Selim GÜNDÜZALP |
|
Düşen bir yaprak görürsen |
“Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla demiştin…” Bu sözü Senden bilmiştim. Çünkü bir yaprak, Senin iznin olmadan düşmezdi, düşemezdi. Sonbahar geldi mi, eve kapanırdım. Dökülen yapraklar ruhuma dokunur, evden ve odamdan dışarı çıkmak istemezdim. Böyleydi o yıllar. Tâ ki, Denizli’de misafir olan bir zâtın şehir otelinin yüksek katından bahçelere bakıp, rüzgârda salınan kavak ağaçlarının zikrini söylediği güne kadar… O güne kadar bu sorunun cevabı, içimde büyür de büyürdü, bir türlü cevap bulamazdım. Hayat, bir kitap. Okudukça ve yaşadıkça öğreniyoruz. Sorulardan sorulara göç ediyoruz. Sorular bitmiyor. Şimdi bir soru da bizden olsun: Meyvesiz ağaçlardan meyveyi nasıl yersiniz? Meyveli ağacın meyvesi olur da, meyvesiz ağacın meyvesi olmaz mı? *** Büyükçe ve güzel bir bahçedeyim. Bir ucu kavak ağacına bağlı hamakta sallanıyorum. O kocaman ve yemyeşil gümrah yaprakları ve onlardaki san'atı seyrediyorum. Rüzgâr bir dokunuyor, bütün ağaçtan harika bir ses ve zikir yükseliyor: Şıkır şıkır, şıkır şıkır… Sanki “Şıkır da şıkır, şükür de şükür…” diyor her bir yaprak. Gözümün önünde bu yüce ve ulu ağacın muhteşem manzarasını seyretmek, binler sinemaya bedel gibi geliyor. Herkesin bir zaafı var, küçüklüğümden beri benim de gözlerim, her bahçede önce meyveli ağaçları arar ve tarardı. Yanılmışım meğer… Öğreneceğim daha neler var, neler… Salındığım hamakta ben bir yana, rüzgârda salınan yapraklar bir yana gidip gelmekteyiz. Hikmetli bir gözle bakıldığında, aslında her hareket bir zikirdir Allah’a. Bu gözler kamaştıran manzarada binlerce, on binlerce dil ile meyvesiz gibi görünen bir kavak ağacı, Rabbini zikrediyor, hem de ne zikir… Şıkır şıkır, şıkır şıkır… Belki de hâline şükrediyor. Şükür şükür şükür… Şıkır da şıkır, şükür de şükür… Meyvesiz ağaçlar Rabbini daha çok zikredermiş derler. Doğruymuş meğer. Görünüyor işte ayan beyan. Koyu yeşil bir gölgede dinleniyoruz ve yaprakların zikrini dinliyoruz. Şıkır da şıkır, şükür de şükür… Bir o yana bir bu yana salınıyorlar. Cömertçe gölge yapıyorlar güneşten kaçan misafirlerine. Her ağaç gibi aslında kavak ağacı da meyveler sunuyor. Hem de bitmeyen, her mevsim... Var oluşun ve yaratılışın gerçeği olan Rabbinin sonsuz isimlerinin tecellisini yâd ediyor. Hem de ne güzel seslerle: Hışır hışır, şıkır şıkır… Bir de mekanik sesleri düşünün. Bir arabanın, bir klima motorunun veya yol çalışmasında aletlerin çalışırken çıkardığı insanı çileden çıkarıcı sesler nerede, ağacın rüzgârda yapraklarıyla çıkardığı o nağmeli sesler nerede... Aslında “hışır hışır” sesleriyle “haşir haşir” mi diyor acaba? Tekrar dirilişin, tekrar yaratılışın sırrını mı söylüyor bize? Ağaçların yapraklarıyla ne söylediği kadar, sizin de ne anladığınız önemli. “Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, ‘Ne diyorsunuz?’ de; elbette, ‘Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr’ dediklerini işiteceksin.” diyor ya Bediüzzaman. (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, 301) Kulak, kalbe giden yol. O yol imanın nuruyla açılırsa eğer, kalkarsa önündeki engeller, o zaman her ses, kulağa bir zikir olarak girer ve oradan kalbe akar gider… Hatta Kur’ân’da kulağın gözden önce zikredilmesinin sebebini de anlayıveririz hemen. “Ve alâ sem’ıhin ve alâ ebsarihin” âyetinin bir sırrını biz de anlayabiliriz. Kulak kalbe daha yakındır. Göz, baktığı yerden bilgiyi toplayıp aktarırken; kulak, her yönden sesi ve sadâyı toplayıp kalbe gönderir. İşte bu organın bu yönünün göze üstünlüğünden dolayı âyette öncelikle zikredilmiş. Buradan şunu da çıkarmak mümkün olabilir sanırım: Kulak yolu tıkanınca, kalbin kâinatla irtibatı kesilince, ibretsiz ve zikirsiz sesler oraya doluşunca, gözün de göreceği seyirlik bir şey pek kalmıyor artık. Gözler açık da olsa, gaflet perdesi müthiş bir gerçeği kapatabiliyor. Buna da dikkat çekiyor Bediüzzaman 29. Söz’de. Hazreti Âdem’den bu güne kadar, insanların anlayamadığı ve gözlerden gizli kalan bir gerçekten bahsediyor: “Enva-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır; hakikati, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş.” (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, 468) O zaman durumdan bir vazife çıkıyor: Ya gözleri ve kulakları olmasına rağmen, duymayan ve görmeyen sınıfında yer alacağız, ya da her fırsatı değerlendirmeye çalışacağız. İmanın nuru, odayı dolduran lambanın nurundan elbette çok daha fazla bir şeydir. Bir kibrit başı, oda dolusu karanlığı yutarsa; iman nuru da kâinattaki bütün dalâlet karanlığını yutar ve insana gerçek bir insan olduğunu, gerçek bir insanın ancak imanla insan olabileceğinin yolunu gösterir. Kavak ağaçlarını meyvesiz ağaçlar zannetmeyin siz. Ve bir zamanlar benim düştüğüm bu hataya, sakın ola ki, siz de düşmeyin. Bir hışırtı kopar, bir yaprak elinize doğru salına salına inerse eğer, o sözleri bunun için söyleyebilirsiniz siz de:
“Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla demiştin…”
Evet Allah’ım… Bunu Senden bir işaret bilmek ve ilâhî bir sâdâ gibi dinlemek, kulağımı mest ediyor, kalbimi sermest ediyor. Evet, ağaçlar toprağa çakılmış ya da toprağın kölesi değiller. Hareketsiz de değiller aslında. Varlıklarını o kadar yüksek sesle duyuruyorlar ki, bu sesi duymayanın ya sağır, ya da kör olması lâzım. Çınar ağacını kollarıyla kucaklayıp nasıl zikrini derinden duymuşsa Bediüzzaman, belki kulağımızı dayarsak, kollarımızı da açıp kucaklarsak, bir gün İnşallah biz de duyabiliriz o sesi. Üzerindekileri bir bir attığı gün gelip soyunduğunda da, yeşil elbisesinden üryan olduğunda da, kupkuru bedeninin de ne kadar güzel olduğunu anlarız bir gün. Ağaçların nağmelerini dinleyebiliriz, yapraklarıyla söylediği zikrini duyabiliriz bir gün.
“Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla demiştin…”
Allah’ım, Senin iznin olmadan hiçbir yaprak düşmez. Yaprak düşmez de, meyve düşer mi? Dal, budak düşer mi? Yerinden fırlayıp bir taş düşer mi koca dağdan? Saçlar düşer mi? Saçlara aklar düşer mi Senin iznin olmadan? Ve başlar düşer mi toprağa Senin iznin olmadan?.. Tevazuya bürünür ağaçlar. Fakirliğini, zayıflığını, acizliğini haykırır sonbaharda. Korktuğum bir mevsimde, içime kapandığım bir zamanda, aynı dert içinde dermanı bulmuştum. Sanki yeniden dirilmiştim Allah’ım. Seni ben sonbaharda sevmiştim… Rüzgâr bir başka çarpar, hava bir başka dokunur dallara. Eğer geçer titretir hepsini. Müthiş bir koro zikre başlar, tek falso ses çıkmadan: Yâ Latîf, yâ Cemîl, yâ Hannân, yâ Mennân… Yeter ki siz, çamların altında, servilerin yakınında, kavakların uzağında kalmayın. “Ağaçların meyvesi yoktur” diyenlere inanmayın. Meyvesiz ağaçların meyvelerini nasıl yenirmiş gösterin onlara… Kışın ayrı güzelsin, yazın ayrı güzelsin, gönlümüzü eğlencesiz ve neşesiz bırakmazsın ey ulu ağaç, ey güzel ağaç… Rabbimin bir mektubusun. Rahman’dan bilirim her satırını, ellerime düşen her yaprağını. Çünkü o Rahman, mesajını asırlar öncesinden göndermişti. “Düşen bir yaprak görürsen, / Beni hatırla” demişti… Şimdi önüne düşen -ya da sen ‘düşürülen’ de diyebilirsin buna- bir yaprağı al, o narin hatlarına bir bak. “Hangi makasla kesilmiş de bu şekil verilmiş?” diye düşün. O sapsarı, ince renge gönlünden kopan bir cümleyi iliştiriver: “Düşen bir yaprak görürsen, / Beni hatırla” demiştin ya, bilememiştim. Gençliğime ver, bağışla beni. Uyanışımı, zikrine açılan kalbimin uyanışını daim kıl! Bir ağacı, meyvesiz bir ağacı meyvedâr yapmak isterseniz, işte size bir fırsat. Üzerine nakşedilen sanatın güzelliği anlaşıldı mı, ağaç da keyifleniyor, onun da ahengi, ritmi ulvî bir zevk veriyor, lâtif bir şevk veriyor. Ve anlıyorsunuz ki, sonsuz rahmetin sahibi olan Rabbine bir yaprağın teşekkürü böyle olurdu işte. Kalbimizin en hassas tellerine böyle dokunurdu işte. Allah’ım! “Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla” demiştin… Meyvesiz ağaçtan meyveler getirmiştin. Bundan sonra, söz! Ağaçları ‘meyveliler ve meyvesizler’ diye ikiye ayırmayacağım. Çünkü kâinatta ikilik yok, birlik var. Her şey Seni söylesin, zikretsin de bu kulun sussun, olur mu hiç? İzin ver, meyvesiz bir ağacın binler diller ile, o güzelim yapraklar ile yaptığı zikri yeryüzündeki bütün ağaçları da kastederek onların da hesabına yapabileyim ve “Evrak-ıl eşcâr” diyerek tesbihatın tesbihatlarını ben de sana takdime cesaret edebileyim. Ellerimiz meyvelerine uzanmasa da bir ağacın, midemiz meyveleriyle dolmasa da, kalbimiz, ruhumuz ve binlerce duygularımız aç ve doymayı bekliyor her an. Şükür ki, bu duygularımız da manevî meyvelerini alarak yapraklardan ve ağaçlardan doydu çok şükür. Bir yaprakta, bir ağaçta tecelli eden letafetle doydu. Ağacın kalbi yaprakta atar. Bir ağacın kalbini dinlemeye var mısınız? Seyre çıkmaya var mısınız? Kalbe giden caddeyi düzenleyelim evvela. Kulağımızın önündeki engelleri kaldıralım. O zaman işte, meyvesiz ağaçların meyvelerini yediğimiz gün olacak. Haşırtıların, hışırtıların yanında, yaprakların dudaklarından kulaklarımıza bambaşka sesler gelecek o gün. Bir yaprağı sevebiliyorsa insan, yaprak olduğu için değil, o yaprak, ağacın elleriyle Allah’tan uzatılan bir mektup olduğu içindir her halde. Sonsuz rahmetin sahibine sonsuz ve engin teşekkür ile…
Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla demiştin Rabbim.
Bugün geç de olsa, bunu bildim. Artık ondan bundan şikâyet değil, incelikli bir nazar ile hayatta olduğumuzun bile şükre değdiğini, ne kadar sonsuz bir şükre değer olduğunu anlıyorum. Faruk Nafiz’in dizeleriyle bitiriyorum: Ne ki mevcut ise âlemde güzel, doğru, iyi; Arayan fikri, bulan ruhu, seven sevgiliyi bize bahşetmiş olan Hazreti Rahman’a şükür… *** “Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hâtıra geldi. ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neş’e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, fîrakları ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu îrakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (asm) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îmân gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (asm) karşı ebediyyen minnettar oldum. “ (Asa-yı Musa, 64) 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Mahşerde şefaat haktır |
Hüseyin Bey: “Şefaat konusu tv’de zaman zaman tartışılıyor. Şefaatin ne Kur’ân’da, ne hadislerde olmadığını söyleyenler var. Bunun aslı nedir?”
Şefaat sözlükte; birinden, başkası adına bir ricada bulunma, birinin kusurlarının bağışlanmasını dileme, bir suçlu veya ihtiyaç sahibi lehine af dileme ve iyilik isteme, başkası lehine yardım isteme demektir. Terim olarak ise şefaat, kıyamet gününde Allah’ın izin verdiği kimselerin, Allah’ın izin verdiği günahkâr kullar lehine af ve mağfiret istemesi demektir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, Kur’ân ve hadisler genel mânâda kişiyi başkası lehine iyilik ve yardım yapmaya, başkası için duâ ve istiğfar etmeye, başkasının elinden tutmaya, kendisi ihtiyaç içindeyken başkasını kendine tercih etmeye açık bir şekilde teşvik ediyor. Şefaat de, kişinin başkası lehine duâ ve istiğfar etmesinden başka bir şey değildir. Kur’ân’da bu vardır, teşvik edilmekte ve övülmektedir. İşte bazı âyetler: ”O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun.” 1 “Onlar için mağfiret iste.” 2 “Onlar için Allah’tan bağışlanma dile.” 3 “Hem kendinin, hem de mü’min erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!”4 Ancak hiç şüphesiz kendisi için af istenecek ve istiğfar edilecek kimsenin belirli niteliklerde bulunması gerekir. Meselâ mü’min olmalı, münkir ve münafık olmamalıdır. Aksi takdirde, meselâ münafık birisi için Peygamber Efendimiz (asm) af ve mağfiret istemiş de olsa, Allah bağışlamayacağını bildirmektedir: “Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir, fark etmez; Allah o münafıkları asla bağışlamaz ve Allah fâsıkları hidayete erdirmez.” 5 Şefaat; af ve mağfiret isteme hâlinin mahşere kaymış olanına deniyor. Mahşerde şefaat kişinin olmazsa olmaz dayanağı olacaktır; çünkü asıl büyük mahkeme oradadır. Nitekim Kur’ân’da ve hadislerde de şefaat müjdesi vardır. Ancak hiç şüphesiz şefaat mutlak değildir, herkes için değildir, şartları ve sınırları vardır. Meselâ hesap gününü yalanlayanlara, 6 inatla inkâr edenlere,7 taptıkları putları şefaatçi sayanlara,8 Allah’a ortak koşanlara,9 zalimlere,10 o gün şefaat edilmeyeceği Kur’ân’da açık şekilde belirtiliyor. Fakat mahşerde Allah’ın şefaat etmeye ve şefaat edilmeye izin verdiğini, hakkında yapılan şefaatle bağışladığı kimselerin bulunduğunu, izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin hiç kimseye şefaat edemeyeceği kaydıyla yine Kur’ân haber veriyor: “O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” 11 “Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz.” 12 “Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.” 13 “İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?” 14 “Rahman’ın yanında bir söz almış olandan başkası şefaate yetkili olmayacaktır.” 15 Eğer Resulullah Efendimiz (asm) Mü’minler için af ve mağfiret istemeyecek idiyse, şefaat etmeyecek ve şefaati kabul edilmeyecek idiyse, yukarıdaki âyetlerin bir mânâsı olmazdı. Âyetlerin açık üslûbundan anlıyoruz ki, Allah’ın izin verdiği kimseler, Allah’ın izin verdiği kimselere şefaat edecektir ki, ehl-i sünnete göre şefaat bu şartlarla haktır ve gerçektir. 16 Ezan okunduğunda, “Umulur ki Rabbin, seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırır” 17 âyeti gereği “ve’b’ashü mekamem’mahmudenillezi veaddehu” (O’nu (asm) vaad ettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır) diye duâ etmek sünnettir. 18 Bediüzzaman Hazretleri, bu âyette geçen “Makam-ı Mahmud” ifadesinin “umum ümmete şefaat-i kübrasına işaret olduğunu, bu nedenle Peygamber Efendimiz’in (asm) bütün ümmetten hadsiz salâvat ve rahmet duâsı istemesinin ayn-ı hikmet bulunduğunu bildiriyor.19 Peygamber Efendimiz (asm) uzunca bir şefaat hadisinin sonunda buyuruyor ki: Mahşer halkı bana gelir: “Ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün ve Hâtemü’l-Enbiyasın. Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır. Bizim ne halde olduğumuzu görmez misin? Bizim için Rabb’ine şefaat et” derler. “Ben giderim, Arş’ın altına varırım, Rabbim için secdeye kapanırım! Sonra, Aziz ve Celil olan Allah bana hamdinden ve güzel senalarından, benden önce kimseye bildirmediği güzel sözler bildirir. Ve: ‘Yâ Muhammed! Başını kaldır! İste! Sana verilecektir! Şefaat et! Şefaatin kabul olunacaktır!’ denir. “Ben, başımı kaldırırım da: ‘Ya Rabbi Ümmetim! Yâ Rabbi Ümmetim! Yâ Rabbi Ümmetim!’ derim. Bunun üzerine: ‘Yâ Muhammed! Ümmetinden hesabı olmayanları Cennet kapılarından Eymen kapısından Cennete koy’ buyurulur.” 20
Dipnotlar: 1- Al-i İmran Sûresi: 159. 2- Nur Sûresi: 62. 3- Mümtehine Sûresi: 12. 4- Muhammed Sûresi: 19. 5- Münafikun Sûresi: 6. 6- Müddessir Sûresi: 46. 7- A’raf Sûresi: 53. 8- Yunus Sûresi: 18. 9- Rum Sûresi: 13. 10- Mü’min Sûresi: 18. 11- Taha Sûresi 109. 12- Sebe Sûresi: 23. 13- Necm Sûresi: 26. 14- Bakara Sûresi: 255. 15- Meryem Sûresi: 87. 16- Sözler, 88; 219, 592, 645; Mektubat, 290. 17- İsrâ Sûresi: 79. 18- Buhari, Ezân: 8, 17. Sûrenin tefsiri: 11; Tirmizî, Mevâkît: 43; Salât: 42; Ebû Dâvud, Salât: 37; Nesâî, Ezân: 38; İbn-i Mâce, Ezân: 4; İkâme: 25; Müsned, 3:354. 19- Şuâlar: 90. 20- Nevevî, R. Sâlihîn, 1863. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Pozitivist reform ve laikçi projeler neden tutmamış? |
Bugün, cevaplandırılması gereken soru şudur: Acaba devrim, reform, pozitivist laikçi projeler birliği sağlayabilmiş, vatandaşları aynı ideal ve ülkü etrafında birleştirebilmiş mi? 87 yıllık bir çabaya rağmen başarılı olunmuş mu? Eğer hedefine ulaşmamışsa, bunun sebebi nedir? Batılı filozofların bir kısmı, seküler bir göz ile yaklaşırlar kâinata. Onu kullanmak, sömürmek ve hükmetmek isterler. Modern ilim, sekülarizm ve pozitivizm ile, “Allah’ı, dini, mâneviyâtı öldürüp, insanı hürriyetine kavuşturmak” istiyorlardı. Ama bunun tam tersi oldu: Modern dinsiz yaşama denemesi, başarısızlıkla sonuçlandı. Kilisesiz yaşamak mümkün olabilir belki; ama dinsiz asla yaşanamazdı.1 Türkiye’de de, din reformu, laikçi proje ve devrimler, “pozitivist ve seküler” Batılı felsefe doğrultusunda hayata geçirilmek istendi. Dinle ilgili reformların pek çoğuna inanılarak değil de, kanun zoruyla riâyet edildiği, sır değildir.2 Osmanlı ve Türkiye tarihine dâir eserleri bulunan Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi ve Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Stanford Shaw, “Osmanlı Sultanını destekleyenler de vardı; Cumhuriyeti isteyenler de, laikler de, dinî liderler de