaktadır. Kendi içinde bile adil olamayan sistem KPSS sınavıyla adalet sağlamak gayreti içindedir; ama burada da türlü türlü haksızlığa rastlamam mümkündür. Meselâ; Özel Eğitim, Okul Öncesi Eğitim gibi ihtiyacın fazla olduğu bölümlerden mezun olanlar; 30-40 gibi bir puanla öğretmen olabilirlerken matematik, edebiyat vb. alanlardan mezun olanların öğretmen olabilmesi için 80-90 gibi yüksek puanlar alması gerekiyor. Yıllarca sınavlara girip de bu puanları alamayanlar, işsizlikten-parasızlıktan bunalanlar ahlâk ve hukuk dışı diyebileceğimiz bu yollara başvurabiliyorlar. Sıkıntılı bir sürecin sürüklediği kopyayı haklı kılacak bir gerekçe midir bunlar? Elbette ki değil; ama “İlkokuldan üniversiteye kadar giden uzun bir süreçte sınıflarda tuttuğunuz, üniversite sonrasında sudan çıkmış balık gibi yalnız bıraktığınız bir gencin hakkını nasıl vereceksiniz, bunalımları, depresyonik halleri nasıl ortadan kaldıracaksınız?” sorusu da cevap beklemektedir. Hasılı, beyaz yalanlar gibi kopya da tasvip edilmemesi gereken, hiçbir şekilde meşruiyet kazandırılmaması gereken bir durumdur. En basit tanımla emek hırsızlığı olarak tanımlayabileceğimiz kopyacılık, beraberinde kul hakkı ihlalini de gündeme getiren, ahlaksızlık ve yolsuzlukların da önünü açan bir adımdır. Bu tür girişimleri kökünden halledebilecek tek güç vicdanlardaki Allah korkusu, kul hakkıyla hesaba çekilebilme endişesidir. Kanun ve yönetmeliklerin vicdanlara hükmedebilmesi ise vicdanlardaki inkılâplarla mümkündür. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Göklerin ve yerin ibadet ehli |
Hasan Hüseyin Bey: “1- Risâle-i Nur’da geçen zîşuur kelimesi kimleri kapsıyor? İnsandan başka zîşuur var mıdır? 2- Kâinat ve mevcudat Allah’ı bilme ve Allah’a tesbih etme noktasında şuurlu mudurlar? Yoksa zorla mı ibadet ettiriliyorlar?”
Zîşuur, kendisine hayat ve ruh ile birlikte şuur ve bilinç de verilen, şuur ve bilinç sahibi, bilen, akl eden, yaptığını bilerek yapan, kendisine belirli ölçülerde ilim verilen kimse demektir. Allah şuur sahibi üç sınıf varlık yaratmıştır: Melekler, Cinler ve İnsanlar. Bu türlerin her üçü de şuurlarını Allah’ı bilmek, tanımak ve Allah’a kulluk yapmak yolunda kullanmakla yükümlüdürler. Bunlardan cinlere ve insanlara bu yükümlülüğü yerine getirmeleri için imtihana tâbi bir cüz’î irade verilmiştir. Kur’ân bu imtihan sırlı yükümlülüğü şöyle ifade ediyor: “Sizi ey insanlar ve cinler, yakında hesaba çekeceğiz! Rabb’inizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi çıkın, gidin! Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Rabb’inizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?”1 Anlaşılıyor ki, şuur sahibi olan cinler ve insanlar Allah’ı bilmekle, tanımakla, ibadet etmekle ve sâlih amel işlemekle yükümlüdürler. Bu yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerinden sorumludurlar. Şeytan ise cinlerden olduğu için, hiç şüphesiz imtihana tâbi bir zîşuurdur. Yeryüzü gibi gökyüzünün de kendine münasip sakinleri bulunduğunu kaydeden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, muhtelif cinste bulunan bu sakinlere şeriat lisanında melâike ve rûhâni dendiğini beyan ediyor. Bedîüzzaman’a göre yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla doldurulması, boşaltılıp boşaltılıp şuur sahibi mahlûklarla yeniden doldurulması işaret ediyor ki, muhteşem kasırlar ve süslü saraylar hükmünde yıldızları bulunan şu gökyüzü de şuur, idrak, anlayış ve bilgi sahibi mahlûklarla doludur. Onlar da insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu İlâhî saltanatın dellâllarıdırlar. Bedîüzzaman’a göre bu kâinatın had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve süslemelerle, güzel ve eşsiz nakışlarla süslendirilmesi, apaçık, düşünce, akıl ve bilgi sahibi kimselerin bulunmasını gerekli kılıyor. Çünkü güzellik, âşık ister. Yemek aç olana verilir. Oysa insanlar ve cinler bu sonsuz vazifeye, şu haşmetli nezarete, bu geniş kulluğa karşı milyondan ancak birini yapabiliyorlar. Demek bu sonsuz ve çok çeşitli vazifelerde kulluk görevini yerine getirmek üzere melâike nevileri ve ruhanî cinsleri lâzımdır. Gezegenlerden ve yıldızlardan yağmur damlalarına kadar bir kısım seyyar cisimler çeşit çeşit meleklerin binekleri hükmündedirler. Kuşlardan sineklere kadar bir kısım hayvanlar çeşit çeşit meleklerin tayyareleri hükmündedirler.2 Melekler bu varlıkların hayatlarıyla Allah’a takdim ettikleri manevî tesbih ve zikirleri melek diliyle ve şuurlu bir şekilde temsil ve ilân ediyorlar.3 2-Kur’ân emanetin göklere, yere ve dağlara arz edildiğini, fakat bu yerlerin emaneti almaktan çekindiğini, onu insanın aldığını beyan eder,4 yıldızların ve ağaçların Allah’a secde ettiklerini haber verir,5 göklerde ve yerde şuurlu şuursuz ne varsa Allah’a tesbih ettiklerini,6 fakat biz şuurlu varlıkların bu tesbihleri anlamadığımızı7 bildirir, Allah’ın gerektiğinde suları yutması için yeryüzüne, suyunu kesmesi için gökyüzüne,8 Hazret-i İbrahim (as) için soğuk ve selâmetli olması için ateşe9 hitap ettiğini kaydeder. Allah’ın, “Ey yeryüzü ve gökyüzü! İsteseniz de, istemeseniz de ikiniz birden emrime uyun!” buyurduğunu, bu İlâhî emre gökyüzünün ve yeryüzünün de cevap vererek, “İsteyerek uyduk!” dediklerini haber verir,10 Varlıkların İlâhî emirleri böylesine dinlemelerinde biz şuur mu arayacağız, yoksa şuurlu varlıklar olarak okumamız gereken başka mesajlar mı var? Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre bu âyetlerle birlikte her şeyde görünen bu baş döndürücü güzellik, düzenlilik ve faydalılık, her şeyin Allah’ın emirlerine harfiyen uyduğunu îlan ediyor.11 Küçükten büyüğe bütün mahlûklar üzerlerinde taşıdıkları ince nakışlar ve hikmetli özellikler dilleriyle Allah’ın isimlerini zikrediyorlar, yani gösteriyorlar.12 Anlaşılıyor ki, göklerin, yerin ve bütün varlıkların zaten Allah’ın emirlerinin dışına çıkmak gibi bir seçenekleri yoktur. Böyle bir seçeneğe insanlar ve cinler sahiptirler. Fakat insanlar ve cinler de zorla ibadet ettirilmiyorlar. Tercihleri ve iradeleriyle ibadet etmeleri isteniyor. Bu açıdan, “zorla ibadet ettirilmek” tabirinin seçenek sahibi olmayan varlıklar için kullanılması akla ve hikmete uygun düşmüyor. Kâinatta Allah’ın iradesi, hikmeti ve kudreti esastır. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne din reformu |
