Ahmet ÖZDEMİR |
|
Bediüzzaman’ın Ankara ziyaretleri |
On yedi Eylül’de Edirne Selimiye Camii önünde start alan “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı” geçtiğimiz hafta sonu Kastamonu-Çankırı istikametinden Ankara’ya geldi. Şehre otuz km uzaklıkta bulunan Akyurt ilçesinde muhteşem bir konvoyla karşılayıp ilk durağımız olan Pursaklar’a getirdik. Burada anlamlı ve güzel bir tevafuk yaşandı. Tanıtım TIR’ı “Hicret Camii” ile “Üstad” pastanesi arasında geniş bir alanda konaklamıştı. Konvoya katılan arabalar “Bediüzzaman şehrimizde” afişleriyle ve “Yeni Asya”, “Bizim Aile”, “Genç Yaklaşım”, “Can Kardeş” ve “Köprü” flamalarıyla süslenmişti. O günkü programla ilgili haberler daha önce gazetemizde yayınlandığı için aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Bu geliş bizi 67 yıl öncesine götürdü. Bediüzzaman 20 Eylül 1943 tarihinde Kastamonu’da tutuklanıp polis ve jandarma nezaretinde bir otobüsün arka sıralarında Ankara’ya getirilmişti. Otobüs hareket edince Bediüzzaman rahatsızlandı. “Beni madem siyasî mücrim kabul ediyorlar, hususî bir taksi ile gönderilmem lâzımdır” deyince ikinci koltukta oturan asker yerini verdi. Said Nursî yolculuk sırasında şoförden yolculara nasihat etmek için izin istedi. O yolculuğu fırsatlara dönüştürdü. “Bu gece ağleb-i ihtimal leyle-i Kadir’dir. Diğer günlerde Kur’ân okunursa on sevap, Ramazan’da okunursa bin sevap, Leyle-i Kadir’de okunursa otuz bin sevap verilir” diye nasihat etmeye başladı. Şoför ve yolcular durumlarından memnun olarak Ankara’ya kadar geldiler. Adeta bu yolculuk boyunca Kadir Gecesi ihya edilmişti. Zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan valilikte Said Nursî ile görüşmek istedi. Maksadı Bediüzzaman’ın sarığına ilişmek ve şapka giydirmektir. Ramazan ayının son günleridir. Memurlar Bediüzzaman’ı valilik makamına getirirler. Bir süre sonra içeriden şiddetli sesler duyulmaya başlar. Anlaşılan vali elinde bulunan devlet gücünü kullanarak Said Nursî’ye hakaret etmiştir. Aslında onun hedefinde İslâm vardır, İslâm’ın şeâiri vardır. Bediüzzaman hiddetle valiye, “Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Münzevî yaşıyorum. Kıyafet kanunu münzevîlere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum. Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz. Başından bul!” diyordu. Bu sırada odacı, adi bezden yapılmış eski bir kasket getirdi. Yine Bediüzzaman, vali Tandoğan’a, “Bu sarık bu başla beraber çıkar” tarzında konuşarak boynunu gösterdi. Daha sonra valilik makamını terk ederek dışarı çıktı. Kaderin garip bir tecellisidir ki, Bediüzzaman’a zulüm ve hakaret eden aynı vali 9 Temmuz 1946 tarihinde kafasına kurşun sıkarak intihar etti.1 Bediüzzaman, Ankara’dan polis ve jandarma gözetiminde Denizli’ye götürüldü. Kastamonu ve Isparta’dan toplanan Nur Talebeleriyle birlikte yargılandı. Mahkeme beraat kararı verdi. Nur Risâleleri sahiplerine iade edildi. Ama Bediüzzaman, hükümet kararıyla Emirdağ’a sürgün edildi. Pursaklar meydanındaki konuşmasında araştırmacı-yazar İslâm Yaşar da bu konulara değinmeden edemedi.2 Hey gidi günler hey! Şimdi nereden nereye gelmiştik? O günkü “menhus ruh” her halde ölmüştü veya can çekişiyordu. Zulmet bulutları dağılmıştı. Artık ülkemize adeta Nur yağıyordu. Sevinmemek, heyecan duymamak elde değildi. Bediüzzaman TIR’ı Ankara’da iken o günkü yazımızı okuyan dostlarımız telefonla arayıp iltifat yüklü sözlerle “Bediüzzaman’ı gördün mü, nerede?” diye soruyorlardı. Ben de “Şimdi Üstad’la birlikte Pursaklar’dan Nurlu bir konvoyla hareket ettik, Sincan’a doğru gidiyoruz” diye cevap veriyordum. Yol boyunca konvoyu görenler sevinçlerini bazen gözyaşlarıyla, bazen el sallayarak ifade ediyorlardı. Adeta duygular sel olmuştu. Bu Nurun bayramıydı. “Sincan Meydanı” bundan sonra her halde Nurlarla, Bediüzzaman’la anılacaktır. Çünkü Bediüzzaman o gün Sincan meydanında misafir edildi. Sincan Yeni Asya okuyucuları bizi akşam yemeği için dershaneye dâvet ettiler. Mesafe yakın olmakla birlikte her nedense arabayla gitmeyi tercih ettim. Arabaya yöneldiğimde daha önce hiç görmediğim ve tanımadığım bir kişi selâm vererek yanıma geldi. “Burada okuma evi var mı?” diye sordu. Sorudan “Medrese-i Nuriye” kast edildiğini düşünerek “var” dedim. Adresini istedi. Ben Sincan’da oturmadığım için adresi tam bilmediğimi, tarif etmenin de zor olduğunu söyledim. İsterse kendisini götürebileceğimi, oraya gittiğimi söyledim. Önce zahmet olacağını düşünerek gelmek istemedi, sonra memnuniyetle kabul etti. Birlikte giderken tanıştık. Kısa süre önce Ankara’ya tayin olduğunu ve arayış içinde bulunduğunu söyledi. Derken medresemize ulaştık. İçeri girdiğimizde bir hayli genç kardeşle karşılaştık. Yeni arkadaşı onlarla tanıştırdım. Oradaki sohbetlere memnuniyetle katılacağını söyledi. Akşam namazını kılıp ve arkasından yemeği yedik. Güzel bir manzara vardı. Akşam İslâm Yaşar’ın “Bediüzzaman ve dâvâ adamlığı” konulu konferansını dinledikten sonra eve dönerken yolumuz bu sefer bir akaryakıt istasyonuna düştü. Görevlilerin dikkatini çekmiş olmalı ki, arabamızın etrafını çevirdiler, afişleri okumaya başladılar. Arkasından sorular gelmeye başladı. Vaktimizin darlığından sorularına o günkü gazete ve broşürleri dağıtarak cevap verebildim. Onlar da bizim bu hareketimizden memnun kalmışlardı. O günün gündeminde Bediüzzaman ve Risâle-i Nurlar vardı. Şu zamanda insanların Risâle-i Nurlara ne kadar çok ihtiyaçları vardır, bir bilsek. Üstadın dediği gibi. “Ekmek gibi, su gibi.” GEREKLİ BİR AÇIKLAMA: Daha önce (25.9.2010) bu köşede yayınlanan yazımda (Ankara’da Bediüzzaman’a yeni bir “hoşamedi”) Bediüzzaman’ın Ankara’ya ilk gelişi yanlışlıkla 9 Kasım 1922 olarak belirtilmiştir. Bu tarih Mecliste yapılan resmî karşılama töreninin tarihidir. Hâlbuki onun gelişi bu tarihten daha öncedir. Kaynaklar Kurban Bayramı’ndan öncesini gösterdiğine göre bu tarih Temmuz ayı olabilir. Yazının devamında aynı tarih mecliste yapılan resmî törende tekrarlanmıştır. Bu arada müdakkik dostum Bilâl Tunç’a gönderdiği açıklamalarından dolayı teşekkür ederim. A. Ö.
Dipnotlar: 1- N. Şahiner, BTBSN, s. 322-324. 2- Bediüzzaman’ın son yıllarında çektiği sıkıntı ve zulümler için bknz: Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve Said Nursî, YAN, İstanbul, 2001. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |