Ahmet ÖZDEMİR |
|
Bediüzzaman’ın Ankara ziyaretleri |
On yedi Eylül’de Edirne Selimiye Camii önünde start alan “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı” geçtiğimiz hafta sonu Kastamonu-Çankırı istikametinden Ankara’ya geldi. Şehre otuz km uzaklıkta bulunan Akyurt ilçesinde muhteşem bir konvoyla karşılayıp ilk durağımız olan Pursaklar’a getirdik. Burada anlamlı ve güzel bir tevafuk yaşandı. Tanıtım TIR’ı “Hicret Camii” ile “Üstad” pastanesi arasında geniş bir alanda konaklamıştı. Konvoya katılan arabalar “Bediüzzaman şehrimizde” afişleriyle ve “Yeni Asya”, “Bizim Aile”, “Genç Yaklaşım”, “Can Kardeş” ve “Köprü” flamalarıyla süslenmişti. O günkü programla ilgili haberler daha önce gazetemizde yayınlandığı için aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Bu geliş bizi 67 yıl öncesine götürdü. Bediüzzaman 20 Eylül 1943 tarihinde Kastamonu’da tutuklanıp polis ve jandarma nezaretinde bir otobüsün arka sıralarında Ankara’ya getirilmişti. Otobüs hareket edince Bediüzzaman rahatsızlandı. “Beni madem siyasî mücrim kabul ediyorlar, hususî bir taksi ile gönderilmem lâzımdır” deyince ikinci koltukta oturan asker yerini verdi. Said Nursî yolculuk sırasında şoförden yolculara nasihat etmek için izin istedi. O yolculuğu fırsatlara dönüştürdü. “Bu gece ağleb-i ihtimal leyle-i Kadir’dir. Diğer günlerde Kur’ân okunursa on sevap, Ramazan’da okunursa bin sevap, Leyle-i Kadir’de okunursa otuz bin sevap verilir” diye nasihat etmeye başladı. Şoför ve yolcular durumlarından memnun olarak Ankara’ya kadar geldiler. Adeta bu yolculuk boyunca Kadir Gecesi ihya edilmişti. Zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan valilikte Said Nursî ile görüşmek istedi. Maksadı Bediüzzaman’ın sarığına ilişmek ve şapka giydirmektir. Ramazan ayının son günleridir. Memurlar Bediüzzaman’ı valilik makamına getirirler. Bir süre sonra içeriden şiddetli sesler duyulmaya başlar. Anlaşılan vali elinde bulunan devlet gücünü kullanarak Said Nursî’ye hakaret etmiştir. Aslında onun hedefinde İslâm vardır, İslâm’ın şeâiri vardır. Bediüzzaman hiddetle valiye, “Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Münzevî yaşıyorum. Kıyafet kanunu münzevîlere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum. Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz. Başından bul!” diyordu. Bu sırada odacı, adi bezden yapılmış eski bir kasket getirdi. Yine Bediüzzaman, vali Tandoğan’a, “Bu sarık bu başla beraber çıkar” tarzında konuşarak boynunu gösterdi. Daha sonra valilik makamını terk ederek dışarı çıktı. Kaderin garip bir tecellisidir ki, Bediüzzaman’a zulüm ve hakaret eden aynı vali 9 Temmuz 1946 tarihinde kafasına kurşun sıkarak intihar etti.1 Bediüzzaman, Ankara’dan polis ve jandarma gözetiminde Denizli’ye götürüldü. Kastamonu ve Isparta’dan toplanan Nur Talebeleriyle birlikte yargılandı. Mahkeme beraat kararı verdi. Nur Risâleleri sahiplerine iade edildi. Ama Bediüzzaman, hükümet kararıyla Emirdağ’a sürgün edildi. Pursaklar meydanındaki konuşmasında araştırmacı-yazar İslâm Yaşar da bu konulara değinmeden edemedi.2 Hey gidi günler hey! Şimdi nereden nereye gelmiştik? O günkü “menhus ruh” her halde ölmüştü veya can çekişiyordu. Zulmet bulutları dağılmıştı. Artık ülkemize adeta Nur yağıyordu. Sevinmemek, heyecan duymamak elde değildi. Bediüzzaman TIR’ı Ankara’da iken o günkü yazımızı okuyan dostlarımız telefonla arayıp iltifat yüklü sözlerle “Bediüzzaman’ı gördün mü, nerede?” diye soruyorlardı. Ben de “Şimdi Üstad’la birlikte Pursaklar’dan Nurlu bir konvoyla hareket ettik, Sincan’a doğru gidiyoruz” diye cevap veriyordum. Yol boyunca konvoyu görenler sevinçlerini bazen gözyaşlarıyla, bazen el sallayarak ifade ediyorlardı. Adeta duygular sel olmuştu. Bu Nurun bayramıydı. “Sincan Meydanı” bundan sonra her halde Nurlarla, Bediüzzaman’la anılacaktır. Çünkü Bediüzzaman o gün Sincan meydanında misafir edildi. Sincan Yeni Asya okuyucuları bizi akşam yemeği için dershaneye dâvet ettiler. Mesafe yakın olmakla birlikte her nedense arabayla gitmeyi tercih ettim. Arabaya yöneldiğimde daha önce hiç görmediğim ve tanımadığım bir kişi selâm vererek yanıma geldi. “Burada okuma evi var mı?” diye sordu. Sorudan “Medrese-i Nuriye” kast edildiğini düşünerek “var” dedim. Adresini istedi. Ben Sincan’da oturmadığım için adresi tam bilmediğimi, tarif etmenin de zor olduğunu söyledim. İsterse kendisini götürebileceğimi, oraya gittiğimi söyledim. Önce zahmet olacağını düşünerek gelmek istemedi, sonra memnuniyetle kabul etti. Birlikte giderken tanıştık. Kısa süre önce Ankara’ya tayin olduğunu ve arayış içinde bulunduğunu söyledi. Derken medresemize ulaştık. İçeri girdiğimizde bir hayli genç kardeşle karşılaştık. Yeni arkadaşı onlarla tanıştırdım. Oradaki sohbetlere memnuniyetle katılacağını söyledi. Akşam namazını kılıp ve arkasından yemeği yedik. Güzel bir manzara vardı. Akşam İslâm Yaşar’ın “Bediüzzaman ve dâvâ adamlığı” konulu konferansını dinledikten sonra eve dönerken yolumuz bu sefer bir akaryakıt istasyonuna düştü. Görevlilerin dikkatini çekmiş olmalı ki, arabamızın etrafını çevirdiler, afişleri okumaya başladılar. Arkasından sorular gelmeye başladı. Vaktimizin darlığından sorularına o günkü gazete ve broşürleri dağıtarak cevap verebildim. Onlar da bizim bu hareketimizden memnun kalmışlardı. O günün gündeminde Bediüzzaman ve Risâle-i Nurlar vardı. Şu zamanda insanların Risâle-i Nurlara ne kadar çok ihtiyaçları vardır, bir bilsek. Üstadın dediği gibi. “Ekmek gibi, su gibi.” GEREKLİ BİR AÇIKLAMA: Daha önce (25.9.2010) bu köşede yayınlanan yazımda (Ankara’da Bediüzzaman’a yeni bir “hoşamedi”) Bediüzzaman’ın Ankara’ya ilk gelişi yanlışlıkla 9 Kasım 1922 olarak belirtilmiştir. Bu tarih Mecliste yapılan resmî karşılama töreninin tarihidir. Hâlbuki onun gelişi bu tarihten daha öncedir. Kaynaklar Kurban Bayramı’ndan öncesini gösterdiğine göre bu tarih Temmuz ayı olabilir. Yazının devamında aynı tarih mecliste yapılan resmî törende tekrarlanmıştır. Bu arada müdakkik dostum Bilâl Tunç’a gönderdiği açıklamalarından dolayı teşekkür ederim. A. Ö.
Dipnotlar: 1- N. Şahiner, BTBSN, s. 322-324. 2- Bediüzzaman’ın son yıllarında çektiği sıkıntı ve zulümler için bknz: Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve Said Nursî, YAN, İstanbul, 2001. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Başörtüsü ve siyaset |
Kılıçdaroğlu, referandum sürecindeki mitinglerinde ve medyaya yaptığı açıklamalarda başörtüsü meselesi için “13 Eylül günü iktidar partisiyle bir araya gelelim ve bu sorunu çözelim” gibi beyanlarda bulunmuştu. Buradan hareketle Erdoğan CHP Genel Başkanıyla ilk görüşmesinde bunu gündeme getirdi. Kılıçdaroğlu ise “Evet, türbanı çözelim dedim, ancak onun yanında dokunulmazlıkların ve YÖK’ün kalkması, seçim barajının düşürülmesi gibi konulardan da söz ettim” dedi. Ve başörtüsünü “anayasa işi” olarak görmediğini söyledi. Böylece, konuyu evvelce MHP ile çıkardıkları, ama CHP’nin açtığı dâvâ sonucu AYM’den dönen anayasa değişikliğini bu defa CHP desteği ile çıkararak halletmeyi düşündüğünün işaretlerini veren Erdoğan’a “Böyle olmaz” mesajı verdi. Buna rağmen iki partinin temsilcileri bir araya gelip ortak çalışma yapacaklar. Ama işaretlere göre, olumlu sonuç çıkma ihtimali zayıf gibi. Öte yandan Kılıçdaroğlu “Yeni anayasa için seçim sonrasını beklemeye ne gerek var? Şimdiden başlayıp bitirelim” derken, başörtüsü için “Onu daha sonra ele alırız” mesajları veriyor. Buna karşılık Erdoğan’ın tercihi ise tam tersine anayasayı tehir, başörtüsünü ta’cil yönünde. Bu durum, 2007 güzünde, 22 Temmuz seçimini takiben yeni anayasa taslağının tartışmaya açılır gibi olup bilâhare rafa kaldırıldığı ve onun yerine 2008 Ocak’ında Erdoğan’ın Madrid’de yaptığı “Velev ki başörtüsü siyasî simge olsun...” çıkışını takiben iki maddelik anayasa değişikliğinin gündeme geldiği mâlûm süreci hatırlatıyor. Galiba Erdoğan o zaman AYM’nin değişmez maddelere istinaden 2’ye 9 oyla iptal ettiği söz konusu değişikliği tekrar Meclisten geçirmek ve bu defa CHP’den, “iptal dâvâsı açmama” güvencesi almak istiyor. Ama CHP bu formüle soğuk. Gelinen noktada MHP yine devreye girerek destek verir ve iki madde aynı şekilde Meclisten geçerse, CHP bu kez konuyu AYM’ye götürmemek suretiyle dolaylı bir katkıda bulunur mu? Orası yine meçhul. Ve Kılıçdaroğlu, “türban sorunu”nun çözümü yönünde açıklamalar yapıyor, ama “anayasal bir çözüm”e uzak duruyor. Öte yandan, “Nasıl bir çözüm?” bahsinde de CHP’nin kafası hayli karışık. Kılıçdaroğlu ile birlikte parti yönetimine giren sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata, “Saçların tamamının örtülmesi dinen zorunlu değilmiş” gibi lâflar ediyor. Kılıçdaroğlu ise, evvelce başkalarınca da telâffuz edilen “Hizmet alana serbest, verene yasak” formülünü seslendiriyor. İlâveten, başının zorla örttürülmesinden korkanların kaygılarını yatıştıracak güvenceler verilmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca AİHM, Danıştay ve AYM’nin konuyla ilgili kararlarının da dikkate alınmasını istiyor. Bunlar, mevcut siyasî yapı içinde ve bu anlayışlarla, sorunun siyaset yoluyla çözülmesi ihtimalinin yine düşük olduğunu düşündürüyor. Bir taraftan “Referandumda ‘hayır’ diyenlerin kaygılarını anlamaya ve giderme yollarını bulmaya çalışıyoruz” diyen Erdoğan’ın, diğer taraftan o cenahta bu kaygıların en önemli tetikleyicilerinden biri olan “anayasa zoruyla baş örttürme” paranoyasını tahrik edebilecek bir girişimi tekrar gündeme taşıması da ayrı bir handikap. Tophane olayında medyanın tutumunu eleştirmek için kullandığı “Olgu başka, algı başka” formülü burada da tersinden geçerli değil mi? Burada yapılacak şey, kılık kıyafeti anayasa veya yasa ile tanzim etmek değil, tersine, 12 Eylülcülerin kamu kurumlarıyla okullar için hazırladığı ve sorunun bu boyutlara gelmesinin başlangıç noktasını teşkil eden yönetmeliklerdeki “Başlar açık olacak” maddelerini iptal etmek olmalı. Şu ortamda “Böyle bir iptal Danıştay’dan döner” deniyorsa, şimdiye kadar olduğu gibi onlara da dokunmayan, ama sorunun uygulamada çözülmesini sağlayacak bir strateji takip edilmeli. Özgürlük hayata hakim kılınırsa, hukuk da er veya geç bu gelişmeye ayak uydurmak zorunda. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Chirac’ın trilyon dâvâsı |
Siyasetin finansmanı tüm dünyada önemli yolsuzluk alanlarından birisidir. Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın, Paris belediye başkanlığı döneminde parti çalışanı olan 21 kişiye belediyede çalışıyormuş gibi maaş ödemesinden dolayı açılan dâvâ düşmüş. Zira Chirac oluşan kamu zararı olarak 550 bin avroyu—bir milyon lira—ödemeyi kabul etmesiyle Belediye Meclisi şikâyeti geri çekmiş. Paranın miktarı—1 milyon ya da eski parayla 1 trilyon-—size tanıdık gelmedi mi? Maalesef siyaset yapmak pahalı bir iş. Dürüst siyasetçilerin siyasette kalması büyük bir mücadele gerektiriyor. Bu yüzden dünyanın her yerinden siyasetin finansmanı en büyük yolsuzluk kaynakları arasında yer alıyor. Daha iki ay önce yine Fransa’da bir kozmetik devinin mirasçısı Liliane Bettencourt, 2007 seçimlerinde Sarkozy’ye malî yardımda bulunmakla suçlanmıştı. Bu yardımın karşılığında, şirketin avukatı Elize Sarayında açılan vergi ve yolsuzluk dâvâlarıyla nasıl başa çıkacağı konusunda Sarkozy’nin hukuk danışmanından tavsiye almıştı. Fransa bu konuda yalnız değil. İşte size birkaç örnek: 2002 baharında iktidarda bulunan Alman sosyal demokratların Köln parti başkanı Norbert Reuther yasadışı bağış kabul etmekten tutuklandı. Şehrin 353 milyon dolarlık çöp toplama ve tasfiye tesisinin inşası ve işletilmesi işini alan bir atık yönetimi şirketi, bu ihale karşılığı yüklü bağışlarda bulunmuştu. Mart 2001’de Hindistan’da zamanın Başbakanı Rajiv Gandi’ye yakın politikacılar İsveçli silâh tüccarına silâh alım ihalesini verme karşılığında bağış almakla suçlanmıştı. İtalya’da 2000 yılında eski Sosyalist Başbakan Bettino Craxi, siyasal rüşvet iddiaları yüzünden ülkeden kaçtı ve Tunus’ta öldü. 2000 yılında Japonya’da eski bayındırlık bakanı Nakao Eiichi ile bir inşaat şirketi arasındaki siyasî rüşvet ilişkileri ortaya çıkarıldı. 1991 yılında ortaya çıkan bilgilere göre; İspanya’da partilere ihale karşılığı yüzde 2 ila 4 pay ödenmesi olağan bir uygulama idi. İngiltere’de 1997 yılında zamanın başbakanı Tony Blair’in partisine 1,55 milyon dolar bağış yapan bir bağışçının ticarî çıkarı için Grand Prix otomobil yarışlarında televizyonda sigara reklâmlarına izin vermesi büyük bir skandal doğurmuştu. Olay ortaya çıkınca Blair bağışı iade etmek zorunda kaldı. Bütün bunlar dünyada siyasetin kirli yüzüne işaret ediyor. Hazine yardımları, yasal yardım toplama kampanyaları aslında siyasî partilerin faaliyetlerini yürütmeleri için yeterli. Ancak bozulan insan kalitesi, siyasetçiyi seçilmiş görevleri “kasasını doldurma makamı” olarak görmeye ya da bir sonraki seçimler için kaynak hazırlama kaygısına düşmeye itiyor. Bu yüzden iyi yetişmiş, içindeki yasakçısı sarsılmayan, memlekete hizmet etmeyi düşünen, makam ve paranın bozamadığı siyasetçilere bütün dünyada ihtiyaç var. Ancak sistem maalesef dürüst insanların siyasete girmesi ve başarılı olmasını güçleştiriyor. Umarız çeşitli ülkelerde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık gibi en üst düzey görevlerde bulunmuş kişilerin hayatlarının son demlerinde itibarlarını tamamen kaybetmelerine yol açan bu tür olaylar, siyasetin daha şeffaf ve dürüst araçlarla, kendine ve memleketine saygısı olan insanlar tarafından yapılmasının yolunu açar. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Bediüzzaman TIRI’ndan yansımalar |