Osmanlı’nın bazı aydınlarının dinde reform ve içtihad talepleri, özellikle 1908’li yıllarda, “materyalist” görüşlere sahip olan Jön Türk Devrimi’yle birlikte hız kazanır ve su üstüne çıkar. 1918’e kadar da etkili çıkışlar yaparlar. Bu on yıllık devrede, Bücher’in, kaba materyalizmi yerine, deizme (yâni, her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı, dinî inkâr ederek; sadece akıl ile idrâk edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden, teşbihi ve teslisi reddeden ekol, anlayış, inanç) meylederler. Bu sayede, pozitivist reformları gerçekleştirmeyi, hem de dinlerin en mükemmeli kabul ettikleri İslâmiyeti yüceltmeyi hedefliyorlardı. Bu arada, 1917 yılında, evlilik ve âile hukukunda köklü bir reformu da gerçekleştirdiler. Baha Tevfik, Bücher’in kaba materyalizmini; İslâmiyet kisvesi adı altında da Celal Nuri, deizmi getiriyordu. Musa Carullah da, reformistlerin başında yer alıyordu.1 Medreseli olan Şemsettin Günaltay da, başta Batı’nın saldırılarına karşı İslâmî bir program sunduğu halde, 1928 yılından sonra, bu reformist hareketlerde çok büyük bir rol alır.2 Jön Türklerin ideoloğu olan Ziya Gökalp de, Türkçe ibâdeti savunanlardandı. Ona göre, din kollektif bir paydayı temin ettiği için var olmalı, ancak duâlar ve ibâdetler Türkçe olmalıydı. “Atatürk”ün reform siyaseti, dinin bir rol üstlenmesinin reddedildiği bir düzen içinde, yeni bir kollektif kimlik oluşturmaktı.3 Cumhuriyet, resmen pozitivizmi temel bir ideolojik temel olarak kabul eder.4 Ve bu sahada da iki karşıt uç gelişir: “Biz, kimliğimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar modern oluruz.” Buna karşı da, “Kimliğimize ne kadar çok sarılırsak ve hiçbir yeniliğe geçit vermezsek, o kadar gelenekçi ve dindar oluruz” diyenler oldu. Oysa Türkiye, hem Doğulu, hem Batılı olmak, hem kendisi gibi kalmak, hem de evrenselleşmek zorundaydı.5 Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında “sosyalizm ve bolşevim” prensipleri yerleştirildi. Bunu, Bediüzzaman, sosyal feraseti ile keşfederek deşifre eder: “Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: (...) ‘Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor...’”6 Dinî reformlar da bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâli’nden gelip, “decalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçrıyor; değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre de şekilleniyordu. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini alan, ismi din olmayan, fakat “resmî” kanaldan, “resmî din” olarak...
