Görüş |
Bugünlere nasıl gelindi?
Yıl 1957. İlkokulu o sene bitirdim. Köyümüz şehirden (il ve ilçeden) uzakta olduğu için herhangi bir okulda okuma şansım yoktu. Çok mütedeyyin olan merhum babam beni köyün camisinde Kur’ân-ı Kerim okumaya gönderdi. Köyümüzde o yıllar komşu ilçemizden bir imam vardı. Kur’ân-ı Kerim okumaya başladım. Hafızam güçlü olduğu için imam efendi babama, “Bunun ezberi kuvvetli. Buna hafızlık yaptıralım” dedi. Babam da “Olur” dedi ve hafızlığa başladım. Tam hafızlığa başladık derken, köyümüze Kur’ân kursu açıldı. Merhum Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretlerinin talebelerinden Alanyalı Hasan Arıkan bizim köye hoca olarak geldi. Babamın o zaman köyler arası merkezî bir yer olan Kayabaşı’nda terzi dükkânı vardı. İşleri oldukça da iyi idi. Hasan Arıkan, talebe toplamaya başladı. Arapça bir grup oluşturup Arapça okutacaktı. Babama arkadaşları, “Aliyi de (beni) kursa ver. Arapça okusun. Hafızlığı her zaman yapar” dediler. Babam razı oldu. Şimdi bir çoğu rahmetlik olan ilkokulu beraber okuduğumuz bazı arkadaşlarla beraber kursa, H. Arıkan’dan ders okumaya başladık. Kısa zamanda çevre köylerden bir hayli talebe toplandı. Tabii şartlar müsait değildi. O yıllar ülkemiz oldukça fakirdi. Aynı köylü olmamıza ramen bizi de köyün eskiden kalma köy binasında yatılı olarak aldılar. Hemen hemen günümüz ve gecemiz ders okumak, çalışmak, eskimez Türkçe yazının yazısını öğrenmekle geçiyordu. Yataklarımızı akşam yere seriyor, sabah topluyor, hasırlar üzerinde diz üstü olarak ders okuyorduk. Ben çok küçük olduğum için zaman zaman caminin minaresine çıkarak minareden eve baktığım oluyordu. Evi, annemi, babaannemi, ablamı ve benden küçük olan iki kardeşimi özlüyordum. Kursta sabahları koca bir kazana bez içine biraz çay bağlanılıp atılıyor, çay kaynıyordu. Herkese altı adet zeytin ve bir çeyrek ekmek veriliyordu. Öğleye soğan ekmek, akşama da o günün şartlarına göre yemekler. (Ah! O günler ne bereketli ve ne feyizli günler idi.) İhlâs hatimleri, Yasin-i Şerif hatimleri, Ayete’l-Kürsi hatimleri, zaman zaman bütün Kur’ân-ı Kerim’i hatmetme ve salât-ı nâriye hatimleri bizleri mânen diri tutuyor, tâbir caiz ise gün be gün olgunlaştırıyordu... Hele hocamızın o hatimlerde yaptıkları içten dualar, arkadaşların ‘âmin’ sesleri... Gerçekten o günleri yaşıyanlar çok iyi bilirler ki, mânevî bir hava esiyordu. Talebeler artınca bir kısım talebelere tahtadan altlı üstlü ranza yaptılar. Bir kısım arkadaşlar o ranzalarda kalıyordu. Ben ise hocamızın kaldığı odada diğer bir çok arkadaşla beraber kalıyordum. Sabahları yaşları benden büyük olanlar yatağımı kaldırırken, akşam sererken bana ekseri yardımcı oluyorlardı. Bir gün merhum babam dükkânına mal almaya Rize’ye gitmişti. Gelirken 3-4 kilo kadar bir teneke kutu içinde sade bisküvi getirdi. Hocamız o bisküvileri talebelere dağıttığını ve talebelerin nasıl sevindiklerini hâlâ bu yazıyı yazarken bile sanki yaşıyorum. Hocamız esasında zengin bir ailenin çocuğu idi. Babasının Alanya’da muz bahçeleri ve yazıhanesi vardı. İsteseydi