AZİZ ve muhterem okuyucularımızla Bedîüzzamân Hizmet TIRI ile alâkalı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Esâsında programa biz sonra dâhil olduk. Gazetemiz Yeni Asya ve Sentezhaber sitemizde Bedîüzzamân Hizmet TIR'I ile ilgili haber ve resimler çıktıkça Samsun il merkezimizde de programın yapılamayışı bizi bir anda Ali Toker Ağabey ile iletişime geçirmeye sebep oldu. Yapılan görüşmeler ve telefon trafiğinden sonra arzu ettiğimiz şehir merkezine TIR’ın girişini planlayamadık. Ali Ağabeyin teklifi ile TIR’ın Çarşamba ilçesi Samsun-Ordu yol güzergâhında uygun bir mekânda durdurularak kısa bir program yapılabileceği haberi bizi bir anda hummalı bir çalışmanın içerisine attı. Hemen harekete geçtik ve istişaremizi yaparak görev paylaşımı yaptık. Dört bine yakın el ilânı ve afişlerin adres ve tarih basımlarını yaptırdık. TIR’ın gelmesine iki gün kala yapılan iş bölümü neticesinde bütün el ilânlarını ilçeye dağıttık. Bu arada yerel gazetede de haber çıkardık ve o gazetenin dağıtıcılarının teklifi ile gazete içerisine konulan el ilânları da bize ayrı bir şevk unsuru oldu. Bizim gâyemizin Bedîüzzamân Hizmet TIRI’nı vesîle yaparak Üstadın ismini ve resmini duymayan binlerce insana duyurmaktı. Allah’a hamdolsun buna muvaffak olduk. Bir anda gündem sanki Üstad Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûr oldu. Belki bu vesîle ile muhtaç gönüllere ulaşır ve onların ebedî hayatının kurtuluşuna vesîle olunur ümîdimiz vardı. Böyle bir hadiseye de şahit olduk. TIR’ın geldiği gün Faik Altun Ağabey bilgilendirici konuşmasını yaparken Umut Yavuz kardeşimizin de bulunduğu bir yerde sesli sesli bir kişi konuşuyor ve dikkatleri üzerine çekiyordu. Merak ettim ve konuşmayı bırakarak Umut kardeşe “Ne oluyor?” diye sordum. “Bu kardeş Risâle-i Nûr sohbetlerinin yapıldığı yeri soruyor, merak ediyormuş ve gelmek istiyormuş” deyince “İşte o muhtaç gönüllerden birisi de bu kardeşimiz” diye sevindik. Hatta çevreden ilânları duyup gelenlerin merakları ve sordukları soruları bir görseydiniz hayret ederdiniz. “Bu kim?”, “Burada ne yapılıyor?” gibi sorular soruluyor ve biz bu soruları vesîle yaparak Üstad Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûrları anlatıyorduk. Tâ Van’dan eşinin işi münâsebeti ile ilçemizde ikamet eden bir ablamız ilânların vesîlesi ile eşi ile TIR’ı ziyârete gelmiş ve “Ben sohbetlere katılmak istiyorum, burada böyle hizmetler yapıldığını bilmiyorduk, bu vesîle ile öğrendim ve koşarak geldim” demesi de yine bir muhtaç gönlün Üstad Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûrlar ile kavuşması oluyordu. Dağıtılan kitapçık ve broşürleri almak için sıraya girenleri bir görseydiniz! “Bir tane dahâ veriniz, komşuma da götürmek istiyorum, ben de istiyorum… ben de istiyorum… dahâ var mı? Bize kalmadı mı?…” gibi isteklere kardeşlerimiz gazete, “Ey Nefsim!” tablosu (en çok ilgi gören hediye bu oldu) ve diğer kitapçık ve broşür hediyelerini vermeye yetişemiyorlardı. Şahsım adına böyle bir ilgi beklemiyordum. Hem program esnâsında, hem de programdan sonra aldığımız geribildirimler çok müsbetti. Şükürler olsun Rabbimiz bizi mahcup etmemişti. Üstad’ın şahs-ı mânevîsi de bizzat vazîfe başındaydı. Bunu yakînen hissediyorduk. Maksat hâsıl olmuştu ve ilçemizden Bedîüzzamân geçmişti. Biz ise hem memnun, hem de mesrur olarak Bedîüzzamân Hizmet TIRI’nı Ordu güzergâhına doğru yolcu ettik. “Yolun açık olsun Üstadım!” dedik. Burada birkaç noktaya dahâ temâs etmek istiyorum. Öncelikle Bedîüzzamân Hizmet TIRI’nın müsbet ve dolu taraflarına bakmak istiyorum. Dahâ güzel hizmetlere ve tekâmüle vesîle olmak için tekliflerimizi meşrû zeminlere İnşâallah getireceğiz. Lütfen bu düstûra çok dikkat etmeliyiz. Zaman zaman hizmete taâllûk eden meselelerin meşrû zeminler dışında mîzânsız sûrette konuşulması ve münâkaşasının şahsım adına uygun olmadığını düşünüyorum. Onun için de dahâ güzel Bedîüzzamân Hizmet TIRI faaliyetleri için yapılacak hizmetlere müsbet tekliflerimizi meşrû zeminlere getirmeli ve konuşmalıyız. Şu an için sadece güzellikleri yazmak ve konuşmak gerekir diye inanıyorum. Çünkü bu mesele o kadar kolay bir mesele değil. Emek, sabır, gayret, maddî ve mânevî himmet gerektiren bir olay. Hele ki en önemlisi de ihlâs gerektiren bir hadise. Onun için Bedîüzzamân Hizmet TIRI faaliyetlerini çok önemsiyorum ve bu hizmeti ileride devamı için büyük bir cesâret ve adım olarak telâkkî ediyorum. TIR’ın yolda giderkenki haşmeti her şeye değiyor. Üzerine giydirilmiş resimler ve yazılar mükemmel. Çok ilgi çekiyor. Dış görünüm olarak harika bir tasarım olmuş. Dağıtılan broşürler ve kitapçıklar da çok iyi düşünülmüş ve çok güzel. Sinevizyon gösterisini biz izleyemedik, çünkü bizim programımız kısa program oldu. TIR açılmadı. Muhakkak uzun programlar çok daha şevke medar oluyordur, buna inanıyorum. Bedîüzzamân Hizmet TIRI mahallere hem gayret, hem heyecan getirdi, hem de ataleti üzerimizden atmaya vesîle olduğu için çok önemsenmesi gereken bir hizmettir. Bir anda iller veya ilçeler bir haftaya yakın Üstad’ın ve Risâle-i Nûrların tahşidatına uğruyor ki, bu mükemmel bir hizmet diye inanıyorum. Yazımızın son kısmında Çorum’da yaşanan çok önemli bir hadiseyi mânâ-i harfî ile tefekkür etmek istiyorum. Olayı Umut Yavuz kardeşimden dinlediğimde çok etkilendim. Hadise şöyle gelişmiş: Çorum Yeni Asya temsilcisi Mehmet Kovancı anlatıyor. Daha önce Çorum merkezindeki Saat Kulesinin önünde konaklamak için çok uğraştıklarını ancak izin alamadıklarını belirterek, “Bütün Çorumlu Nur Talebelerinin gönlünde Saat Kulesinin önü vardı. Burası için izin alamadığımızdan dolayı biraz buruktuk. Ancak Allah yüzümüzü güldürdü. TIR’ın duracağı yere bir kaç araç gelip yasak olmasına rağmen durmuşlar. Trafik ve belediye ekipleri de bu konuda tedbir almamış. Sonuçta TIR’ımız geldi ancak alana giremedi. Bizi oldukça mağdur eden bu durum karşısında emniyet güçleri ve belediye ekipleri, soruna çözüm bulmak adına devreye girince, daha önce binbir güçlükle izin alınamayan saat kulesinin önünü bize tahsis etmek durumunda kaldılar. Burada emniyet güçleri de bizlere çok yardımcı oldu. Netice itibariyle Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'I Çorum’da lâyık olduğu noktaya, Çorum’un kalbine yerleşti” dedi.1 Yaşanan hadise böyle olmuş. Ne dersiniz? Üstadın tasarrufu mu? Yoksa sebeplerin tesirsiz oluşu mu? Sanırım bu yaşanan hadisede çok ilginç dersler var. Mânâ-i harfî olarak düşünürsek; öncelikle bütün sebepleri devreye sokarak izin alınmak isteniyor, ancak şehir merkezi için izin verilmiyor. Sonra şehir dışında cemaatin istemediği bir yere izin veriliyor. Yani şehir merkezi için zâhiri sebepler sükût etmiş gözüküyor. Ancak müessir-i hakîkî olan Allah, beşerî ve diğer sebepleri tersine çeviriyor. TIR’ın izin verilen yere girememesine başka sebepler halk ediliyor. Bu sebepler zahirde zayıf iken güçlendiriliyor ve TIR izinli yere giremiyor. Sonra günlerce şehir merkezi için izin alınmaya gayret edilen yere, yüce Allah, TIR’ın yönünü ve yüzünü çeviriyor. “Sizin sebeplerinizin tesiri yok” hakîkatini bir kez dahâ gösteriyor. Beşerî sebeplerin vermediği izinler ve kapılar aralanıyor. TIR şehir merkezindeki Saat Kulesinde faaliyetler için konaklıyor. Hem de sabaha kadar. Yüce Rabbimiz mânen şöyle bir ders veriyor olmalı: “Ey insanlar! Sebeplerin tesiri yok. O sebeplerin arkasındaki Müsebbibü’l-Esbab’ı görünüz ve yüzünüzü, yönünüzü ve özünüzü O’na dönünüz. Sebeplere sadece ince bir perdelik vazîfesinden dahâ ileri hak ve tesir vermeyiniz. İşte gördünüz, olmaz denilen bir hâdise nasıl da kolayca oldu ve siz bunu gözlerinizle gördünüz ve yaşadınız.” Sanırım alınması gereken en önemli ders bu olması gerekir. Öyleyse sebepler Allah’ın kudretine bir perdedir. Hem de tenteneli bir perdedir. Allah’ın (cc) icrâatına ve kudretine ortak değillerdir. Perdeler arkasında Allah’ın (cc) irâdesini ve kudretini görmek ve anlamak durumundayız. Çünkü her şey O’nun (cc) ilmi, irâdesi ve kudreti dairesinde işlemektedir. Kâinatta tesadüf yoktur. Böyle ince ince tecellî-i esmâ izdüşümleri ve dokumaları vardır, alenen görünüyor.