Dipnotlar: 1-Prof. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursî Oalıyı, s. 224-225. 2-Age, s. 228. 3-Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 71. 4-Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 9. 5-Age, s. 29. 6-Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 174. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ortalık hareketlenirken |
Bir yandan Antalya'da ölümlü bira festivâli... Mardin'de gerilimli defile tartışması... Tophane'de yansımaları hâlâ devam eden sanatçı–mahalleli çatışması... Vesaire... Öte yandan, iktidar ve ana muhalefet liderlerinin görüşmesi... İktidar ve etnik muhalefet mensuplarının görüşmesi... Terör cephesinin ateşkes manevrası... İmralı ziyaretleri... Vesaire. Yani... Bir yandan "sosyal" içerikli mesajlar, atraksiyonlar ve yer yer çatışmaya dönüşen gerilimler. Bir yandan da "siyasî" muhtevalı hareketli gelişmeler. Bütün bu yaşananları şu şekilde tercüme etmek de mümkün: Referandum sonrası ve genel seçim öncesi yaşanan bu hareketlilik, gerek sosyal ve gerekse politik birtakım hesapların, beklentilerin ve bir yönüyle de duyulan endişelerin bir yansıması, bir dışa vurumu mahiyetindedir. Dinle, inançla arası iyi olmayan, mânevî atmosferden uzak bir hayatın özlemini duyan çevreler, sınırları zorlayarak varlığını hissettirmek istiyor. Bir bakıma "Sakın hayat tarzımıza karışmayın. Laik Türkiye'de biz istediğimiz gibi yaşamak istiyoruz" mesajını yansıtmaya çalışıyor. Bu çevrelerin, bazı kudsî ve ahlâkî değerleri çiğnercesine yaptıkları teşebbüslerin, bir manevra ve bir yoklama çekme taktiği olduğunu düşünmek gerek. * * * Yoğunlaşan siyasî gelişmeler ise, ekseriyet itibariyle yaklaşan genel seçimlere endeksli olduğu kanaatini uyandırıyor. Siyasî partilerin, seçim meydanlarında hem övünmek, hem de muhalifini suçlamak için kullanacağı birtakım etkileyici malzemelere ihtiyacı vardır. Bu meyanda en etkili malzeme ise, Türkiye'nin kronik derdi olan "irtica ve bölücülük" marazıdır. Parti liderleri, meydanlarda bangır bangır bağırarak "Demokratik bir anayasanın hazırlanmasından, Kürt meselesinin çözümünden, başörtüsü meselesinin halledilmesinden, terörün bitirilmesinden..." dem vuracak; bu konularda kendilerinin çözümden yana, ancak karşısındakilerin çözümsüzlükten yana olduğunu söyleyip duracak. Maksat, bu meseledeki iyi niyetini izah ile seçmenin teveccühünü kazanmak. Siyasilerin asıl niyet ve maksadı ciddî ve samimi olsaydı şayet, Anayasa değişikliği görüşmeleri ve referandum süreci boyunca bu derece zıtlaşıp kutuplaşma cihetine gitme ihtiyacını duymazlardı. Siyasî aktörler, şimdi ciddî bir samimiyet sınavı ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Bu sınavı başarıyla vererek, genel seçimler öncesinde meselâ yeni bir anayasa üzerinde uzlaşmaya varırlarsa, biz de—yanılgımızı d itiraf ile—bundan elbette ki memnuniyet duyarız.
Tarihin yorumu 28 Eylül 1920
Şark Cephesinde zafer üstüne zafer