parası ile herşeyi alıp yiyebilirdi. Belki bazı talebeler alamaz diye o da bizimle aynı sofraya oturup aynı yemekleri yerdi. Sabah çeyrek ekmek, altı zeytin. Çok kerre öğleyin soğan ekmek su ile yeyip kalktığımızı biliyorum... O zamanlar değil köyümüzde, kazamızda (Rize’nin Kalkandere ilçesi) bile elektrik yoktu. Camimizde köyün eski ‘lüküs’ü vardı. Yatsıya kadar yanar, yatsıda söner, göz gözü görmezdi. Caminin gazı hesapla yakılırdı. Merhum babam bana bir ‘yüz mumluk lüküs’, bir de on beş numara—bizim yörede şişeli lamba, bir çok yerde ‘petrol lambası’ denen—bir lamba aldı. Bir teneke de gazyağı. Babam bana tenbihte bulundu: “Oğlum, caminin gazından yakma. Onda yetimlerin, fakirlerin hakkı var. Ben sana bir teneke gaz aldım, sen bu gazı yak. Arkadaşların da bu ‘lüküs’ten istifade etsin, okusun. Gazın bittiği zaman söylersin, ben sana yine yeni gaz alırım. Lüküsü söndürdüğün zaman lambanı yakarsın.” Talebelerin en küçüğü idim. Amma ‘havam’ yerinde idi. Akşam olunca arkadaşlar “Ali, lüküsü yak” derlerdi. Bazen lüküsün havası biterdi. O zamanları yaşayanlar bilirler, lüküse hava basar, bazen iğnesi tıkanır o zaman da iğnesini açardık. Lüküs daha iyi ışık vermeye devam ederdi. Şimdi hizmet eden kardeşlerim, hangi cemaate mensup olursa olsun, şu yazacağımdan kendilerine ders çıkartmalarını istirham ederim. Bugünlere nasıl gelindi? Bizden önceki kuşaklar ne çileler çekti? Cenab-ı Hak onlardan razı olsun... Zaman zaman akşamları yattığımız zaman herkes yatağına girerdi. Pek tabii hocamız Hasan Arıkan da bizimle aynı odayı paylaşırdı. Arkadaşların yardımı ile onun da yatağı yere, baş köşeye serilirdi. Lamba yok. Ders çalışacak amma ışık yok. İşte o zaman hocam bana: “Ali, lambanı bana verir misin? Biraz ders çalışayım” derdi. Aman Ya Rabbi! Şimdi anlıyorum, şehirde büyümüş, babası zengin bir insan bir dağ köyünde bu çileyi neden çekiyor? Niçin bu kadar zahmetlere göğüs geriyordu. Doğru dürüst banyo yok, abdest alacak yer yok... Her şey tam ibtidâî. Lamba sönünce de her yer kapkaranlık. Hocamın isteğine karşılık ben de “Tabii hocam” der, petrol lambasını hocamın yanına götürürdüm. Hocam; yer yatağına girer, yorganı yarıya kadar üzerine çeker, yere de lambayı koyar, yarın okutacağı derse çalışırdı. Bazen öyle derse çalışırken uyuduğu da olurdu. Eğer İslâmî hizmetlerde bugün belli bir seviyeye gelinmiş ise, bunda hocam gibi o cefakâr, fedakâr, gayretli, hizmet aşığı insanların payları büyüktür. Bu şekilde İslâmî hizmetleri yaparken vefat eden bütün din kardeşlerime Hazret-i Allah’tan (cc) gani gani rahmetler diliyorum. Ben burada yaşadığım bir hadiseyi aynen yazıya döktüm. Yukarıda anlattığım gibi sırf Allah rızası için, maddî bir karşılık, makam, mevki, şan, şöhret beklemeden günümüzde ihlâsla Allah’ın dinine, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın yayılmasına, ehl-i sünnet itikadının yerleşmesine hizmet denleri, bidatlarla mücadele edenleri hürmetle, saygıyla selâmlıyor, Cenab-ı Hak’tan kendilerine muvaffakiyetler diliyorum.
Ali SANDIKÇIOĞLU |
13.05.2010 |