Dipnot:1- http://www.sentezhaber.com/bediuzzaman-corumun-kalbine-yerlesti.htm 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Sanatçılar ve sahne korkusu |
Birçok kimse, sanatçıların sahnedeki rahatlıklarına bakarak onların çok sakin insanlar olduklarını, izleyici önünde hiç heyecan veya korku yaşamadıklarını düşünürler. Yine pek çoğumuz topluluk önünde, insanların huzurunda konuşma yapmanın sıkıntısını yaşarız. Ellerimiz terler, kalbimiz küt küt atar, sesimiz titrer, elimiz ayağımız birbirine dolaşır. Böyle olduğunu nereden mi biliyorum? Çünkü ben de bu durumda ve grupta olanlardan biriyim. Ne kadar radyoda program da sunsak, televizyon programlarına katılsak veya yüzlerce konser de vermiş olsak, bu sahne heyecanı insanın peşini kolay kolay bırakmaz. Radyo veya televizyon programı hazırlayıp sunduğum dönemde konuğum olan bir çok sanatçının yaşadığı stresi gözlemlemişimdir. Canlı konserler öncesi kuliste sanatçılar olarak yaşadığımız yoğun duygular ise tarifi zor bir ruh durumudur. Şahsen yıllardır sahneye her çıktığımda ve o kadar olmasa da televizyon programlarında peşimi bırakmayan bu duygu yoğunluğu beni hem heyecan fırtınası önünde salınıp duran bir yaprağa çevirir, hem de bir o kadar da motive eder. Bir psikiyatrist anlatmıştı. “Birgün bana eski bir TRT sanatçısı gelmişti. ‘Buyurun’ dedim ‘sorununuz nedir?’ O eski ve yılların tecrübeli sanatçısı dedi ki; ‘Hocam senelerdir TRT’deyim, bir çok kere konserler verdim. Ama ne zaman sahneye çıksam beni heyecan tutar. Aman bana bir ilâç ver.” Yılların sanatçısı da olsa heyecan ve sanatçı yapışık kardeş gibidir işte. Halk Müziği Sanatçısı İzzet Altınmeşe’nin bir röportajını okumuştum. İlk sahneye çıktığı dönemleri anlatıyordu: “Sahneye ilk kez çıkıyorum. Bir gün kalabalık bir topluluğun önünde sahneye çıkardılar. Çok heyecanlanmıştım. Bir yandan türküleri söylerken bir yandan da yere bakıyorum. Seyircilerle göz göze gelmeye korkuyor, onların yüzüne bakamıyordum. Sahneden nasıl indim, ne söyledim farkında değilim. Daha sonra o salonun sahibi olan zat, beni tanıştıran ortak tanıdığımıza şöyle demiş: ‘Çok beğendim, sesi de çok güzel, ama bir daha sahneye çıkarken alkol almasın.’ Bir hatırada Tanburi Cemil Bey’den: Tanbur’un bu en büyük ustası Cemil Bey için bir konser düzenlenmiştir. Gün boyu bu büyük konserin duyurusu yapılmış, insanlar akşamki konser öncesi salonu doldurmuşlar ve birazdan başlayacak muhteşem konser için Tanburi Cemil Bey’i beklemektedirler. Ancak aradan dakikalar, saatler geçer, Cemil Bey ortalıkta yoktur. Böylece konser yapılamaz. Peki Cemil Bey nerededir? İnsanlar başına bir şey geldiğinden endişelidirler. Olay sonradan anlaşılır. Konser saati yaklaştıkça Tanburi Cemil Bey’i sahne heyecanı tutmuştur. Bu sahne korkusu veya heyecanını yatıştırmak için kendince bir çözüm olarak bir meyhaneye girmiş ve üst üste aldığı alkolün etkisiyle kendinden geçmiştir. Bugün de bir kısım şarkıcı veya sanatla uğraşanların alkolden hatta uyuşturucudan medet umduğu malûmdur. İstisnalar olsa da meşhurlar veya tecrübeliler de dahil sahne bir korku ve heyecan sebebi. Yine bu köşede okuyacağınız Münir Nurettin Selçuk’un başından geçen bir hatıra da bunun en güzel örneklerinden biri.
Geçmiş zaman olur ki…..
Münir Nureddin Selçuk’tan bir hatıra.
Münir Bey’in yakın dostu tarihçi İsmet Bozdağ anlatıyor: “Çelik Palas Otelinde bir konser düzenlemiştim. Münir erkenden gelmiş hazırlanmıştı. Artık ben takdim konuşmasına çıkmak üzereyim: Münir ‘Boğazım!’ dedi. ‘Boğazıma bir şey oldu. Rahatsızlığımı haber ver bunca insan boşuna beklemesin.’ Önce şaşırdım, ama hemen toparlandım. Otelin doktoru çok başarılı bir iç hastalıkları uzmanı idi. Muayene etti. Doktor bana göz kırparak: ‘Yarım bardak su verin’ dedi ve çantasından küçük bir şişe çıkararak suya bir damla damlattı. Uzattı Münir’e. “Hadi şunu bir hamlede iç, bir şeyin kalmayacak!” Münir doktorun yetenekli biri olduğunu biliyordu, ama yine de tereddüt etti. Doktor, “Bunu için Münir Bey ve sahneye çıkın. Göreceksiniz ki sesinizdeki tutukluk geçmiş olacak! ‘Bir iki yudum aldı ve bir iki nota mırıldandı, düzelmişti. Salona çıkardık. Belki de hayatının en güzel konserini o gün vermiştir. O kadar şaşılacak ses oyunları yaptı ki. Sonradan doktora sordum: “Yahu o gün Münir’e verip içirdiğin damlanın adı ne? Söyle de otelde bulundurayım.’’ Güldü. “İlâç falan değildi, damıtılmış su idi o iki damla.” “Ee nasıl Münir’i birden iyi etti öyleyse?” “Münir hasta değildi ki. Sanatkârları sıkça yoklayan bir fobiye yakalanmıştı. Gerçek sanatçıların çoğu bu sebepsiz korkuya yakalanırlar. Fransızların meşhur Sarah Bernhar’ı her gece iteleyerek sahneye atarlarmış. Çünkü o da her gece, “Bu gece oynayamayacağım, rezil olacağım” korkusu çekermiş, fobiye yakalanırmış.” 30.09.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Süleyman KÖSMENE |
|
Muhtelif sorular |
Kâzım Bey: “Mesnevî-i Nuriye’de (s. 76) geçen, ‘İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür imana zıddır. Maahaza Kur’ân, kâfirleri ve âba ve ecdatlarını idam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir’ cümlesini açıklar mısınız?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bahsettiğiniz paragraflarda küfür sıfatı ile iman sıfatını ele alıyor ve bu sıfatlarla bütünleşmiş insanların davranışlarını masaya yatırıyor. Küfür, imana zıttır. İman da küfre zıttır. Çünkü küfür hakkı inkârcılıktır. İman da hakkı özünden doğrulamaktır. Küfür sıfatı bir insana girdiği zaman sadece inkârcılıkla bırakmıyor. O insana türlü türlü olumsuz davranışlar da kazandırıyor. İnsanı insanlık sıfatını bitirinceye kadar olumsuz biçimde yönlendiriyor. Ahlâkını, huylarını, alışkanlıklarını, görgüsünü, kültürünü, örfünü, duyarlılıklarını, zevklerini, davranışlarını olumsuz yönde etkiliyor. İnsanda olumlu ne varsa alıp götürüyor. Buna en yakın ve en çarpıcı örnek, geçtiğimiz yüzyılda dünya ile hemen her olumlu konuda ters düşen komünist blok olmuştur. Orada insanın fert olarak değeri yoktur. İnsana ait hiçbir değerin, inancın, dinin, dinî duyguların kıymeti yoktur. İnsanlar komünist ideolojinin köleleridirler...vs. Kâfirler, Müslümanlara küfür sıfatları dolayısıyla düşmandırlar. Kur’ân inkârcıları en şiddetli azapla müjdeliyor: Ebedî Cehennem! Müslümanlar, inkârcıları bu “inkârcılık” sıfatlarından dolayı sevemezler, onlarla dost olamazlar, onlarla birliktelik kuramazlar. Çünkü inkârcıların dostlukları yalandır, muhabbetleri düşmanlıktır. Onlardan medet beklenilmez. Onlara karşı Allah’ı dost edinmeli ve Allah’ı kendimize Vekil tayin etmeliyiz. İnkârcıların medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasında büyük uçurumlar vardır: İnkârcıların medeniyeti aslında medeniyet değil, medeniyet elbisesini giymiş korkunç bir vahşettir. Dışı parlıyor, içi yakıyor. Dışı süstür, içi pistir. Sûreti uğursuz, özü ve huyu aksi ve çarpık bir şeytandandır. Mü’minlerin medeniyeti ise içi nur, dışı rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet ve kardeşlik; sûreti yardımlaşma, özü ve ahlâkı şefkat ve merhamet olan tatlı bir melektir. Buna bin dört yüz yıllık İslâm Medeniyeti şahittir. Savaş zamanlarında bile kâfirlerin çoluk çocuğuna, kadınına, kızına, yaşlısına, esirine, eli silâhsız vatandaşına dokunulmamıştır. Bir tane olumsuz örneği yoktur! Barış zamanlarında da, düşmanca değil, insanca davranana dostluk ve insanlık eli uzatılmıştır. Fakat “su uyur, düşman uyumaz” sözünde anlatıldığı gibi, onlara karşı hep uyanık olunmuştur. Mü’min imanının ve birlik inancının gereği olarak kâinata kardeşlik beşiği nazarıyla bakıyor. Gerçekten de bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa Müslümanları birbirine bağlayan ip kardeşliktir, uhuvvettir. Çünkü iman bütün mü’minleri bir babanın şefkat kanadı altında yaşayan kardeşler gibi kardeş yapıyor. Küfür ve inkârcılık, tam bir soğukluktur, tam bir bürudettir, tam bir ayrılıktır, fıtrata tam bir aykırılıktır. Kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Birer menfaat unsuru yapar. Bütün varlıklara ecnebilik tohumu eker. Her şeye ecnebi ve yabancı gözüyle baktırır. Her şeyi her şeye düşman yapar. Kendi içlerinde görünen kardeşlik bile geçicidir ve sınırlıdır. Ezelî ve ebedî ayrılıktan başka bir getirisi yoktur. *** Hilmi Bey: “1- Tarih kitaplarında eski insanların mağaralarda vahşi bir hayat yaşadıklarını, bazı bulguların bunu doğruladığı iddia ediliyor. İslâma göre böyle bir şey olabilir mi? 2- Bazı belgesellerde bir aslan bir yavru ceylanı yiyor. Onlar buna doğanın bir kanunu diyor. Bunun gerçeği nedir?” 1- Vahşet, yalnız eski insanlara mahsus bir olgu değil; günümüzde de şahit olduğumuz insanın dehşetli bir zaafıdır. İnsanın mağarada yaşaması da insanın onuru ile bağdaşmayan bir hadise değildir. Mağaralar bu günkü harçla ve briketle örülmüş betonarme binalardan daha sağlam fıtrî taş binalardır. Eski insanların fıtratla daha çok örtüşen bir hayat yaşadıkları gerçektir. Fakat meselâ ateşi rastgele sürterek buldukları, ilk yazıyı falancaların yazdıkları, ilk insanların işaretlerle konuştukları gibi söylemlerin çoğunun doğruluğu şüphe götürür. Çünkü vahiy elinin, yani peygamberlerin insanlık medeniyetine katkıları çok yüksek olmuştur. Tarih kitaplarında bundan bahsedilmiyor. İlk kitabın Hazret-i Âdem’e indiği, ilk konuşanın Hazret-i Âdem olduğu, keza ilk buğday ekenin Hazret-i Âdem olduğu bilinmekle beraber, ateşi yakmanın ve buğdayı pişirmenin de vahiy eliyle ona gösterilmiş olması pek muhtemeldir. 2- “Tabiat kanunları” denilen şeyler, Allah’ın kâinatta cereyan eden kurallarıdır. Buna “âdetullah” (Allah’ın âdeti), “sünnetullah” (Allah’ın kanunları) veya “şeriat-ı fıtriye” (fıtrat/yaratılış kanunları) da denilir. Üstad Said Nursî Hazretlerinin ifadesiyle, aslanın ve kaplanın helâl rızkları, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunlara göre, ölmüş hayvanlardır.1 Aslanın canlı yavru ceylanı yemesi, aslanın fıtrat kanunlarına itaati değil, isyanıdır. Çünkü sağ hayvanları öldürüp rızk yapmak, fıtrat kanununca hayvanlara haram kılınmıştır. Aslan bu isyanının bedelini, yine fıtrat kanunu hükümlerine göre öder. Yani kendisi de bir avcının silâhına hedef olur.
Dipnot: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 64. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Arabesk haller |
Onu önce müzikte yaşadık. Gençleri bedbinliğe ve ümitsizliğe sevk eden, meyhanelerin meze müziği, dinlediği zaman vücuduna jilet atan gençlerin şarkıları idi. Bu sadece şarkı ve türkülerde yaşanmıyor. Bu haller “Kendi yürüyüşünü unuttu, başkalarının yürüyüşüne de ayak uyduramadı” sözlerini hatırlatıyor. Türkiye büyük bir değişim yaşadı. Bu değişim, hayatın her alanına yayıldı. Cehalet, yoksulluk ve ayrılıkların getirdiği her şey hayata yansıdı. Giyimler değişti, usûller değişti, eğitim değişti, harflerimiz değişti. Birbirimizi anlayamaz hâle gelmiştik. Böyle bir ortamda her şeyimiz arabesk müziğe benzedi. Bu, sosyal hayatı altüst etti. Arkadaşlıklar azaldı, akrabalık bağları çözüldü, aile hayatının cehenneme döndüğü zamanlar oldu. Oysa bir hayatımız vardı... Hepimiz bir ailenin fertleri gibi idik. Türkiye’yi yok etmek isteyenler önce bu hasletlerimizi yok etmek için çalıştılar. Ama başaramadılar. Sonunda arabesk hayatlar normale dönmeye başladı. Ezbere ve görenekle yaşanan hayatlar, sonunda kendi tabiî seyrine giriyor. Daha yol almamız gereken çok mesafe var. Bu hallerin devam ettiği hayat halleri tamamen yok edilmiş değildir. Bunun kaynağı sağlıksız bir eğitimdir. Bir çok şehirde, birçok asalak halli gençlerin hayatı, hem kendilerine, hem de çevresindekilere zarar vermektedir. Hayatımız profesyonelleşmelidir. Medeniyetin getirdiği nimetlerden sonuna kadar istifade edelim. Ama şu arabesk hallerden uzak duralım. Bir hedefimiz olmalı. Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği ana hakikatler hayatımıza yön vermelidir. Ümitsizlik ve bitkinlik günahtır. Cenâb-ı Hak insanı en mükemmel şekilde yaratmıştır. İnsanın hayatı da aynı oranda mükemmel olmalıdır. Bu mükemmelliği yakalayanların hayatlarına bir bakınız: Dünyada cennetin bir numunesini yaşamaktadırlar. Başıboşluk, insanı serseriliğe götürüyor. Gençler azgınlaşıyor... Gençler akla hayale gelmeyen şeylere tevessül ediyorlar. Uyuşturucu ve benzeri şeyler, hayasız hareketler mahkemeleri, hastaneleri, hapishaneleri ve kabristanları dolduruyor. PKK’yı besleyen temel kaynak da budur. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Putları yok etmeli! |
Ölçü elden kaçınca maksat yolda kalıyor; huzur hayal oluyor. Olması gerekenden fazla yemek içmek ne ise, sevgide de haddi aşmak olmuyor. Bu şeylerin azı karar, çoğu zarar. Kantarın topunu kaçırmamak gerekir. Sevgi fazla olunca, aşırıya varınca her zaman, daha daha istiyor. İnsanın hâleti bu… Mutlu anlar, mutsuz anlar; hüzne dalmış zamanlar olur bazen, günbegün. Çok sevdiğin nesneler, hep sevmeni isterler. Olur ya, o anı sezemezsin, o anda sevemezsin; arzusunu göremezsin. Ama muhatabın seni görür, hem de, bu hâlini “çok” görür. Sevmede aşırılık sevgiyi putlaştırıyor! Fânilere gösterilen muhabbet de, fânidir; ya gider, ya biter. Bu, at olur, avrat olur; mal olur, evlât olur… En doğrusu, orta yolu tutmaktır. Aksi hâlde, grafikte iniş çıkış hayatını zehreder. Çünkü, eş zamanlı hayat tarzı zuhur eder, ortada. Onunla sevinirsin, onunla üzülürsün; onunla yatar, onunla kalkarsın; onunla yaşar, onunla ölürsün. Yani, hep “o” olursun. Bir gün kendin olmaya ya fırsatın, ya ruhsatın bulunmaz. Mutlaka, her şeyin bir değeri, bir de, bedeli vardır. Hayatında yer almış, onu sana bağlamış nice unsur vardır ki, önce hâletini, ardından da hayatını zîr ü zeber ediyor. Demek ki kıymet, kamet kadar olmalı. Gönle sevgi Allah için dolmalı. Allah için sevilmeyen nesneler, bir gün puta dönüyor. Nefse payanda para, her zaman ön sırada. Kadın, evlât, oto, mal… Herkesin bildiği hâl. Bu şeylere öyle meftun ki gönül, yokluğunu düşünmek sanki dünyanın sonu! Çokları, tutmuş oturtmuş en baş köşeye onu. Sabah akşam temennanın bin tanesi bir para… Dünya mamur olsun derken, kalbe açılıyor yara. Oturup, şöyle bir düşünmek lâzım: Ahirete tercih için, değer mi bütün bunlar? “Değmez” derse eğer gönül, mesele yok; istikamet tamamdır. Eğer kem küm ediyorsa, bil ki o ruh talandır; akıbeti hüsrandır! Anlaşılan, sevgiler, Ondan önde olmuyor. Nurdan boşalan kaba hemen zulmet doluyor. Putlaşmış tutkuları, sökmeli sinelerden; secdeye kapanmalı, nadim olarak birden. Rabbim, hiç kimseyi yanılanlardan, yamulanlardan eylemesin. Rabbim, putlaşmış nesneleri bizden uzak eylesin. Rabbim, doğruları göstersin… 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Âh şu tüketen siyaset |
Mahiyeti itibariyle, siyasetin hem ilim, hem de san'atla irtibatlı kuvvetli bağları vardır. "İlm–i siyaset" denen bir realiteden söz etmem mümkün olduğu gibi, siyasetin bir "idare san'atı" olduğu da umumî kabul görmüş bir gerçektir. İşte, bu ilm–i siyasete uygun hareket edildiği yerde, şu tarz gelişmeler gözlemlenir: * Tüketim azalır, üretim artar. * Gerileme yaşanmaz, ilerleme kaydedilir. * Tedenni değil, terakki olur. * Yeis değil, ümitler kamçılanır. * Vesâire... * * * Günümüz siyaseti, ne yazık ki üretimden ziyade tüketime meyyal; iktisattan ziyade israfata doğru akıp gidiyor:
* Halkçılar, halkın hissiyatından, fikriyatından, hâsılı dünyasından kopmuş bir vaziyette. * Demokratlar, "Demokratlık sınavı"nda bir türlü başarı gösteremiyor. * Kürtçüler, Kürtlerin "mefahir–i milliyesi"ni lekedar etmekle meşgul. * Türkçüler, Türklerin "millî hasıla"sını tüketmekten başka bir iş yapmıyor. * Dindarlar, dinî/ahlâkî inkişafa kuvvet verecekleri yerde, maalesef onlar da bu dinî/manevî sermayeyi tüketmekle meşgul görünüyorlar. * * * İş bu "Tüketen siyaset" anlayışı ile hareket edenler, aslında oy deposu olarak gördüğü kitleleri "ümitlendirme ateşi"ne yandırıp yandırıp duruyor. Bu insanlarımız, kim bilir kaç defadır ümitlendiriliyor da, hemen ardından, taze açan o ümit filizleri toptan kırıma uğratılıyor. Hah, işte bu sefer Kürt meselesi halledilecek... Hah, işte bu "açılım"la terör belâsı kesin olarak bertaraf edilecek... Hah, işte bu defa başörtüsü yasağına son verilecek... Peki, ya sonra? Sonrası mâlûm... Önce ümitlendir. Ardından, oyları topla, ipotek et. Sonra da, dirilen şevk ve ümit pırıltılarını toptan söndür. İşte bu, hasıl olan sermayeyi tüketen bir siyaset telâkkisidir. Menfaatini öncelleyen ve menfaat üzere dönen canavar ruhlu bir siyaset anlayışıdır. Doğru siyaset ise, idarecilik san'atını icra eden, dinî ve millî değerleri istismara tevessül etmeyen, hasis menfaati için insanların duygularıyla oynamayan, sadece millete hizmeti temel maksat edinen bir anlayışın tatbik sahasına konulmasıdır. Temenni edelim ki, ülkemiz, tüketen değil, üretmeyi hedefleyen bir doğru siyaset düzleminde yönetilmeye mazhar olsun.