Kâzım Karabekir komutasındaki Millî Kuvvetlerimiz, Şark'ta Ermeni çetelerine karşı büyük bir taarruz harekâtını başlattı. (28 Eylül 1920) Kars ve çevresi başta olmak üzere, Şark Vilâyetlerinde birçok yerleşim merkezini ellerinde bulunduran Ermeni çeteciler (Taşnak, Hınçak...), işgal müddetince sayısız Müslümanın kanını akıtarak hemen her yerde katliâm yaptılar. Millî Mücadelenin başladığı günlerde, Rusya'nın desteğini kaybeden bu çeteler, korku ve panik içinde etrafı yakıp yıkma ve mâsum (sivil) Müslümanların kanını dökme işini daha da hızlandırdılar. Gaddarlığın son raddesine çıktığı günlerde harekete geçen Millî Kuvvetlerimiz, silâhlı Ermeni birliklerini Şarkî Anadolu topraklarını terk ile kaçmaya mecbur bıraktı. Çatak, Sarıkamış, Kağızman ve daha birçok şehri Eylül ayının son haftasında terk eden Ermeni fedâileri, haftalar süren bir takip ve taarruz neticesinde, Ermenistan'ın iç bölgelerine kadar çekilmeye mecbur edildi. Millî Kuvvetlerimizin Şark Cephesindeki bu ilerleyişi, Gümrü Antlaşmasının yapıldığı 2 Aralık gününe kadar devam etti. * * * Şark Cephesinde ordumuzun kazandığı zaferlerle büyük şöhret kazanan Kâzım Karabekir Paşayı bekleyen bir sonraki görev, Garp Cephesi Kumandanlığıydı. Ancak, durum beklendiği gibi olmadı. Geçmişinde hiçbir başarıya imza atamayan Albay İsmet, Karabekir Paşadan üstün tutuldu, cephe komutanı yapıldı. Karabekir ise, önce mebus yapılarak askeriyeden uzaklaştırıldı. Rütbesiz bir sivilden farkı kalmadı. Son bir çırpınışla siyasî muhalif olmaya çalıştı, ancak bunda da muvaffak olamadı. Hayatı türlü çile ve sıkıntılar içinde geçti. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Hissedilen hürriyet derecesi |
Hava sıcaklığı tahmini yapan uzmanların “termometredeki sıcaklık” ile “insanlarca hissedilen sıcaklık” rakamlarını ayrı ayrı vermelerini geçen haftaya kadar tam anlayamazdım. Geçen hafta, anayasa değişikliği referandumunun sonuçlarının resmen açıklanmasından sonra, bir komşum sıkıştırdı: “Eeee yeni anayasanız da tamam, hani daha demokrat olacaktık, hani daha fazla hürriyetimiz olacaktı, biz hiçbir değişiklik hissetmedik” dedi. Bendeniz de kendisine “Siz kimsiniz ki? “ ya da “bekle ve gör” yerine “bekleme ve sor” dedim. Neden dedim? Gerçekten, kanunlarda yazılı olan hak ve hürriyetlerle insanlarca hissedilen demokrasi ve hürriyet sıcaklığı arasında açık bir fark varsa o ülke hayli “rutubetli” demektir! Hep beraber üfleyelim de bereketsiz bulutlar açılsın, hürriyet güneşi doğsun üzerimize. Bir vatandaş olarak, hak ve hürriyetlerimizin geliştiğini nasıl anlarız? *Bizimle aynı ideallere sahip olmayan komşumuz bize selâm vermeye başlamışsa, *Hangi siyasi partiye oy verdiğimizi daha rahat söyleyebiliyorsak, *Hangi siyasi partiye oy verdiğimizi bilen muhatabımız da kendi tercihini aynı rahatlıkla söylemeye başlamışsa, *Önümüzü keyfince kesen emniyet mensubuna “ben vergisini veren bir vatandaşım, ne hakla bana engel olursun, çekil yolumdan” diyebiliyorsak, *Kapımıza dayanıp içeri girmeye kalkan silâhlı resmî görevliye “arama iznini göster” dedikten sonra, “al sana arama izni” cevabı ile aynı anda burnumuzun ortasına yumruğu yemeden kalabiliyorsak, *Camileri yakanların aslında camileri sevdiği ve cami yakarken aslında koruduğu fikrini ciddiye almayacak kadar uyanık hale gelmişsek, *Çocuklarımız okulda, sevdiği ve sevmediği sanatçıların yanı sıra, sevdiği ve sevmediği devlet adamlarının isimlerini de rahatça sayabiliyorsa, *Vali bey “namaz pantolonu” taşımaktan vazgeçmişse, *Kaymakamınızın odacısı, telefonla arayanın vali olduğunu anlayınca “Kaymakamım iç odada spor yapıyor, selâm versin hemen gelecek” demekten kurtulmuşsa, *İlçenizin “tek hakimi” yan oda komşusu savcıyı telefonla Cuma namazına çağırırken “halk günü etkinlikleri için hazırım, seni bekliyorum” demekten vazgeçebilmişse, *Benim gibi acemi yazarlar, söyleyeceklerini, çözülemeyen bulmacaların içine saklamaktan vazgeçerlerse, *Astsubay