Basından Seçmeler |
Siyaset
KAFALARINDA bir halk var, bu halk çok “tutucu ve Atatürkçü”, Atatürk ne dediyse aynen o olsun istiyor ve hiçbir değişiklikten hoşlanmıyor. Bana bu tarif bizim halktan çok “merkez medyaya” uyuyormuş gibi gözüküyor. Acaba bizim politikacılar merkez medyada yazılanları halkın görüşleri mi sanıyor? Bizim halk bu kadar “tutucu” da neden hep ANAP gibi, AKP gibi “değişim” diyen partiler seçim kazanıyor? Neden ANAP gibi “yıkılmaz” görünen bir parti, “değişimden” kopup “tutucu” olduğunda tarihten silinip gidiyor? Halk o kadar Atatürkçü de neden “Atatürkçülerin şahı olan” CHP bir türlü iktidara gelemiyor? Halk o kadar Atatürkçü de neden Atatürkçüler bu halktan böylesine korkuyor ve onu aşağılıyor? Ben bu gazetede hapsolmadan önce arada bir Anadolu’yu dolaşırdım, hiç de öyle “1923’e takılmış, değişim düşmanı, Atatürkçü” bir halk görmedim. Merkez medyanın yazarlarına benzeyen bir Allah'ın kuluna rastlamadım. Benim gördüğüm bu tarifin çok dışında bir halktı. “Atatürkçülük” denen “modern şekilcilikten” hiç hazzetmeyen, muhafazakâr bir yaşam biçiminden hoşlanan, Bektaşi fıkralarından korkmayan bir dindarlığa sahip, değişimden ve dünyaya açılmaktan yana, zenginleşmek isteyen, Ankara’nın askerî ve sivil bürokratlarının vesayetinden nefret eden bir halktı benim gördüğüm. “Atatürkçü ve tutucu” medyayla tek benzerlikleri “milliyetçilikleriydi” ama bu “milliyetçiliğin” değişimin önünde bir tıkaç olarak kullanıldığını da fark etmeye başlamışlardı. Milliyetçiliklerine bir mahcubiyet de katılmıştı. Anayasa Mahkemesi’nin başkanı Haşim Kılıç’ın çok mantıklı ve cesur bir yaklaşımla “Anayasa’nın değişmez maddelerinin de değişebileceğini’’ söylemesine üç siyasi partinin karşı çıktığını görünce bir düşündüm. Niye karşı çıkıyorlar? Halktan korktukları için mi? Yoksa Ankara’daki askerî ve sivil bürokratlarla “Atatürkçü tutucu” medyadan korktukları için mi? Hadi CHP’yi anlarım. Bu parti, son zamanlarda bir kimlik bunalımına girmiş ve “değişimcilikle tutuculuk” arasında bir yol aramaya başlamış da olsa, gövdesiyle “tutucu” bir parti, Atatürk çizgisinin milim dışına çıkılmasını, yeni bir Türkiye’nin oluşmasını, Kürtlerle eşitliği, dinin devlet denetimi dışına çıktığı gerçek bir laikliği kabul etmekte zorlanır. Onun için onlar “Anayasa’nın değişmez maddelerine” sarılır. MHP, bugünlerde ne yaptığını tam bilebiliyor mu, emin değilim. Epeydir halktan uzaklaşıp devlete yaslanmış bir parti görünümünde. Bunun bedelini de tabanını ve oylarını kaybederek ödüyor. Siyaseti, her şeye “hayır” diyen bir fikirsizlik sandıkları sürece erimeleri de kaçınılmaz. Peki, AKP’ye ne oluyor? Bu halkın siyasetteki en kuvvetli temsilcisi AKP neden “hayır” diyor Kılıç’ın önerisine? “Değişimci” olmakla övünen bir parti, Anayasa Mahkemesi başkanından bile geri kalabilir mi? Bir ülkede siyaset kurumu, Anayasa Mahkemesi başkanından daha tutucu olabilir mi? Başkan’ı ettiği doğru sözleri inkâra zorlayabilir mi? Bir darbe anayasasının her maddesi değişir ve değişmelidir. Önemli olan nasıl değişeceği, bu ülkenin yapacağı tartışma da “bu değişimin” niteliği konusunda olmalı. Ama bizim siyaset, işe “neyin değişmeyeceğini belirleyerek” başlıyor. İlk üç madde değişmezmiş. Sebep? Bunun, “korkudan” başka bir sebebi yok, asker ve sivil bürokratlarla merkez medyadan korkuyorlar. Halkın da onların peşinden gideceğini sanıyorlar. Siyasetçiler, hâlâ bu “eski yapının” yenildiğini, halkın değişim istediğini, her şeyi yeni baştan kurmak zorunda olduğumuzu anlamıyorlar mı? İlk “üç madde” referanduma sunulsun, “değişsin” diyeceklerin kazanacağına eminim. Halk, siyasetçilerin tahminlerinden daha hızlı değişiyor bu ülkede, daha hızlı gelişiyor, gerçekleri daha hızlı kavrıyor ve siyaset halka ayak uydurmakta zorlanıyor. Halktan gelen “uğultuyu” siyasetçiler duymuyor. Siyasetçilik sağırlık mı yapıyor acaba?
