Ahmet ÖZDEMİR |
|
“Hamidîlik” ve “Hıdırellez” üzerine |
Uzun zamandır bu köşede bazı konuları sizlerle paylaşıyoruz. Yazılarımıza çeşitli yollardan sorular ve olumlu yorumlar alıyorum. Bunlar beni sevindiriyor. Daha önce yayınlanan iki yazımla ilgili okuyucularımdan aldığım olumlu tepkilere hem teşekkür, hem de açıklama yapma gereğini duydum. Bir okuyucum “Said Nursî’nin Hamidiye Alaylarına Bakışı” başlıklı yazımızla ilgili bir hatırlatmada bulunmuş. İyi niyetle kurulmuş Hamidiye Alayları ne yazık ki daha sonra padişahın tahttan indirilmesine sebep gösterilmiş; kendisinden sonra çok değişikliğe uğramış, bir bakıma özünü kaybetmiştir. Zamanla “Hamidiye Alayları” istismar konusu bile yapılmıştır. Bu durum Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Said Nursî’nin doğudaki aşiretlerle yaptığı münazaralarda söz konusu olmuştur. Bilindiği gibi bu konuşmalar daha sonra “Münazarat” adı altında içtimâî hastalıklara bir reçete olarak yayınlanmıştır. Bu eserde “Hamidîlik” (Hamidiyecilik) olarak kasdedilen “Hamidiye Alayları” değil, belki onun istismarıdır. Bu kelimenin arkasına sığınılıp veya kalkan yapılıp sorumluluk bölgesinde terör estirilmiştir. İlgili konu şu sorunun cevabında geçmektedir: “İstibdâdın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?” Bediüzzaman, istibdatın çirkinliğine ve meşrûtiyetin iyiliğine delilini şöyle açıklar: “Siz avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyâde muknîdir. İşte, ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim. İşte, biliniz: Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tâcizimi istemeyen müdâhenecilerden (dalkavuklardan), yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür? Evet, ‘Ölmeden önce ölünüz’ sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde (kötü himaye) mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap (yaralı) bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden (çoğaltan) Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm (zehirleme) midir, melekü’l-mevte (Azrail’e) yardım etmek midir?”1 Her insanda hata olduğu gibi Sultan Abdülhamid’in de elbette hataları vardır. Bediüzzaman, kişiler hakkında toptancı (ya hep-ya hiç) olmamıştır. İyilikleri takdirle, yanlışları da-–kavl-i leyyinle—anlatmıştır. Üstad, doğuda bir medrese (üniversite) açılması için İstanbul’a gitmiş, ama her nedense devrin padişahı ile görüştürülmemiştir. Bu onu körü körüne Abdülhamid düşmanlığına götürmemiştir. Aksine ona “bir nevî veli” olarak baktığını yine aynı risâlede şu satırlarda görebiliriz: “Ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi…. bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiği...”2 Değerli ve müdakkik bir okuyucumuz da, “Hz. Hızır ve İlyas’tan (as) Hıdırellez bayramına” başlıklı yazımıza bir açıklama göndermiş. “Yurdumuzda olduğu kadar dış dünyada da her yıl bahar mevsiminde yeşilliğin iyice canlandığı 6 Mayıs’tan itibaren Hıdrellez Bayramı kutlamaları başlar” ifâdesinden Hıdrellez şenliklerinin günlerce devâm ettiği gibi bir anlam çıkabileceğini hatırlatmış. Hâlbuki Hıdırellez de halk arasında Nevruz Bayramı gibi sâdece bir güne mahsus olarak kutlanmaktadır. Saraylarda kutlama günlerce sürmüş olabilir. Türk milleti olarak tarih boyunca çok çeşitli takvimler kullandığımızı hatırlatmaya her halde gerek yoktur. Bu takvimler içinde yer alan ve güneş yılına göre düzenlenmiş Rumî Takvim daha çok vergi tahsili için kullanılmıştır. Vergilerin ağırlığı ise tarıma ve hayvancılığa dayanmaktadır. Bu gözle bakarsak Rumî takvime “Çiftçi Takvimi” de diyebiliriz. Günümüz duvar takvimlerinde Hızır ve Kasım günleri gösterilmektedir. Burada aylar, haftalar ve yıl sayısı yoktur. Her bir sene, Hızır (Yaz) ve Kasım (Kış) olarak iki mevsimden ibârettir. Bu açıklamalar ışığında adı geçen yazılarımın yeniden değerlendirilmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu açıklamaları yapmama yardımcı olan çok değerli okuyucularıma da bu vesile ile teşekkür ediyor ve “Allah razı olsun” diyorum.
DİPNOTLAR: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), s. 210-211 2- Bediüzzaman Said Nursi, aynı eser, s. 308 13.05.2010 E-Posta: [email protected] |