komşunuz bu yazımı sizin internet bağlantınızdan ve sizin dizüstü bilgisayarınızdan değil de kendi bağlantısı ile ve kendi bilgisayarından okumaya başlamışsa, *Harp akademisi öğrencisi yeğenim bu yazımı okumak için gazeteyi akademi kantininden satın almaya başlamışsa, * Yukarıdaki cümleden sonra, harp akademisinde bir yeğenimin olabileceği ihtimali, yeğenim hesabına sizi korkutmamışsa, *Şikâyetlerimizi ulaştıracak daha çok merci bulabiliyorsak ve şikâyetlerimizin sonuçları bize daha hızlı ve daha net bildiriliyorsa, …, tamamdır, tuttuğumuz bu yol bizi iyiye götürüyor demektir, ha gayret. Bunlar yoksa, bir türlü olmuyorsa, tuttuğumuz yolu bir daha gözden geçirme zamanı gelmiş demektir. Anketi siz yapın, bizi de haberdar edin. Şikâyet demişken; Ankara’da bir okulun servisi şoförü bir okuyucumdan yedi kilometrelik mesafe için aylık 160 lira ücret istemiş. Okuyucum, şikâyet etmek için öncelikle bilgilenmek istedi. Ben de kendisine gelişmiş demokrasi yollarında nasıl yürüneceğini anlatmak üzere yardımcı olmak istedim. İnternette hayli uçtum, en son valilik dalına kondum, ama okul servisi tarifesini orada da bulamadım. Ama bu vesileyle, web sayfasının en başında, altında “K. Atatürk” imzası bulunan, “Ankara ve Ankaralıların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır” sözünü okudum. Bu cümlenin, Valilikçe, biz Ankaralılar için mühim ve veciz bir söz olarak takdir ve takdim edildiğini böylece öğrendim. “Valim adına bahtiyar!” ama “kendi adıma ihtiyar” oldum. Ne de olsa bendeniz sadece bir “amatör köşe yazarı”yım. “Profesyonel kamu yöneticileri”miz en iyisini bilirler. Niçin ihtiyar olduğumu anlatmayı ise sonraki bir yazıya bırakıyorum. 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Dinî vecîbe”ye bigâne… |
Anayasa’nın 136. maddesiyle devletin din işleriyle ilgili yetkili kuruluşu Diyanet İşleri Başkanlığının “kuruluş ve görevleri” hakkındaki 633 numaralı kanunla kuruma, “İslâm dininin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak” vazifesi verilir. Yine aynı kanunla verilen “yetki ve sorumluluklar”a dayanılarak, tesettür ve başörtüsünü dinî, hukukî ve diğer yönlerden inceleyen Diyanet’in en yetkili dinî-ilmî kurulu Din İşleri Yüksek Kurulu, başörtüsünün “dinî vecîbe” olduğunu hükme bağlar. Yüksek Kurul, 12 Eylül darbesinin akabinde 30.12.1980 tarihli 77 nolu kararda, öncelikle İslâm’ın temel kitabı Kur’ân’ın âyetlerinden hareketle, öncelikle “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini bakılması yasak olan şeylerden çevirsinler. İffetlerini korusunlar. (El, yüz, ayak ile bu uzuvlarda bulunan yüzük, kına ve sürme gibi) kendiliğinden görünenler müstesna ziynetlerini açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar…” emrinin buyrulduğu Nûr Sûresinin 31. âyeti esas alınır. Ahzab Sûresi’nin 59. âyetindeki, “Ey Peygamber; eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Evden çıkarlarken) üzerlerine dış elbiselerini giysinler; bu, onların iffetli bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar” hükmü zikredilir…