vardı. Hepsi güçlerini birleştirdi. Bu birlik olmadan Türkler başarıya ulaşamazdı. Millî mücadeledeki bu birliktelik, daha sonra korunamadı. Cumhuriyet toplumsal uzlaşmayı sağlayamadı” diyerek, cumhuriyetin kuruluşundaki devrimlerin “aceleci” bir biçimde yapıldığını ve bunun “hatâ” olduğunu ifâde derek tesbitlerini şöyle özetler: “Bence Atatürk’ün yaptığı hatâ, Türk milletine yeni bir hayat tarzını, farklı grupların çıkarlarının ne olduğu konusunda yeterince danışmadan zorla kabul ettirmeye çalışmasıydı. Bu durumun sonunda şiddete sebep oldu. Bu değişiklikler, millete daha ağır bir süreç içinde tanıştırılabilseydi, bu reformlar bugün şiddet düzeyine varan sonuçlar doğurmayabilirdi.” İsrail Ankara eski Büyükelçisi Zvi Elpeleg, ülkemizdeki üç yıllık görevinin sonunda, İsrail’e dönerken bu noktayı şöyle ifâde etmişti: “M. Kemal’in projesinin tamamlanmadığını düşünüyorum... Daha eşit ve daha adil bir toplum projesi oluşturamadı. M. Kemal, yolsuzluktan arınmış, nepotizmden uzak bir toplum yaratamadı.” 3 Avusturyalı Sosyolog Barbara Push da, “Türkiye’de çok garip karşıladığım bir durum da, çökmek üzere bir sistem olmasına karşın, herşeyin hâlâ tıkır tıkır işliyor oluşu. Her yerde bir problem var ama, her şey için bir çözüm yolu bulunuyor” 4 yaklaşımıyla aynı görüşü paylaşıyor. Onun henüz kavrayamadığı nokta, İslâm’ın getirmiş olduğu tevhîdî terbiye, eğitim, helâl-haram, itaat-isyan, sevap-günah, sabır, ümit, tevekkül, yardım-iyilik ile âile bağlarının kuvvetli oluşu ve dayanışma rûhunun devam etmesidir. Çünkü bin tane mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamın idâre ve inzibatı, on tane namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş. 5 Demek ki, ülkenin birlik, asayiş ve bütünlüğü, İslâmiyetin, Müslümanlığın doğru anlaşılması ve yaşanmasına bağlı. Mâdem bu ülkenin yüzde 99’u Müslümandı, öyle ise, onun rûhuna uygun eğitim ve terbiye vermek gerekirdi. Ne yazık ki, bu rûh tamamen izleri dahi kalmayacak şekilde yok edilmek istenmişti.
Dipnotlar: 1- E.F. Schumacher, Aklıkarışıklar İçin Kılavuz, Çev. Mustafa Özel, İz Yayınları, s. 162-163; 2- Prof. Dr. K. H. Karpat; 3- Selçuk Gültaşlı, Zaman, 1997; 4- Yeni Şafak, 8 Eylül 1998; 5- Asây-ı Mûsâ, Yeni Asya Neşriyat, s. 13. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Kendimize bir iyilik yapalım! |
“Önce ben!” Her gün gazeteye gidip gelirken kullandığımız serviste umulmadık bir olay yaşadık geçenlerde. İstanbul trafiği malûmunuz. Bilmeyenlere ifade edeyim, kızdığınız birisine “İstanbul trafiğinde sıkışıp kalasın İnşâallah!” rahatlıkla diyebileceğiniz türden! Hele de akşam trafiği! Şaka bir yana, sıkışan yolda yanımızdaki arabadan hışımla çıkan öfkeli adam, şoför mahallinde oturan ağabeyimizin kapalı camını küfürler savurarak, öfkeyle yumrukluyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz hepimiz. Adamın gözbebekleri iyice büyümüş, yüzü sinirden kıpkırmızı olmuş, boyun damarları belirgin, ağzından tükürükler saçarak söyleniyor. İstanbul “megaköy”, elinde silâhı olsa, neredeyse çıkarıp vuracak öyle bir hâl! Karşısındaki kişi babası, hatta neredeyse dedesi yaşında! İçerde bulunan beyler, arabadan inip sakinleştirmeye çalışınca, kalabalığı ve papucun pahalıya mal olacağını fark ediyor. Kendisi tek kişi. Boş bıraktığı küçük minibüsüne söylene söylene dönüyor. Olayı kare kare gözlemleyen biri olarak, “Aynen hayvanlar gibi!” diye geçiriyorum içimden… Meselenin şoförümüz yol vermediği için çıktığını sonradan anlıyoruz. Sıkışan trafikte ne yoluysa artık! Maksadım, İstanbul trafiğini anlatmak değil elbette. Herkes “Önce ben!” dâvâsında. İstediği olmayınca, öfkeden neredeyse kuduruyor! Bunun en bariz görüldüğü sahnelerden bir tanesi ise trafik!
Duygu kontrol eğitimleri Günümüzde artık, öfkeyi kontrol edebilmek için seminer ve kurslar düzenleniyor. Mahkemelerin bazen, suçlulara “öfke kontrol kursları”na gitme cezası verdiğini de okumaktayız gazetelerden. Geçenlerde gözüme takılan bir dizi filmde aile fertleri birbirlerine öfkelendikçe, derin bir nefes alıp ellerini göğüslerine vuruyorlardı. Uzak Doğu menşeli rahatlama tekniği dersleri almışlardı. İki büyük nokta oluşturacak tarzda birleştirdikleri parmakuçlarını rahmetli babaannemin “iman tahtası” dediği bölgeye “Omm!” diyerek sıkça vuruyorlardı. Güldüm… Aileiçi şiddet olayları malûmunuz. Öfkeyi kontrol gerek! Akşamleyin kızım anlatıyor. “Anne öğretmenimiz sınıfa girdi. Bir şeye sinirlenmişti galiba. Bize ‘Öfkenizi kontrol için içinizden birden ona kadar sayın. Oturuyorsanız kalkın. Ayaktaysanız oturun!’ dedi….” Söylediklerini gülümseyerek dinliyorum. Okullardaki çocuklar da öfkeli, onlara da eğitim gerek tabiî! Bu satırları yazarken öfke ve kontrolü ile ilgili örnekler zihnimde uzayıp gidiyor…
Peygamberlerin eğitimi Öfke duygusunu hepimiz tanıyoruz, zira dünyaya gönderilirken içimize yerleştirilmiş. Ben de kızdığımda söyleniyorum. Ama uyguladığım tekniklerin çoğunu aslında çocukluğumda öğrendiğimi fark ediyorum. Genelde yanında büyüdüğüm babaannemden öğrendiğim teknikler bunlar. Çocuk gördüklerini, yaşadıklarını öğreniyor. “Edepsiz! Allah ıslâh etsin!, Allahümme sâbirîn, Hasbünallah” gibi çoğunlukla kaynağını Kur’ân’dan alan sözler ya da “Büyük bir zata sormuşlar ‘Edebi kimden öğrendin?’ ‘Edebsizden!’” gibi mini hikâyeler… Çocukluğumdaki bu mini hikâyeciklerin kaynağını aslında, Şeyh Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ından aldığını öğreneli fazla zaman olmadı! Kur’ân’da ve Peygamberimizin (asm) eğitiminde duyguların kontrolü ile ilgili bir çok teknik var! Hepsi de kaynağını “benlik” duygusundan alan nefsânî hisleri dizginleme, “Heva’ya değil, Hüda’ya yöneltme” hedefinde! Bütün semâvî dinlerde bugün uzmanların “empati” diye isimlendirdiği diğergâmlık, merhamet, hürmet, muhabbet, şefkatle yoğrulmuş bir nezaket, temel eğitim olarak bulunmakta. Beşerin yaradılışına yerleştirilmiş nefsanî duyguları eğitmek için gönderilen peygamberler inananlara dünya sarayının Sahibini, kurallarını, ölüm ve ölüm sonrasını anlatırken diğergamlık, merhamet eğitimlerini de vermişler. “Önce ben!” duygusundan kaynaklanan halleri kontrol edecek tekniklerden en önemlisi, insanda yerleştirilen iyi duyguları inkişaf ettirmek şüphesiz. İşte bugün tahrip edilse de bütün peygamberlere verilen vazifelerden biri bu!