Tarihin yorumu 30 Eylül 1676
Yüz binleri etkileyen Sabetay Sevi
Osmanlı Devletinin başına büyük gáileler açan ve sonunda Yahudileri de bölünme noktasına getiren Sabetay Sevi isimli "dönme" şahıs, sürgün edildiği Arnavutluk'ta öldü. (30 Eylül 1676) Selanikli bir Yahudi aileden gelen Sevi, 1626'da İzmir Angora'da doğdu. Onun şöhret olması ise, 22 yaşında kendini insanlığın kurtarıcısı (mesih) olarak görüp bunu ilân etmesiyle başladı. Bazı Yahudi âlimlerinin ona tabi olması ve hatta meşhûr kehanet kitabı Kabala'da ona bazı işaretlerin bulunduğunu söylemesiyle birlikte, yüz binlerce insan ona mürit olmaya ve onun etrafında toplanmaya yöneldi. İzmir'de, Selanik'te, İstanbul, Kahire, Kudüs ve daha birçok yerde ona bağlanan Yahudi çoğunluklu bu insan toplulukları, bir süre sonra onun insanlığı kurtuluşa erdirecek yegâne kişi olduğunu iddia etmeye başladı. Osmanlı Devleti ise, ilk başlarda olup bitenleri fazla ciddiye almadı. Bazı hahamlardan gelen şikâyetlerin üzerinde durmadı. Çünkü, Sevi'nin hareketini siyasî değil, dinî muhtevalı görüyordu. Ne var ki, 1666 senesine gelindiğinde iş çığrından çıktı ve Sabetay Sevi'nin "kurtarıcı mesih" olduğu cümle âleme ilân edildi. Sevi'yi maddî–mânevî destek verenler, 666 rakamının (1666) insanlık tarihinin dönüm noktasını teşkil ettiğine hem kendileri inandılar, hem de liderleri olan Sevi'yi inandırmayı başardılar. Sevi'yi bu inançla İstanbul'a doğru yola çıkardılar. Çanakkale Boğazına geldiklerinde ise, Osmanlı devlet kuvvetlerince durdurulup tutuklandılar ve siyasî isyana teşebbüs suçuyla yargılandılar. Sabetay Sevi'nin cezası idamdı. Ancak, kendisine Müslüman olması halinde idamdan kurtulacağı söylenince, bunu derhal kabul etti ve "Bu can bu tende kaldıkça, benim ismim de Mehmet Aziz olarak kalacak" diyerek, şehadet getirdi. Etrafındaki Yahudi âlimleri ile müritlerinin çoğu bu dönüşüne itiraz etti. Fakat, o da onlara "takiyye" yaptığını ve sadece zahiren Müslüman göründüğünü, hakikatte yine Yahudi olduğunu onlara söyleyerek, bir kısmını ikna etti. İşte, Yahudilerin kendi aralarında bölünmesine yol açan ve bir kısmının Sabetaist olmasını netice veren hadise budur. Daha sonraları serbest bırakılan Sevi'nin, ara ara yeniden aykırı davranışlar sergilemesi yüzünden, sürgün cezasına çarptırıldı ve en son olarak Arnavutluk'a gönderildi. Bu hadisenin vukuu zamanında ve daha sonraları, Sabetaycı nüfusun ekserisi Selanik'e yerleşmeyi tercih etti. Selanik'in elden gitmesinden sonra ise, bu kimseler İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Türkiye'nin muhtelif şehirlerine gelip yerleştiler. Zahirde isimleri Türk ve dinleri İslâm diye bilindiğinden, onların hakkıyla tanınması bir hayli müşkilleşmiş durumda. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yasağı, ‘Ali Nesin metodu’ ile kaldıralım! |
Hâl ve gidişe bakılırsa, ‘başörtüsü yasağı’ son demlerini yaşıyor. Gerçi bundan önce de benzer şekilde gelişmeler yaşanmış ve tam “Başörtüsü yasağı nihayet kalkıyor” havası oluşmuşken “iyi saatte olsunlar”ın devreye girmesiyle yasak yeniden ve daha katmerli bir şekilde uygulanmaya başlanmıştı. Son günlerde ana muhalefet partisi CHP’nin nisbeten ‘olumlu’ davranması sebebiyle başörtüsü yasağının sona erme umudu doğdu. Duâ edelim de yeniden “iyi saatte olsunlar” devreye girmesin ya da giremesin ve yıllardan beri uygulanan kanunsuz ve keyfî yasak sona ersin! Hemen ifade edelim ki Türkiye’de uygulandığı şekliyle bir “başörtüsü yasağı” dünyanın hiçbir demokratik ve hukuk devletinde yok. Türkiye’deki çelişki şurada: Yürürlükteki hiçbir kanunda ‘başörtüsü yasak’ değil, ama uygulamada yasak! Neymiş, yönetmelik varmış; neymiş, Anayasa Mahkemesi ‘yorum’ yapmış... Tamam belki bu sözlerle vatandaşı yanıltabilirsiniz, ama hukukçuları da yanıltıp ikna edebilir misiniz? Ne zamadan beri ‘yönetmelik’ler kanunlardan daha etkili oldu? Ne zamandan beri ‘yorum’lar kanun kuvvetinde oldu? “Ben yaptım, oldu” devri çoktan geçti... Yasakçıların bunu kabullenmemesi neticeyi değiştirmez. Her zaman hatırlattığımız bir noktayı da yeniden hatırlatmak isteriz: Uygulanan başörtüsü yasağı ‘kanun’a dayanıyor olsa da yanlıştır, yine itirazı hak ederdi ve itiraz ediyoruz. Çünkü bu bir temel insan hakkıdır, yasaklanamaz. Nasıl ki ‘nefes almak kanunla yasaktır’ denilemiyor... Bir çelişki de şurada: Kanuna dayanmayan, hukuken olmayan bir yasağı, ‘kanun çıkararak sona erdirme’ye çalışıyoruz. Son günlerde tartışılan konu bu. Hatta, anayasanın değiştirilmesi bu konu ile irtibatlandırılıyor. Elbette fiilen uygulanan bu yasak sona ermeli, ama acaba bunu ‘yeni bir kanun’ çıkararak mı yapmalı? Uzmanlar, bunun bir tehlike olduğuna işaret ediyorlar ki haklıdırlar. Çok dikkat etmek lâzım, kaş yaparken göz çıkarılmasın... Şu olabilir: Madem yürürlükteki kanunlarda böyle bir yasak yok, keyfî olarak başörtülü öğrencileri okul kapılarından geri çeviren yöneticiler hakkında “eğitim hakkını engelledikleri” için dâvâ açılsın! Belki bir adil hakim çıkar ve keyfî yasak uygulayanları mahkûm eder. Bu yasağı sona erdirmenin bir yolu da “Ali Nesin metodu” olabilir. Hatırlamak lâzım ki, matematik profesörü Ali Nesin, geçenlerde ‘TRT Haber’e konuşmuş ve başörtüsü yasağının sona ermesi için ‘çözüm’ünü açıklamıştı. Nesin, rektörlerin hiç kimseden emir alamayacağını belirterek, gerektiğinde hapse girmeyi göze alarak bu sorunu bitirebileceklerini söylemiş. Nesin, ayrıca, önündeki kâğıtları eline alıp yırtarak çöpe atmış ve yasağın ‘yok’ sayarak aşılabileceğini de ‘şekille’ anlatmış. (Nuriye Akman’ın sunduğu “Akılda Kalan” programı, 22 Temmuz 2010) Birileri, “Olur mu böyle şey. Türkiye hukuk devletir” demeyi sürdürecek, ama söyler misiniz kanuna dayanmayan fiilî yasak başka nasıl sona ersin? Tabiî ki asıl çözüm kanunları özgürlükçü akılla değerlendirmek ve doğru yorumlamaktan geçer. Laiklik gibi “inançlara şemsiye” olması gereken bir kavramı, tam tersi yorumla “inançlara baskı aracı” hâline getirmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz ve kazandırmıyor. Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu da “Mesele hoşgörüyle ve kendi seyrinde çözülür. Oraya doğru da gidiyor” demiş haklı olarak. (Vatan, 29 Eylül 2010) Yeni tuzaklara düşmeden; kanunsuz ama fiili olarak devam eden yasağı her kademede sona erdirmek gerekir, vesselâm... 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çözüm belli… |