“BAŞÖRTÜSÜ DİNİN KESİN EMRİDİR” Kararda, İslâmiyet’ten önce (cahiliyyet devrinde) kadınlardan başlarını örtenlerin örtülerini enselerine bağladıkları veya arkalarına salıverdikleri, boyun ve gerdanlarını açık bıraktıkları belirtilerek, “Cenâb-ı Hak bu âyet-i celile ile câhiliyye devrinin bu âdetini kesinlikle yasaklamış; Müslüman kadınlara başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir” yazılır. Kur’ân-ı Kerim’in mücmel hükümlerini tefsir yetkisinin evvelâ onu tebliğ ile görevli Peygamberimize ait olduğu gerçeği açıklanır. Hz. Aişe’nin naklettiği, yüz ve elleri hâriç tutan sahih bir hadis kaydedilir. Mezkur âyetlerin, Müslüman hanımların evlerinden çıkarken üzerlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafeti ile sokağa çıkmamaları emredildiğine sarahat getirilir. Bu konudaki bütün âyet mealleri ve hadislerden, İslâm müctehid ve fakihlerinin, Müslüman kadınların sadece namaz kılarken değil, namaz dışında da vücudun el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik câiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları gerektiği hükmünde ittifak ettikleri bildirilir. Keza İslâmî hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitap (Kur’ân) ve Sünnet (Peygamberimizin yaşayışı, emirleri ve buyruklarını ihtiva eden) delilleri yanısıra, İslâm’ın doğuşundan ashab ve tabiîn devirlerinden itibaren günümüze kadar bu hususun on dört asırdır bütün İslâm dünyasında daima böyle anlaşıldığı ve uygulandığı; böylece kadınların tesettürü meselesinde her asırda icma-i ümmet (ümmetin görüş birliği) meydana geldiği hatırlatılır. Nitekim, hiçbir İslâm âliminin bu hükme aykırı bir şerhi olmadığına dikkat çekilir… Yine Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Tesettür” konulu 6 nolu 3.2.1993 tarihli bir diğer kararında, İslâm dininde kadının kıyafeti ile ilgili yapılan incelemede, âyetlerde zikredilen İlâhî emirlerle ve tesettürle ilgili pek çok hadis-i şerifle, kadınların örtünmesi ve başörtüsü açıkça târif edilir. Ayrıca “dinimizin emrettiği örtünmeden maksat” izâh edilmekte. Kararın “netice” kısmında, “Kadınların, âyette “kendiliğinden görünenler” ifadesiyle vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri; ve başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitab, Sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dini bir vecîbedir” yazılır… “KARARLAR” AİHM’E BİLDİRİLMİYOR! Peki bütün bunlara rağmen, ilk AKP hükûmetinin kurulduğu gün (16 Kasım 2002) kamuoyuna deklâre edilen Âcil Eylem Plânı’nda, seçim bildirgeleri ve hükûmet programlarında YÖK dahil 12 Eylül darbesinden kalma bütün antidemokratik kurumları ve yasakları kaldıracağını söz verdiği halde ancak iktidarının altıncı yılında başörtüsü yasağını hatırlayan siyasî iktidar, AB ve AİHM’e anayasal kurum Diyanet’in “başörtüsü dinî vecîbedir” kararını bildirmemekte. Dahası, Leyla Şâhin davasında olduğu gibi, Dışişleri Bakanlığı’nın Strasboug’a gönderdiği “hükûmet savunması”nda, tıpkı azılı yasakçılar gibi başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” ve “siyasî simge” niteleyip eğitim hakkını gasbeden yasağı onaylamakta. Sekiz yıllık iktidarında, AİHM nezdinde etkili olacak, “dinî vecîbe” olgusunu hâlen nazara vermemekte. Diyanet’in fetva ve görüşünü iletmemekte… Ve en son Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın sakındırdığı, mevzuatta hiçbir yasaklama hükmü bulunmayan yasadışı yasak için “yasa çıkarma” girişimiyle kalmayıp, yasağın kaldırılmasını isteyen Anamuhalefet Partisi’ne “yasa teklifi” vâhim önerisinde bulunmakta. Yasaya gerek olmadan demokratik irâde ile sağlanacak bu en tabii insan hakkının ve inanç özgürlüğünün yaşanmasında kırılganlık, zâfiyet ve siyasî kıskançlık sergilemekte… Neden? Niçin bile bile aynı yanlışta ısrar ediliyor? 28.09.2010 E-Posta: [email protected] |