Bilimsel araştırmalar “Semavi” hükümlerin unutturulmaya, yerine “arzî”lerinin konulmaya çalışıldığı günümüzde bilim bugün diğergamlık, merhamet, hürmet, şefkat duygularını araştırıyor. Araştırma neticeleri ilginç: -Kötü hislerle hareket etmek, önce kişinin kendisine zarar veriyor. Hatta düşünce boyutunda bile böyle. İyimser olanların daha az hastalandıkları bugün ilmin tesbit ettiği bir netice! İyimserlerin bağışıklık sistemleri daha güçlü, hastalıklara karşı dayanıklılar. Zira sinir sistemi ile kemik iliklerinin ürettiği antikor arasında sağlam bir bağlantı var! Sinirlerine hâkim olmakla, öncelikle kendinize iyilik yapmış oluyorsunuz! -Merhamet, şefkat, acıma gibi duygular mutluluk hormonları salgılatıyor. Hatta merhamet duygusu uyandıran hikâyeler dinlemek bile kişinin beyninde mutlulukla ilgili beyin bölgesi alanlarını harekete geçiriyor. Buradan yola çıkarak mutlu olmak istiyorsanız şefkat duygusunu geliştirmelisiniz diyebiliriz! -Çocuklukları şefkat ve sevgiden yoksun olarak geçen yetişkinlerin gergin ve stresli bir hayat sürmekten kaynaklanan kalp, şeker, tansiyon ve psikosomatik hastalıklara daha çok yakalandıkları tesbit edilmiş. Yani hem ruh, hem beden sağlığı için yaratılışımızdaki iyi hisleri geliştirmeye çalışmamız gerekiyor! -Empati kuramayan, diğergam olamayan insanın hürmet, merhamet, şefkat hisleri gelişemiyor! Empati yardımlaşmayı da beraberinde getiriyor! Çocukluk döneminde geliştirilen bir empati duygusu, şefkatli bir yetişkin anlamına geliyor! Bugün şiddetin yoğun yaşandığı Batı toplumlarında, özellikle Amerika’da şefkat eğitimlerinden bahsetmek mümkün. Sözgelimi artan suç oranlarını azaltmak için, okulu bitiren gençlere “toplum hizmeti” adı altında kırk saat yoksullara yardım etme şartı konulmuş. Bu hizmeti tamamlamayanlara diplomaları verilmiyor! En son okuduğum 28 Eylül 2010 tarihini taşıyan haber, ABD’de Wisconsin-Madison Üniversitesindeki ilginç araştırma ile ilgiliydi. Üniversite, empati, nezaket ve merhamet duygularının beyinde nasıl yer edindiği ve ne şekilde geliştirilebileceğini araştıracaktı. Bu araştırma için yüklü bir bağış almışlardı. Kimden mi? Tibet’in manevî lideri Dalai Lama’dan...
İçselleştirilmiş şefkat dersleri Kur’ân ve Peygamberimizin (asm) eğitim derslerini günümüzün yaygın tabiriyle “içselleştirerek” anlatan Risâle-i Nur’un şefkat duygusunu keşfedip geliştirmekle ilgili çok tesbitleri var! Keşfetmemizi bekliyor! 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Amelini güzel görüp gurura düşmektense... |
Hiç insanın ibadeti, feyzi, fazileti insanı tehlikeye atar mı? Salâhati, takvası, mükemmel dinî yaşantısı bir insan için hiç tehlike arz eder mi? Veya derin bilgisi, ilmî kariyeri o insan için bir tehlike sebebi olur mu? İçimizdeki bir ses “Böyle bir şey olabilir mi?” diyor. İbadet-taat, feyiz-fazilet, takva derecesindeki dinî yaşantılar olsa olsa insanın kurtuluşuna vesile olur. Bu güzel hasletler, bu gıpta edilecek yaşantılar bir sebeb-i hasaret olur mu? Bu meyanda bir de şu suâllere cevap bulmaya çalışalım: Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu güzel ameller ihlâs esasları düşünülmeden yapılıyor ise, sonuç ne olur? Diğer bir ifade ile, yapılan ibadetlere-tâatlere, elde edilen ilim ve malûmatlara, yapılan vaaz-ü nasihatlara riya gibi çirkin duygular karışıyor ise, netice ne olur acaba? Böylesi amellerin, böylesi feyiz ve faziletlerin sahibine bir faydası mı olur, yoksa beklenilen sevap ve hasenâtın ötesinde sahibini, belki de hiç tahmin edemeyeceği ciddî ve tehlikeli günahlarla yüz yüze mi getirir? Bir de, bizde bulunduğunu zannettiğimiz ilim ve irfanımız, salâhat ve takvamız—Allah korusun—bizi gurur, kibir gibi çirkin davranışlara sevk ediyorsa… Ucb, riya gibi mü’minde olmaması lâzım gelen hallere sokuyorsa… Sâir insanları küçük görüp, onların üzerinde faziletfüruşluğu ihsas edecek hâl ve davranışlara sebep oluyorsa… Kendisini imtiyazlı ve ayrıcalıklı bir konumda görüp, teveccüh-ü nâs beklentilerine girerek, herkesten hürmet, iltifat isteme arzusuna girerse… Kardeşâne yaklaşım yerine herkese karşı pederâne, mürşidane bir tavır içine giriyorsa… Böyle bir insanın, sahip olduğu ilmin, kendisinde var olduğuna inandığı feyzin, faziletin, salahatin, takvanın kendisine bir faydası olur mu? Bu meyanda, Efendimizin (asm) şu ibret verici uyarılarına kulak verelim: “Ümmetim için çok korktuğum, onların Allah’a ortak koşmalarıdır. Bununla onların puta tapacaklarını kastetmiyorum. Onların ibadetlerinde ve diğer amellerinde Allah’ın rızasının dışındaki bazı gizli emellerini kastediyorum.” Görüldüğü gibi rıza-i İlâhî haricinde yapılan ibadetlerin, amellerin, getirecekleri sevaplar bir tarafa, gizli şirk anlamına gelecek bazı tehlikeleri getireceğine, Efendimiz (asm) işaret ediyor. Bu dehşetli ve korkunç tehlike karşısında, her ehl-i dinin, dinî yaşantısında yalnız ve yalnız rıza-i İlâhîyi gözetmekten başka bir yolu olmaması lâzım. Yoksa tehlike çok büyük. İlim, amel, ibadet, takva, dine hizmet elbette olmalı. Ama bütün bunlar ihlâsla, mahviyet ve tevazu ile beraber olmalı. En doğrusu, en tehlikesizi, en isabetlisi, dinî hayatımızda vasat olanı yapmaktır. Her türlü ifrat ve tefritten uzak olan orta yolu takip etmek, tehlikesi en az bir dinî yaşantı şeklidir. Az ve fakat devamlı olan bir dinî hayatın, geçerli ve makbul dindarlık olduğunu göz önünde bulundurmamız lâzım. Amelin en iyisini yapıp sonra da gurura girmektense; gücümüzün yettiğini yapıp kibir, gurur gibi hâllerden uzak durabilmek daha evlâ olsa gerek. Çok öğrenip, çok bilip başkalarına tepeden bakmaktansa; yeteri kadar malûmâta sahip olup, herkesin kendimizden üstün olduğunu bilme kemâlâtını göstermek daha makbul olsa gerek. Çokça hizmette bulunup, sonra da dâvâ arkadaşlarına karşı mürşidane, pederane bir tavır içine girmektense; vasat bir hizmet içinde olup, samimane bir kardeşlik içinde olmayı alışkanlık hâline getirmek daha mantıklı olsa gerek. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak verelim: “Mâdem istiğfara müncer olan (neticelenen) derk-i kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine-böyle vesveseli adama-müreccahtır; yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.” (Sözler, s. 250) 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet YAŞAR |
|
Bizim Radyo, 'Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı'nın peşinde |
Çok şükür Ramazan ayı boyunca gerçekleştirdiğimiz yayınlarımız dinleyicilerimizden olumlu tepkiler aldı. Yepyeni dinleyiciler Ramazan ve bayram özel programlarımız vasıtasıyla aramıza katıldı. Ramazan’ın bereketini ve güzelliğini dinleyicilerimizle paylaşmanın keyfini bir ay boyunca Bizim Radyo’da yaşamış olduk. Her zaman dinleyicilerimizle güzellikleri paylaşmaya devam etmeyi kendine prensip edinen Bizim Radyo’da elbette Ramazan sonrasında da güzellikler devam ediyor. Yeni Asya Medya Grubun organizasyonuyla hayata geçirilen ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı’ projesinin startını vermek üzere Bizim Radyo ekibi olarak haber dairemiz, programcılarımız ve teknik ekibimizle birlikte bizler de Edirne’deydik. Gerçekleştirdiğimiz canlı bağlantılar ve programlarla o gün Edirne’deki heyecanı canlı olarak bütün dünyaya Bizim Radyo’dan yaymaya çalıştık. Edirne sonrasında ise ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı’nı adım adım takip etmeye devam ediyoruz. Gün içerisinde gerçekleştirilen bağlantılarla organizasyonun heyecanı an be an dinleyicilerimize aktarılıyor. Tırı yolcu eden illerimizin mutluluğu, karşılayacak ildeki heyecan Bizim Radyo’dan yansıtılıyor. Ayrıca ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı’nın bölge koordinatörleri, Yeni Asya muhabirleri ve proje genel koordinatöründen de gelişmeler sürekli canlı yayınlarla dinleyicilerimize aktarılıyor. Hemen şunu da belirtmiş olalım, ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı’nın yolculuğu İstanbul’da büyük bir meydan da sona erdirilecek. Bizim Radyo olarak bizler de dinleyicilerimize bu büyük yolculuğun finalindeki coşkuyu naklen yayınla aktarmayı planlıyoruz. ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı’nı yakından takip etmenin yanında Bizim Radyo’da yeni program hazırlıkları da hızla devam ediyor. Hazırlıkları tamamlanan programlarımızdan ilki ‘Z Raporu’. Hafta içi her gün saat 18:30’da Toraman günün Z raporunu Bizim Radyo’da alacak. Günün akşama döndüğü saatlerde yorgunluğa ve günün stresine tebessüm dolu bir çözüm olacak Toraman’la Z Raporu. Her cumartesi günü saat 09:00’da İbrahim Bedir’le ‘Merhaba İstanbul’da Türkiye’de ve dünyadaki gelişmelerin ulusal basına yansımaları, gözden kaçan haberler, müzik ve muhabbet yayında olacak. Bunların dışında hazırlıkları devam eden programlarımızdan ‘Kaptanın Seyir Defteri’ Vehbi Horasanlı tarafından hazırlanıyor. ‘Bahriye’de 15 Yıl’ kitabının yazarı Vehbi Horasanlı, bu programda bir kaptan olarak denizlere, denizciliğe ve denizcilik hayatına dair ilginç, gizem dolu konuları ‘Kaptanın Seyir Defteri’nde ele alacak. Bir kaptanın seyir defterindekileri merak edenler için programın yayınlanma zamanının Ekim ayının başlarında olacağını ifade etmekte fayda var. İçerik ve muhteviyatlarını belirlediğimiz, çalışmalarına başladığımız diğer programlarımıza dair gelişmeleri bir sonraki yazımızda sizlere aktarmaya çalışacağız. Bunların dışında Ramazan ayında açtığımız Bizim Radyo Facebook resmî sayfamızın her geçen gün üyelerinin arttığını, bir çok yeni dostla tanışma fırsatını bulduğumuzu hatırlatarak, bütün sevdiklerinize Bizim Radyo’nun resmî Facebook sayfasını tavsiye etmenizi rica ediyoruz. Her türlü görüş ve teklifleriniz için elektronik postalarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asr-ı Saadetten ahirzamana |
Asr-ı Saadette üç halifenin şehit edilmesiyle sonuçlanan fitnelerle ilgili bir suale Üstadın verdiği cevap, sonraki asırlarda meydana gelen birçok hadise gibi güncel bazı gelişmelere de ışık tutan ipuçları veriyor. Sual: “Sahabeler nazar-ı velâyetle (veli gözüyle) müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ Hulefa-i Râşidînin üçünün şehadetini netice verdi...” (Bilindiği gibi, Dört Halifenin üçü, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) şehit edilmişti.) Cevabın birinci kısmında, Sahabelerdeki velâyet sıfatının nübüvvet kaynaklı olarak, doğrudan doğruya zahirden hakikate ulaştıran gayet kısa, ama yüksek bir yolla kazanıldığını, keşif ve keramet gibi harika hallerin bu yolda az göründüğünü anlatıyor Üstad ve suikastların önceden keşfedilemeyişinin bir boyutunu böyle açıklıyor. İkinci kısımda ise, asıl üzerinde durmak istediğimiz konuya dair şu ilginç izahları yapıyor: “O hadisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren, birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü pek çok muhtelif kavimlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr (fikirler) karıştı. (...) Onun