Siyaset başörtüsü sınavında. Başbakan Erdoğan’la Anamuhalafet Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “sürpriz buluşması”ndaki karşılıklı temennilerden sonra meselenin yine geleceğe havale edildiği görülüyor. Erdoğan, “Meydanlarda hep başörtüsü meselesini söylediniz, hemen çalışmaya başlayalım” diye soruyor; buna mukabil Kılıçdaroğlu, “Tamam çözelim, biz hazırız” cevabını veriyor. Ancak “samimiyetsizlik” ithamlarının ardından karşılıklı iyi niyet ifâdesinin ötesine geçilmiş değil. Henüz bir görüşme takvimi de açıklanmamış. Belli ki yüzbinlerce öğrenciyi hak kazandıkları eğitim hakkından mahrum edip mağdur eden ve âcilen ele alınması gereken bu insanlık hakkı ve inancını yaşama özgürlüğünde, siyaset hâlâ ortak bir zeminde buluşamamış. Aslında Kılıçdaroğlu’nun “inanç hakkı” açısından AİHM kararlarının dikkate alınmasını esas alan teklifi ile Erdoğan’ın Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “fetva kararları”yla öncelikle dinî bir vecîbe olan tesettürün bir parçası başörtüsünde “Diyanet’in görüşleri”ni nazara vermesi, temelde birbirinin tamamlayıcısı… Ne var ki daha ilk günde kritik kısa görüşmenin akabinde verilen politik polemiklerin milletin ortak mukaddes değeri olan böylesine dinî bir meselede sürdürülmesi, çözümün önündeki en büyük engel. Zira siyaset hâlâ müzmin “inhisarcılık” hastalığından kurtulmuş değil. Siyasî ipotek devam ediyor. Daha diyalog başlamadan atışmalar ve dışlamalar başlıyor! Kılıçdaroğlu’nun “Sâdece türban sorununu biz çözeriz demedim. Dokunulmazlıkları da, YÖK’ü de kaldıralım, seçim barajını düzenleyelim” sözüne karşı, Erdoğan’ın referandumda sert geçen atışmalara atıfta bulunması, bunun göstergesi…
ÇÖZÜM HAVALE EDİLMEMELİ Tespit şu ki, taraflar “çözüm” yerine siyasî rakiplerinin kabul edemeyeceği ve zorlanacağı taktik manevralarla âdeta savsaklama ve seçim öncesi tartışmaların malzemesi yapma stratejisi güdüyor! Başbakan, “İnanç özgürlüğüne, eğitim özgürlüğüne artık bu kadar müdahale etmenin anlamı yok, sözü edilen ‘mahalle baskısı’nı ortadan kaldıralım, herkes rahat olsun” diyor. Lâkin iktidar partisi sözcülerinin hâlâ “yasal düzenleme”den dem vurmaları, muhataplarına her fırsatta “Samimiyseniz Meclis açılır açılmaz yasa teklifi verin!” çağrıları, baştan beri saplandığı “yasal yasak” yanlış vartasından bir türlü vazgeçmediğini su yüzüne çıkarıyor. Hafta başında yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından sonra bu mevzuda açıklamalarda bulunan Başbakan Yardımcısı Çiçek’in, referandum telâşı ve hayhuyu bittiği halde hâlâ siyasî söylemlerde yüklenmelerde bulunması, bunun bir tezâhürü. Başörtüsü için sınırlı sayıda çözüm yolu bulunduğunu belirten Çiçek’in, Anamuhalefet’in bu konuda kamuoyu önündeki bağlayıcı irâde beyânını “seçim öncesi verilmiş bir vaad” cümlesiyle hafife irca eden sözlerinin peşinden, “CHP bu konuda ‘yasal düzenleme olmaz’ diyor; yasal düzenleme olmazsa peki çözüm nedir?” sorusunu sorması, AKP’nin yasadışı yasağı “yasal düzenleme”yle çözme çıkmazından çıkamadığının en açık alâmeti… Kısacası siyasî iktidar, hiçbir yasal dayanağı olmayan yasağın işlevsiz kalması için başta demokratik irâde sergilenmesi olmak üzere öneriler sunmak yerine, yasağı kaldırmayı taahhüd eden muhalefetten “çözüm” bekliyor! “Top onlarda, yasa ile olmuyorsa, nasıl oluyorsa, nasıl bir adım atacaksa ortaya koymalı” deyip meseleyi karşıya havale ediyor. BAŞÖRTÜSÜ “GÜVENLİK MESELESİ” DEĞİL Oysa en son Başbakan’ın İspanya’da “Velev ki siyasî simge de olsa!” çıkışla başlayan süreçte AKP ile MHP’nin Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki “kanun önünde eşitlik” ve “eğitim hakkının engellenemeyeceği” hükümlerini te’yid ve takviye eden değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’nden reddedilmesiyle orta çıkan tablo ortada… Kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir kanunun bulunmadığı mevzuatta yasaklanmayan başörtüsüne dayatılan yasağı azdırarak yaygınlaştırıp “yasallaştıma” yorumlarına kapı açan bu tutum, daha baştan inanç ve eğitim özgürlüğü önüne barikat haline getiriliyor. Bunun içindir ki öncelikle yasal olmayan yasağı “yasa” ekseninde tartışmak, anayasal ve yasal düzenlemelerle kaldırma yerine, yasadışı yasağın dayatılmasını önleyen demokratik direnç ve irâde uygulanmalı. Kılık ve kıyafetin bir “güvenlik sorunu” olmadığı, tesettür ve başörtüsünün güvenliği ilgilendiren bir mesele değil, tamamen bir insan ve inanç hakkı olduğu kanaati kamuoyunda hâkim kılınmalı. Evvela üniversite kapılarında, bütünüyle bir “özgürlük meselesi” olan öğrencilerin başörtüsünün, silâh-bomba-bıçak gibi patlayıcı ve yaralayıcı âletlerin kontrolünü yapan polisin ve güvenlik görevlilerinin “görevi”nden çıkarılması gerekiyor. Kanunlarda yer alan genel ahlâka, örf ve âdete aykırı olmama şartına uygun kılık kıyafete ilişilmemesi; kılık ve kıyafet hürriyetinin sağlanması icâb ediyor… Çözüm meçhul değil, belli… 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Hangi Ankara? |
Bilenler bilir; Ankara özeldir. İki yönüyle: Birincisi, Ankara, Konya gibi, Şırnak gibi, vilayetlerden bir vilayettir, taşradır. Ankara bir de başşehirdir. Siyaset şehridir, bürokrasi şehridir, kumarbazlar şehridir. Eli deliklerin mekânı buradadır. Rivayet odur ki, batıdan doğuya giden (doğudan batıya dönen!) trenin yolu, Ankara’yı coğrafî olarak ikiye ayırdığı gibi, manen de ikiye ayırır. Yani manevî mânâda olduğu gibi coğrafî mânâda da iki Ankara vardır: Tren yolunun kuzeyi; dışra Ankara’dır, dışlananların geleneğini bağrında saklar; vilayet Ankara’dır, velâyeti barındırır. Ankara’nın güneyi ise “baş”kenttir, “başından bulanların” kentidir; elittir, eler geçer; delirtir, deler geçer; değişen “cumhuriyetin” gelişen yüzünü (!) temsil eder, değişmekle yetinmez, değiştirir. Her Ankaralı gibi bendenize de, taşraya gittiğimde, mühim bir soruymuş gibi soruyorlar: “Ne var, ne yok Ankara’da?” Ben de o soruya bu soruyla cevap veriyorum: “Bilin bakalım, ne varsa kim yoktur Ankara’da?” Yeni Asya’dan izliyorsunuz. Bediüzzaman Hizmet Tır’ı Ankara’ya da uğramış. Peki Hangi Ankara’ya? Başkent Ankara’ya mı? Hayır, taşra Ankara’ya. Niçin? Belki de o Bedi’nin 1923’te Ankara’dan ayrılmasına yol açan “enkara” halet-i ruhiyenin sebebi olan taşlaşmış eneler, gayrıbedii san'atlar, her türüyle ve bütün ihtişamıyla, bilhassa taşkent Ankara’da hüküm sürdüğü içindir, kim bilir? Hilâfet’in neden ve nereden battığı tartış-malıdır. Hakikî ve saltanatsız hilâfet Şam’daki Emevilerin yanlış içtihadıyla Medine’den battı. Sembolik hilâfet saltanatı ise Ankara’daki CHP’lilerin yanlış inkılâbıyla İstanbul’dan gurûba gitti. Hakikî ve manevî hilâfet güneşi, kimsenin gözüne batmayan nurlu iman hizmetiyle Anadolu’dan yeniden doğuyor, yüz yıldır, yavaş ve tertemiz. Bu doğum tarzına “sırren tenevveret” deniyor. Hakikî ve maddî hilâfet için ise melekler, Anadolu’nun İslâmbol’laşmasını ve Ankara’nın İstanbul’la buluşmasını bekliyor. Amma, herkes melek değil ki. Tertibe riayet etmeyen, ama her nedense tedbir denen bir şeye riayet ettiğini söyleyen aceleciler de var. Dininde hassas, ama sünnetin içtimaî terbiyesinden ve aklının hakemliğinden uzak olan bu gibi kimselere, Anadolu’yu “elden geçirmek” zor ve yorucu geliyor. Onlar maalesef çok zamandır Ankara’da konuşlanmışlar ve Ankara’yı “ele geçirmekle” meşguller. “Enkara” siyaset âleminde Nur arıyorlar. Ellerine geçen topuzu da Nur sanıyorlar. Hoca Nasreddin Merhum, karanlık samanlıkta kaybettiği yüzüğü, aslında bunlar için ibret olsun diye kapı önünde aramıştı, ama anlayana. Yanlış yerde Nuru arayan bulamaz. Nuru bulamayandan da “Nur”cu olamaz. Bu yazımın Salı günkü yazımda söz verdiğim konuyla irtibatını kurana, vaadim var, “Ankara’da ne var ne yok”u bizzat anlatacağım. Bu günlerde bulmaca modası var ya hani. Biz de uysak ona, her halde caizdir yani. 30.09.2010 E-Posta: [email protected] |