Ahmet Altan Taraf, 2.10.2010 |
03.10.2010 |
Askerî toplumda olağan işler
BİZDE askerliğin neden kamu hayatının ve hatta özel hayatların merkezinde yer aldığı üstünde ciddi olarak düşünmemiz gerek. “Tek-tip askerlik”, “profesyonel ordu”, “vicdani red” gibi meselelerin bugünlerde gündemde olması bunun için iyi bir vesile. Aslına bakılırsa, bu sadece bizim değil, bütün modern ulusların düşünmesi gereken bir mesele. Çünkü, düzenli ordular da, mecburi askerlik de modern devletin ortaya çıkışından ayrı olarak düşünülemeyecek kurumlar. Bu sadece -Charles Tilly’nin dediği gibi- modern devletin bir savaş aygıtı olarak ortaya çıkmış olmasından da kaynaklanmıyor. Kendisine özgü kavramları, kurumları ve sembolleriyle askerlik modernliğin merkezinde; çünkü modern ulus-devletlerin bunlara olan ihtiyacı “savunma” gerekleriyle sınırlı değil. Mesele daha çok ideolojik. Modern devletin toplumun itaatini kolaylaştıracak ideoloji aşılama araçlarına çok ihtiyacı var. Ordu bu ihtiyaca karşılık gelen temel kurumlardan biri. Askerlik bu ihtiyacı sadece orduların kendi içlerindeki eğitim süreçleriyle değil, başta genel eğitim sistemi olmak üzere neredeyse bütün diğer devlet kurumları için bir model oluşturmasıyla da çok iyi karşılıyor. Özellikle de izci teşkilâtları, “yaz kampları”, “bayrak törenleri”, “and içme”leri, askerileştirilmiş “beden eğitimi” dersleri ve benzerleriyle ilk ve orta öğretim bu amaca çok uygun; daha doğrusu, zaten bu amaçla tasarlanmış. Daha özel olarak Türkiye’ye gelirsek, askerlik ve onunla ilgili düşünüş ve semboller burada daha da hayati. Malum, yakın zamanlara kadar “dört-bir yanımız düşmanlarla çevrili” idi. Her an “Sevr hortlatılabilir”, ülkemiz parçalanabilir, “Cumhuriyetimiz yıkılabilir”di. Onun için “güçlü ordu” birincil amacımız olmalı ve devlet sisteminin merkezine yerleşmeliydi. Aynı sebeple bütün erkek yurttaşlar -şükür ki kadınlar değil- ordunun standart “tezgâh”ından geçmeli, askeri emir-komuta ağının “çelik disiplini”nden payını almalı, dahası bu emir-komuta ilişkisi terhis sonrasında da potansiyel olarak varlığını sürdürmeliydi. Bir de şu var tabii: Böylesine vahim tehlikelerle yüz yüze olmasaydık bile, bizim yine de “doğuştan asker” bir millet olduğumuzu unutmamamız gerekirdi. Hangi “Türk” bu “tabii” özelliğine karşı çıkabilir ve “asker doğmuş” olmanın gereklerine direnebilirdi! Madem ki biz “tab’an” askerdik, öyleyse “askerlik hizmeti” bizim için -Anayasa öyle dese de- harici bir yükümlülük değil, “eşyanın tabiat”ındandı. Tabii, “sivil” hayatımızı da “askerce” düzenlemeliydik. Eh, herkesin “doğuştan asker” olduğu bir toplum çevresi düşmanlarla çevrili bir coğrafyada yerleşik olursa, orada devletin askeri gereklere göre örgütlenmesinden daha tabii ne olabilir? Böyle bir ülkede elbette kamu hayatının da askeri gereklere göre şekillenmesi ve erkek yurttaşların hayatlarını ya hep askerliği hatırlayarak ya da yeniden asker olmayı bekleyerek geçirmeleri gerekir. Oysa, medeni bir toplumda ne ordu ne de askeri kavramlar herkesin fikir ve imaj dünyasını işgal edebilir. Sahiden medeni bir toplumda askerliğin kavramsal ve sembolik dünyası hayatın merkezinde değil, olsa olsa marjında yer alır. O da tabii, sahici bir “savunma” ihtiyacının gerekleriyle sınırlı olarak. Öyle bir toplumda da ne genelleştirilmiş bir “zorunlu askerlik” sistemi olur, ne de fiziksel varlıkları, mekânları ve kavram dünyalarıyla askerler gözümüzün önünde olurlar. Hükümetin değil de genelkurmayın sözcüsü gibi duran savunma bakanları ise hiç olmaz.
Mustafa Erdoğan / Star, 2.10.2010 |
03.10.2010 |
Askere alma sistemi siyasetin konusu olunca...
ŞU anda toplumda yaşanmakta olan en canlı tartışma profesyonel orduya geçiş tartışması... Türkiye’nin de bütün diğer gelişmiş ülkeler gibi artık profesyonel orduya geçmesi gerekiyor. Aklı başında herkes bunun çok gecikmiş bir adım olduğunu biliyor. İster “daha güçlü bir ordu” perspektifinden bakın, ister birey hakları açısından bakın, profesyonel orduya geçiş tek sağlıklı çözüm olarak ortaya çıkıyor. Zorunlu askerliğin kaldırılarak profesyonel orduya geçilmesi hem savaşmak istemeyen, savaşa ilke olarak karşı olan anti militaristleri, vicdani retçileri, pasifistleri kurtaracak hem de savaşmak isteyenin, yaptığı hizmetin karşılığını almasına imkân verecek. Bu arada, bir sonucu daha olacak zorunlu askerliğin kaldırılmasının; hem de çok önemli bir sonucu: Osmanlı’nın son döneminden beri devam edegelen “Ordu, ‘millet’i yoğuran bir ocaktır” fikri temelini kaybedecek; ordu-millet anlayışı son bulacak. Orduya biçilen “eğitimsiz milletin fikir ve duygularının gelişmesini, ruhunu ve maneviyatını yükseltmek yönünde güçlenmesini sağlama” daha doğrusu milleti askerileştirme misyonu son bulacak. Ordu “milleti yoğuran bir ocak” olmaktan çıkınca, ülkenin dış güvenliğinin sağlanması görevi de tıpkı iç güvenliğin sağlanması ya da adaletin sağlanması gibi bir görev haline gelecek. Önemli ama kutsal olmayan; vazgeçilmez ama imtiyazlı olmayan bir meslek... *** Bütün bunları daha çok tartışacağız. Kimileri, profesyonel orduya karşı çıkıp “Hiç vatan için çarpışan Mehmetçik’le ücretli asker bir olur mu” diyecek. Bir başkası da ona “Peki şu anda muvazzaf subaylar maaş almıyor mu? Onlar para alıyor diye savaşamıyor mu” diye soracak, vs... Kimileri çıkıp “Dört bir yanı düşmanlarla çevrili bir ülkenin büyük orduya ihtiyacı var” diyecek: başkaları da ona “Acaba düşmanlarımızın sayısı fazla olduğu için mi kalabalık ordu besliyoruz yoksa orduyu kalabalık tutmak için mi böylesine geniş düşman tanımı yapılıyor” diye soracak. (...) Tabii değişim bu kadarla da kalmayacak. Yakında bu adımı izleyen başka adımlara da tanık olacağız. Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması bunlardan biri olacak. Ayrıca, Milli Savunma Bütçesi’nin Meclis’te diğer bakanlık bütçeleri gibi evire çevire tartışılmasına da hazırlıklı olmalıyız. Artık kimse eskisi gibi, bütçenin bu kaleminin hiç tartışılmadan, oy birliğiyle kabul edilmesiyle geçeceğini hayal edilmesin. Orduyla siyasetin ilişkisinde yeni bir döneme giriyorsak, bu yeni döneme uygun bir milli savunma bakanına da ihtiyacımız olacak. Kendisini Genelkurmay Başkanı’nın amiri gibi değil, memuru gibi gören, görevini de onun sözcülüğünü yapmak; onun her talebini kayıtsız şartsız yerine getirmek olarak algılayan bir milli savunma bakanı bu yeni dönemin milli savunma bakanı olamaz. Hükümetin tez elden bu değişimi hazmetmiş; yetki ve görevlerini kullanma cesaretine sahip birini milli savunma bakanı yapmasında yarar var.
Gülay Göktürk / Bugün, 2.10.2010 |
03.10.2010 |