için, ‘Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar o halet-i içtimaiyeden (sosyal ortamdan) istifade ettiler’ denilmiş. Demek ki, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.” (Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 84-7) Bu izahları çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor. İslâmın tarihe Asr-ı Saadet olarak geçen altın çağını, o döneme hariçten ve sathî bakanların kafasını karıştıran, bir kısım maksatlı ve ard niyetli kişilere de “Bu ne biçim saadet asrı?” diye sorduran—ki bu sualin cevabı da başlı başına bir yazı konusu—o suikastları neticeleri veren sosyal ortama dikkatleri çekiyor Üstad ve bir anlamda, çağımız Müslümanlarını Asr-ı Saadete bağlayan Risale-i Nur hizmetinde esas aldığı çok önemli prensiplerden birini nazara veriyor: Mücadeleyi kişiler değil, fikirler üzerinden yürütmek. Bozuk fikirleri ve onlarla zehirlenen sosyal ortamı ıslah etmek için gayret göstermek. Asr-ı Saadette, İslâm Arap yarımadasına ve diğer coğrafyalara hızla yayılırken, başka din ve milliyet mensupları bundan etkilendiler. Bu etkilenme genelde hiç şüphe yok ki son derece olumlu idi, ama bazılarında içten içe rahatsızlık ve intikam hislerini de biriktirdi. Ki Üstad, bu noktada, Hz. Ömer (r.a.) devrinde fethedilen İran’da oluşan hissiyata özellikle vurgu yapıyor. Eski dinlerinin iptal, devlet ve saltanatlarının da tahrip edilmesi sebebiyle millî gururları dehşetli yaralanan bazı İranlıların intikam için fırsat kollayan bir psikolojiye girdiğini, bazı bozguncuların da bundan istifade ederek o fitneleri çıkarıp suikastlara zemin hazırladığını belirtiyor. Ve Üstad, ahirzamandaki hizmet modelini, asırlar boyunca devam eden ve sonuçları günümüze kadar uzanan bu fitnelerden de çıkardığı derslerle oluşturuyor. Onun için, isyan hazırlığında iken kendisinden destek isteyen Şeyh Said’in bu talebini geri çevirirken, “Tek çare milletin irşad ve tenvir edilmesidir” mesajı veriyor. Ahirzamanın dehşetli şahıslarını net bir şekilde teşhis ettiği halde, onlarla ilgili olarak yapılan Nebevî ikazlardaki “Siyaset yoluyla galebe edemezsiniz” dersinin ve Asr-ı Saadetteki fitnelerden çıkardığı sonucun gereği olarak, kişi eksenli bir mücadeleden uzak duruyor; tamamen inanç ve fikir temelinde bir hizmet ortaya koyuyor. Her hal ve şart altında müsbet hareket prensibinden şaşmamayı da gerektiren bu hizmet modelinin ne kadar doğru, isabetli, sağlıklı, gerçekçi ve selâmetli bir yol olduğu, Asr-ı Saadetten ahirzamana uzanan tarih çizgisinde defaatle yaşanan zorlu imtihan ve tecrübelerle de sabit. Kişiler gelir, geçer; nitekim kimler geldi, kimler geçti... Ama fikirler öyle değil. Ve asıl olan, bozuk fikirlerin doğru fikirlerle tasfiye edilmesi. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Zorla açtıranların dünyası |
Başörtüsü yasağı ile ilgili tartışmalar, yasağı sona erdirebilecek bir noktaya doğru gidiyor. Ama dikkatli ve tedbirli olmakta fayda var, çünkü ‘yasak kalkıyor’ diye beklerken yeni ‘tuzak’lara düşme ihtimali de var. Aslında mesele net olarak önümüzde duruyor: Üniversite öğrencilerinin başörtüsü takarak okula gitmesini engelleyen herhangi bir ‘kanun’ olmadığı halde öğrenciler okul kapılarında geri çevriliyor. “Niçin bu kanunsuzluk?” diye sorunca da, hukukî temeli olmayan yönetmelik ya da içtihadları hatırlatıyorlar. Başörtüsü yasağının devam etmesi için siyasî destek veren CHP’nin, son günlerde nisbeten insaflı mesajlar vermesi ‘yasak sona eriyor’ yorumlarına sebep oldu. Kanunsuz yasağın hâlâ devam ediyor olması zaten izah edilebilecek bir durum değil. Keyfî yasak bir an önce sona ermeli ve bu güne kadar mağdur edilenlerin hakları da tazmin edilmeli! YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da devam eden yasağı sona erdirmek için anayasa değişikliği yapmaya gerek olmadığını söylemiş. Haklıdır, çünkü fiilen devam eden yasak kanunsuz ve keyfî. Her ne kadar Özcan gibi yöneticilere ‘söz’ değil de ‘icraat’ düşüyorsa da bir gerçeği de hatırlatıyor: 2547 Sayılı YÖK Kanunundaki “ek 17. madde.” Bu maddeye göre “Yürürlükteki kanunlar aykırı olmamak kaydıyla yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir.” Yasakçılar öyle bir lâf kalabalığı yapıp kamuoyunu yanıltıyorlar ki, başörtüsünü yasaklayan ve yürürlükte olan herhangi bir kanun olmadığı gibi, aksine serbest olduğunu ifade eden kanun bile var! Tabiî ki her şey kanunla olmuyor, önemli olan uygulama. Bugün itibarıyla bazı üniversitelerde yasak fiilen delinmiş görünüyor. Bu iyi bir adım olmakla birlikte yetmez... Çünkü yarın bir gün rüzgârlar ters esebilir ve yasak daha da sert uygulanabilir. Bazı insanların ‘korktukları’ için başörtüsüne karşı çıktıkları biliniyor. Yersiz olmakla birlikte böyle bir endişe var. Böyle düşünenlerin Türkiye ve dünya gerçeklerini bilmediği ya da bilmek istemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yıllardan beri tekrar edilen bir ‘bahane’ var: Güya başörtülüler, fakir oldukları için aldıkları burs ve para karşılığında başlarını örtüyorlar! Bu görüş yıllardan beri dillendirilir, ama ikna edici bir tek delil bulunamaz. Geçen yıllarda ünlü bir gazeteci rakam bile vermiş ve “Başörtülüler ayda 100 dolar burs karşılığında başlarını örtmek mecburiyetinde kalıyor” demişti. O gün de söylemiştik, bugün de söylüyoruz: O halde, siz 200 dolar burs vererek mümkün oluyorsa başörtülü öğrencilerin başını açtırın! Böylece başörtüsü problemi de ortadan kalkmış olur! Tabiî ki “para için başlarını örtüyorlar” iddiası temelsiz bir iddiadır. Öyle olsaydı yasakçılar bu kolay yol varken, zor olan yolu uygulamaya çalışırlar mıydı? Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi eski dekanı Porf. Dr. Metin Feyzioğlu da “Üniversite öğrencileriyle sınırlı kalmak şartıyla” başörtüsü yasağının kalkmasından yana fikir beyan etmiş. Ona göre “kamu görevi olan kişilerin dini simge taşımasına izin verilemez.” (Akşam, 2 Ekim 2010) Hele öğrencileri mağdur eden kanunsuz başörtüsü yasağı bir kalksın, sıra ‘memurlara uygulanan yasak’lara da gelir. Dünyadaki ‘memur’lar başörtülü olabiliyor da, Türkiye’dekiler niçin olmasın, olamasın? Şimdiden söylemiş olalım: Tek başına yasağın sona ermesi yetmez. Bu sebeple mağdur olanların hakları tazmin edilmelidir. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yapıcı mı, yıkıcı mı? |
“Siyasetçilere düşen önemli bir görev var. Bu görev, siyaset dilinin yenilenmesi görevidir… Siyaset dili yapıcı da olabilir, yıkıcı da. Siyasetin aktörleri, kullanmayı tercih ettikleri dil ile, ortak bir anlayışın kurulmasına da hizmet edebilirler, ayrıştırıcı olmaya da. Yakın dönem siyasî tarihimiz eskittiğimiz siyaset dilinin yapıcı olmaktan ziyade çatışmacı olduğunun örnekleriyle doludur… Bu sözler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Meclis’in yeni yasama yılının açılışında yaptığı konuşmada dikkat çeken sözler. Bu sözlerin önemi uzunca bir süredir, özellikle seçim meydanlarında son olarak da referandum kampanyasında parti genel başkanlarının kullanmayı tercih ettikleri üslûbu bozuk konuşmaların millet nazarında tepki çekmesinden kaynaklanıyor. Meclis’in 23. dönem 5. Yasama yılı başladı. 2011 yılı seçim yılı olması dolayısıyla, tansiyonu yüksek tartışmaların olacağı da kesin. Milletvekillerini bir yandan gündemde olan uyum yasaları, cumhurbaşkanının görev süresi, 2011 bütçesi gibi epey yorucu bir dönem beklerken, diğer yandan da yeniden seçilebilmek yoğun ter dökecekler. Milletin beklentisi olan sivil ve yeni bir anayasa tartışmaları da bu dönemde sıkça tartışılan konulardan birisi olacak. Bu yoğun gündemin yanında şu anda Meclis Başkanının verdiği bilgiye göre gündemde 135 kanun tasarı ve teklifi görüşülmeyi bekliyor. Araştırma komisyonlarının raporları da bu arada görüşülmesi gerekiyor. Bütün bu yoğun gündem içerisinde bu üslûpsuz tartışmalar hayli önem arz ediyor. * * * Meclis’in yeni dönemdeki görüntüsüne bir nebze olsun işaret eden yeni yasama yılında yaşananları özetlemekte fayda var: Meclis’in açılışının iki önemli ilginç yönü oldu. Bunlara “açılım” diyenlerde olduğu gibi “normal olması gerekenler” olduğu değerlendirmesinde bulunanlar da oldu. Bunlardan birisi DTP’li (şimdi BDP’li oldular) milletvekillerinin Meclis’e girmelerinden itibaren açılışa gelmeyen Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının bu defa tam kadro Genel Kurul salonuna gelmeleri oldu. Diğeri de Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra genel kurul salonuna girmesi sırasında ayağa kalkmayan CHP’lilerin bu sefer ayağa kalkmasıydı. Ancak burada bir ayrıntı dikkat çekiciydi. Arka sıralarda oturan CHP’nin eski genel başkanı Deniz Baykal ve etrafındaki milletvekillerinin Gül’ün ne gelişi sırasında ne de çıkışında ayağa kalkmadılar. Meclis’in yeni yasama yılındaki yaşanan bu görüntüler ilerisi için ümit verici görüntüler olarak görülüyor. Bunları söylerlerken de, geçtiğimiz yıl açılışında buna benzer görüntülerin olduğunu buraya not etmekte fayda var. Devlet Bahçeli Ermeni sınırındaki Anî Harabelerinde Cuma namazında olması dolayısıyla katılmazken, diğer parti liderleri genel kurul salonunda yerlerini aldılar. Gül’ün 45 dakikada okuduğu 29 sayfalık açılış konuşması genel başkanlar tarafından uzlaştırıcı, bütünleştirici bulundu. Gül konuşmasında öne çıkan konular arasında yeni sivil bir anayasa ihtiyacı, Kürt sorunu bulunurken sık sık demokrasi vurgusu yapması ve geciken adaleti dile getirmesi önemli görüldü. Gül’ün konuşmasında dikkat çekici bir bölüm ise, pek ön plana çıkarılmasa da, “Din, birey, toplum ve devlet ilişkisi; siyasetin sivilleşmesi ve demokratik çoğulculuğun korunmasını son yıllarda en fazla tartışılan temel konulara arasında yer almaktadır” sözünden sonra söyledi şu cümleydi: Bu sorunların, cesaretle çözmek yerine siyaseten kullanılmasının ileri de bize çok büyük maliyetler getireceğini bir kez daha hatırlatmak isterim…” Bu cümlenin içine başörtüsü sorununu, Kürt sorununu söylemek mümkün. Avrupa Birliği katılım sürecine temas ettiği bölümdeki “karamsarlığı ve yılgınlığa düşmeden” reformların bir an önce çıkarılmasını “tavsiye etmesi” ile yeni anayasanın yeni yasama yılında tartışılmaya başlamasını söylemesi de dikkat çekiciydi. * * * İşte, yeni yasama yılı böyle bir ortamda açıldı. Önümüzdeki günler siyaset açısından hayli hareketli geçecek. Milletvekilleri açılışta masalarına konulan kırmızı-beyaz karanfillerle yeni dönemi karşılarken, hayli yorulacağa benziyor. Türkiye’nin birçok sorunu var. Elbette bütün siyaseti partilerin bu sorunlar karşısında farklı çözüm yolları getirmeleri tabiîdir. Ancak bu sorunları aşmanın yolu öncelikle siyasetçilerin kirli üslûplarını terk ederek, milletin hayrına olacak işlerde ortak bir zeminde buluşmaları bekleniyor. Milletin de beklentisi budur. Bu dönem de bunun başlangıcı olsun. Millet artık yıkıcı değil, yapıcı siyaset anlayışı bekliyor. 03.10.2010 E-Posta: [email protected] |