Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Amelini güzel görüp gurura düşmektense... |
Hiç insanın ibadeti, feyzi, fazileti insanı tehlikeye atar mı? Salâhati, takvası, mükemmel dinî yaşantısı bir insan için hiç tehlike arz eder mi? Veya derin bilgisi, ilmî kariyeri o insan için bir tehlike sebebi olur mu? İçimizdeki bir ses “Böyle bir şey olabilir mi?” diyor. İbadet-taat, feyiz-fazilet, takva derecesindeki dinî yaşantılar olsa olsa insanın kurtuluşuna vesile olur. Bu güzel hasletler, bu gıpta edilecek yaşantılar bir sebeb-i hasaret olur mu? Bu meyanda bir de şu suâllere cevap bulmaya çalışalım: Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu güzel ameller ihlâs esasları düşünülmeden yapılıyor ise, sonuç ne olur? Diğer bir ifade ile, yapılan ibadetlere-tâatlere, elde edilen ilim ve malûmatlara, yapılan vaaz-ü nasihatlara riya gibi çirkin duygular karışıyor ise, netice ne olur acaba? Böylesi amellerin, böylesi feyiz ve faziletlerin sahibine bir faydası mı olur, yoksa beklenilen sevap ve hasenâtın ötesinde sahibini, belki de hiç tahmin edemeyeceği ciddî ve tehlikeli günahlarla yüz yüze mi getirir? Bir de, bizde bulunduğunu zannettiğimiz ilim ve irfanımız, salâhat ve takvamız—Allah korusun—bizi gurur, kibir gibi çirkin davranışlara sevk ediyorsa… Ucb, riya gibi mü’minde olmaması lâzım gelen hallere sokuyorsa… Sâir insanları küçük görüp, onların üzerinde faziletfüruşluğu ihsas edecek hâl ve davranışlara sebep oluyorsa… Kendisini imtiyazlı ve ayrıcalıklı bir konumda görüp, teveccüh-ü nâs beklentilerine girerek, herkesten hürmet, iltifat isteme arzusuna girerse… Kardeşâne yaklaşım yerine herkese karşı pederâne, mürşidane bir tavır içine giriyorsa… Böyle bir insanın, sahip olduğu ilmin, kendisinde var olduğuna inandığı feyzin, faziletin, salahatin, takvanın kendisine bir faydası olur mu? Bu meyanda, Efendimizin (asm) şu ibret verici uyarılarına kulak verelim: “Ümmetim için çok korktuğum, onların Allah’a ortak koşmalarıdır. Bununla onların puta tapacaklarını kastetmiyorum. Onların ibadetlerinde ve diğer amellerinde Allah’ın rızasının dışındaki bazı gizli emellerini kastediyorum.” Görüldüğü gibi rıza-i İlâhî haricinde yapılan ibadetlerin, amellerin, getirecekleri sevaplar bir tarafa, gizli şirk anlamına gelecek bazı tehlikeleri getireceğine, Efendimiz (asm) işaret ediyor. Bu dehşetli ve korkunç tehlike karşısında, her ehl-i dinin, dinî yaşantısında yalnız ve yalnız rıza-i İlâhîyi gözetmekten başka bir yolu olmaması lâzım. Yoksa tehlike çok büyük. İlim, amel, ibadet, takva, dine hizmet elbette olmalı. Ama bütün bunlar ihlâsla, mahviyet ve tevazu ile beraber olmalı. En doğrusu, en tehlikesizi, en isabetlisi, dinî hayatımızda vasat olanı yapmaktır. Her türlü ifrat ve tefritten uzak olan orta yolu takip etmek, tehlikesi en az bir dinî yaşantı şeklidir. Az ve fakat devamlı olan bir dinî hayatın, geçerli ve makbul dindarlık olduğunu göz önünde bulundurmamız lâzım. Amelin en iyisini yapıp sonra da gurura girmektense; gücümüzün yettiğini yapıp kibir, gurur gibi hâllerden uzak durabilmek daha evlâ olsa gerek. Çok öğrenip, çok bilip başkalarına tepeden bakmaktansa; yeteri kadar malûmâta sahip olup, herkesin kendimizden üstün olduğunu bilme kemâlâtını göstermek daha makbul olsa gerek. Çokça hizmette bulunup, sonra da dâvâ arkadaşlarına karşı mürşidane, pederane bir tavır içine girmektense; vasat bir hizmet içinde olup, samimane bir kardeşlik içinde olmayı alışkanlık hâline getirmek daha mantıklı olsa gerek. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak verelim: “Mâdem istiğfara müncer olan (neticelenen) derk-i kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine-böyle vesveseli adama-müreccahtır; yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.” (Sözler, s. 250) 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |